Agah Özgüç’ün ardından

Yıllar önce bir kitabını “Kaç kişi kaldık…” diye imzalamıştı… O zamanlar Türk sinema tarihiyle uğraşan bir elin parmakları kadardık… Derken yaprak dökümü başladı… Alim Şerif hoca, Nijat Özön, Rekin Teksoy, Giovanni Scognamillo yitip gittiler… Bir baktık ki tarih yazanlar, birer birer tarih oldular…

Agah Özgüç, sözünü ettiğim kuşağın son temsilcisiydi… Derken; sanki hiç aramızdan ayrılmayacakmış gibi gözüküp, onca yaşına rağmen hala sinemanın peşinde koşup, kitaplar yazıp, yazamadıklarını “gelecek yıl” yaparım derken, o da gitti… 

Her ölüm zamansızdır derler… Agah’ınki de öyle oldu... Hem çok dinçti, hem de onca yaşına karşın ihtiyarlamayan bir yaşlı… Yaşlanıyordu ama asla ihtiyarlamıyordu… Yalnızca geçmişe ilişkin bilgileri değil, yenilerini de ezbere biliyor, belleğini neredeyse yanında taşıdığı bir sözlük gibi kullanıyordu.

Elli küsur yıllık bir dostluğumuz vardı… Yazarlık, tarihçilik, arşivcilik gibi benzer konular/uğraşların yer aldığı ortak kulvarlarda yürümemiz hem dostluğumuzu hem de tatlı bir rekabeti ister istemez kaçınılmaz yapıyordu. Tartışmalar, kavgalar ardından gelen küskünlükler ve barışmalar… Sonrasında yaşama ilişkin yine aynı tekrarlar, yine aynı yanlışlar… Kısacası yitip gittikten sonra “her şey boş, bir o kadar da anlamsızmış” diyebileceğimiz bir dizi yaşamsal özürler… Ya da çok geç kalınmış teselli içeren itiraflar…

Sinemamız duayen senaristlerinden Safa Önal, bir keresinde “…Bazen sıkılıyorum, kendimi yalnız hissedip bir dostla konuşmak, dertleşmek istiyorum… Sonrasında bir bakıyorum ki  hepsi yitip gitmişler…” demişti… Uzun yıllara dayalı dostluklar hep böyle olur. Hem çok yakınınızdadır, hem de çok uzağınızda… Yitip gittiklerinde anlarsınız değerini.

Son kez, sinemamızdaki yangınlarla ilişkili bir makalesinde kullanmak için aynı konuyu içeren eski bir yazımı istemişti. O makaleyi tamamlayıp tamamlamadığını bilemiyorum… Dilerim ki yarım kalmamış, tamamlanmıştır…

Dargın olduğumuz zamanlarda bile sinema tarihimizle ilgili bir yerlerde takılı kalsak mutlaka bir birimizi arar, telefonlaşırdık. Çünkü takılı kaldığımız sorunu çözen bilgi ya da belge, ya onda olurdu ya da bende…

Kimilerine göre sinemamızın “muhtarı” ya da vakanüvisi olarak adlandırılan Agah Özgüç’ün sinemamıza katkılarından söz edecek değilim. Bilen bilir… Kitaplarının adlarını alt alta yazmak bile bu sütunların ölçüsünü çok ama, çok aşar… Bence o aynı zamanda Yeşilçam’ın bir kara kutusuydu. Ama bu kara kutuyu hiç açmadı. Hep kendinde saklı tuttu. Bu konuda niçin bir kitap yazmadığı sorulduğunda ise hep “zamanı gelince “ derdi… Ama o zamanın hiçbir zaman gelmeyeceğini hem o, hem de biz çok iyi bilirdik. Arşivini geride bıraktı ama, yazılmamış, bundan sonra da yazılması pek mümkün olmayan Yeşilçam’ın o gizli tarihini de beraberinde götürdü. Tanıklık ettiği bu gayri resmi sinema tarihinin içinde neler, neler yoktu ki…

Sinemamızın Agah Özgüç’e borcunu ödediğini hiç sanmıyorum… Ama Özgüç sinemadan aldığını sinemaya eksiksiz verdi… Sanırım bundan böyle de kitaplarıyla vermeye devam edecek. Onca kitaptan ve de emekli maaşından arttırarak topladığı o devasa arşivden sonra hala, 90 yaşında bile bir yerlerde çalışmak zorunda kalması, işin bir başka yanı ya da bu coğrafyanın bilinen ama çoğu zaman bilinmezlikten gelen bir başka gerçek idi.

Yaşarken ıskalanıp, öldükten sonra dillere dolanan o devasa arşive gelince… Ne olacak diyor herkes? Oysaki tüm arşivler onları toplayanlarla bir değer oluşturup anlam ve önem kazanır. Gerisi hikaye…

Agah Özgüç hem çalışmaları hem de onca yaşına rağmen sinemaya olan tutkusu ve üretkenliğiyle bizlerin bir yaşam ölçeği, “sinemayla uğraşanların uzun ömürlü olabilme” umudu, tesellisi ve de tek örneği idi…

Derken bu örnek de tarih yazarken tarih oldu… Sinemamızın, dahası; dargınlıklarımızın, kavgalarımızın, dostluk ve günahlarımızın başı sağ olsun…