Almanya – Türkiye, Atlantik çık aradan

Avrupa’nın en büyük başarısı, Türkiye (Osmanlı) ve Rusya’yı (Çarlık Rusyası) sürekli birbirine kırdırması ve bu sayede bölgesinde hakim güç olmasıydı.

Bu, son 1000 yıllık tarihte sürekli tekrarlanan bir durum olmuştu.

Ta ki, 1917 ve 1920 Rus ve Türk Devrimleri’ne kadar.

Almanya ise bu kurguda, son 300 yıldır Avrupa açısından oyun bozan ülkedir.

Hitler’i saymazsak tabii.

PRUSYA – OSMANLI İŞBİRLİĞİ

Sayın Bülent Esinoğlu geçen gün Ulusal Kanal’da söyledi. Almanya’nın ağır sanayisinin gelişmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun çok önemli bir rolü var.

Osmanlı İmparatorluğu gerileme ve çöküş döneminde askeriyenin modernizasyonunda Prusya modelini temel aldı.

III. Selim’in isteği ile 1798’de Prusyalı Albay von Goetze Türkiye’ye geldi ve Osmanlı kara birliklerini denetledi. III. Selim, XIX. yüzyılın başlarında Nizam-ı Cedid adı altında 30.000 kişilik Avrupa tarzında etkin vuruş gücü olan bir ordu kurmasına rağmen, bu birliklerin başarısı uzun süreli olamadı. İç muhalefetin en etkili gücü durumuna gelen Yeniçerilerin ayaklanmasıyla, yeni kurulan askerî düzen sona erdirildi. Sultan da, yaptığı yenilik denemelerini hayatıyla ödedi.

Osmanlı ordusunda radikal yenilik ve değişiklikler, 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra gerçekleştirilmeye başlandı. Sultan II. Mahmud, Yeniçeriler ve onlara destek veren bazı ulema, bürokrat, asker ve diğer çıkarcı grupların nüfuzlarını kırdıktan sonra yeniliklere başlayabildi. Bu çabalar içinde askerî mekanizmada gerçekleştirilmek istenenler oldukça önemli yer tutmaktaydı. Ancak bunun altyapısını oluşturmak için, Avrupa’dan yardım almaktan başka çare görülmüyordu. Bunu bilen Sultan da, askerî düzenlemeler için modern bir orduya sahip Prusya’nın subaylarını ülkeye çağırmayı en uygun yol olarak görmekteydi. Nitekim, bu niyet kısa sürede hayata geçirildi. Sultan II. Mahmud, 1835’de Prusya Kralı III. Friedrich’e başvurarak, ordusunda danışmanlık yapacak subaylar talep etti. Bu istek kabul edildi ve 1835 yılının Kasım ayının sonunda Yüzbaşı von Moltke ve Teğmen Von Berg İstanbul’a geldiler.

Bu işbirliği silahlanma konusunda da yaşandı.

1861’de denenmek amacıyla o zamanlar küçük bir şirket olan Alman Krupp firmasına ilk top siparişleri verildi. Bunu 1863’de 48 ve 1864’de de 64 batarya sahra topu siparişleri izledi. 1869’dan sonra, firmanın İstanbul’da temsilciliği açıldı ve Krupp toplarının Osmanlı pazarına girişi hızlandı. 1800’lerin sonunda Abdülhamit’in döneminde Alman-Türk siyasî ve ekonomik işbirliği iyice arttı. Krupp’un Türkiye’ye top ihracı daha fazla arttı ve bunu Schwaben’deki Oberndorf Mauser ve Berlin Lutwig Loewe gibi diğer büyük Alman silah firmalarının silah ve cephane ihraçları izledi. Bu dönemde Alman silah sanayiinin Türk pazarına girmelerindeki etkenlerden birisi, 1870 Prusya-Fransa Savaşı öncesi ve esnasında kendi ülkeleri için ürettikleri silahların, savaşın bitimi ile ellerinde kalması idi. Bunların kısa sürede ülke dışına ihraç edilmesi gerekliydi. Osmanlı Devleti de, ordusunun vuruş gücünü yükseltmek için, bu silahlara ihtiyaç duymaktaydı. Bu amaçla 1773 yılında Osmanlı Hükümeti; ordu, donanma ve boğazların tahkimi için Krupp’a 1.000.000 (18.5 milyon Mark) Osmanlı Lirası değerinde 500 top sipariş etti.

