26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Ürkütülmüş atlara kulak kabartmak

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Fransa milli futbol takımının 1998’de dünya şampiyonu olan kadrosunda neredeyse tek bir “gerçek Fransız”ın bulunmaması, oyuncuların tamamına yakınının sömürge kökenli Afrikalı siyahlardan ve Araplardan oluşması, çokça konuşulmuş tartışılmıştı anımsanacağı gibi. Buradan hareketle, Fransa’nın bu yıl Oscar’a, tamamı Türklerden oluşan oyuncu kadrosuyla Ankara doğumlu Türk yönetmen Deniz Gamze Ergüven tarafından çekilen ve öyküsü tümüyle bir Karadeniz kasabasında geçen “Mustang” filmini aday göstermesine de fazla şaşırmamak gerek. Fransızlar sömürgecilik reflekslerini bu tür durumlarda iyi gösterirler; ancak devşirme kadroyla dünya şampiyonu olunabilirse de “Mustang” gibi bir filmle Oscar kazanmak epeyce zor görünüyor. Deniz Gamze Ergüven bir Aime Jacquet değil, kadroda bir Zinedine Zidane yok ve oyun sistemi pek parlak sayılmaz. Anne babalarını kaybettikten sonra babaannelerinin yanında büyüyen beş kızkardeşin, Trabzon’un bir kasabasında erkek egemen toplumsal baskılara direnme öykülerini anlatan film evrensel duyarlılıklara kolayca seslenen temasını baştan sona folklorik-oryantalist bir atmosfere hapsetmiş ne yazık ki. Ergüven, ilk yönetmenlik denemesinde Türkiye’de kadınlara dayatılan yaşama biçimleri ve kadının özgürlüğüne tahammül edememe konusunda elbette ki gerçeklere el atıyor ve kimi hassas dokunuşlar gerçekleştiriyor ama bunu Batı’nın ruhunu okşayacak biçimlerde yapmaktan, “Vah zavallı Türk kadınları” dedirtmeye çalışmaktan da kurtulamıyor bir türlü. 15-16 yaşına gelmiş genç kızların ve askerlik yaşına gelmiş genç erkeklerin apar topar evlendirildikleri bir dünyada kazık kadar adam olmasına rağmen neden evli olmadığı konusunda herhangi bir bilgi verilmeyen geri kafalı, ensestçi ve namus bekçisi amcanın pençeleri arasında kanat çırpmaya çalışan ortaokul-lise çağındaki kız kardeşler, farklı kaçış noktaları bulmaya çalışıyorlar doğal olarak.
BEŞ YERİNE ÜÇ...Yer yer gülümseten, çoğu yerde hüzünlendiren, acıyla da örülmüş umut dolu bir finale doğru akan filmin en büyük zaafı senaryosundan kaynaklanıyor. Üniversite bahçesinde bile olsa Türkiye’deki “kızlı erkekli” olma hallerine dayanamayan bir siyasal iktidarın günlük yaşamdaki yansımalarından kesitler çizen, bir an da olsa Gezi’ye selam çakan (dolaptaki “Diren Gezi” tişörtü) “Mustang”, çoğu sahnesiyle abartılmışlık duygusu uyandırıyor. Akla hemen İranlı yönetmen Cafer Penahi’nin o mükemmel “Ofsayt” filmini getiren “maça kaçış” sahneleri çok kötü çekilmiş örneğin. Ergüven, önemli bir fırsatı kaçırmış, Türkiye’de yalnızca kadınların izleyebildiği futbol maçları olduğu gerçeğini, daha doğrusu garabeti yeterince işleyememiş. Kız kardeşlerin kendi aralarındaki sevgi ve dayanışma duygusu çoğu sahnede başarıyla aktarılsa da örneğin üç kardeş söz konusu olsaydı her şey çok daha derli toplu kalacakken öykünün neden kolayca takip edilemez biçimde beş kız kardeş üzerinden anlatıldığının da bir yanıtı yok bana sorarsanız. Ardı ardına gelen kız isteme ve düğün sahneleri de epeyce sıkıntılı. Fransızlar ve Amerikalılar altyazıyla izlediği-izleyecekleri için olsa gerek, filmin ses çalışmasının da çok ama çok sorunlu olduğunu söylemeliyim. Diyaloglar genellikle duyulmuyor, ne konuşulduğunu anlamak için özel olarak “kulak kabartmak” zorunda kalıyorsunuz. Amerika’daki vahşi, kolayca ehlileştirilemeyen özgür atlar için kullanılan “Mustang” sözcüğünün filme ad olarak konulması isabetli. Ancak keşke her şey Edip Cansever’in “Bilinmez ürkütülmüş atları ne çok sevdiği...” dizesi kadar yalın ve güzel olsaydı. Benim için bilinmez olansa bu filmin Cannes’da neden bu kadar konuşulup yankı yarattığı... Fransa adına Oscar’a aday gösterilmesi ise Fransız sinemasının kötü bir yıl geçirmesiyle açıklanabilir ancak.