1885 Haziran’ında Osmanlı Hükümeti, bilhassa Çanakkale Boğazı’nın tahkimatı için Essen’deki Krupp firmasına toplam 11 milyon Mark tutarında çeşitli çaplarda 500 top sipariş etti.

1885-1887 arasında Alman silah endüstrisi, 16,219 milyon Mark tutarında Türkiye’den sipariş aldı.

Kaiser II. Wilhelm’in 2-6 Kasım 1889’daki İstanbul ziyareti, Alman silah endüstrisinin işine yaradı ve yeni siparişleri beraberinde getirdi. Geziden sonra Türkiye, Alman Mauser /Loewe’ye 250 bin tüfek ve Elbing’e torpido siparişi verdi. Kaiser’in bu ziyareti 15,3 milyon Mark değerinde Alman silahının Türkiye’ye satılmasına vesile oldu. Yani Kaiser II. Wilhelm’in İstanbul ziyareti, en çok Krupp ile Loewe ve Mauser fırmalanna para kazandırdı ve 1889/90’dan sonra da Türkiye’ye Alman silahlarının ihracı artarak devam etti.

1891-94 yıllan arasındaki Alman silah sanayiinin krize girdiği dönemde, Oberndorf ve Berlin’de oldukça önemli düzeyde silah üretimi yapan Mauser ve Loewe firmaları, silahlarını Osmanlı Devleti’ne satarak, mali krizden kurtuldular. Bu dönemde Türk ordusu için 4 bin Filinta tüfek ve 746 bin Mauser tüfeği üretildi. Bunlann toplam tutarı da 46,3 milyon Marktı. Loewe, ayrıca Türkiye’den 20 milyon Mark tutarında 100 milyon fişek, 600 bin Mark tutannda barut olmak üzere cephane siparişi aldı.

Türk-Alman işbirliği, İttihat ve Terakki döneminde de devam etti.

Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşları’nda malum Türk ordusuna Alman Komutanlar komuta etmişti.

Osmanlı, 27 Ekim 1913 tarihinde, General Liman Von Sanders komutasındaki Alman Askeri Yardım Heyeti Hizmet Sözleşmesini, Bahriye Nazırı ve Harbiye Nazırı Vekili Çürüksulu Mahmud Paşa tarafından 5 yıllık bir süreyi kapsayacak şekilde imzalandı.

Bunun üzerine, Alman-Prusya sisteminde olduğu gibi, savaşlarda asıl karar verici olan Genelkurmay örgütlenmesinin bir benzerini Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi - Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı'na verdi. Bu amaçla, başlangıçta tümen komutanı olması planlanan Prusya Albayı Bronsart von Schellendorf, Erkan-ı Harbiye -i Umumiye Dairesi Erkan-ı Harbiye Reis-i Saniliği-Genelkurmay Birinci Yarbaşkanlığı- Genelkurmay Karargahı Kıdemli Başkanlığı görevine getirildi.

Türk-Alman dostluğu, Rusya’daki devrimin de en önemli etkenlerinden biri oldu.

Kimileri eleştiriyor, Türkiye Almanya yüzünden birinci dünya savaşına girdi diye.

Halbuki bu yanlış bir tezdir. Türkiye, zaten birinci paylaşım savaşının, paylaşım objesiydi.

Osmanlı ile Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve dolaylı olarak ABD’ye karşı mücadele etti.

Aynı Almanya, bu dönemlerde çökmekte olan Osmanlı’nın “etinden sütünden” faydalanmak için Hicaz demiryolu ve diğer iktisadi alanlarda imtiyazlı anlaşmalar yapmayı da elbette ihmal etmedi.

O da kendi çapında Emperyal güçtü tabii.

Talat Paşa’nın Berlin’de Ermeni teröristlerce öldürülmesini de, doğru dürüst bir kovuşturm bile yapmayarak açıkça sahiplendi. Sonrasında da Ermeni soykırım yalanının önde gelen destekçilerinden oldu. Ama konumuz bu değil, ileriki bölümde buna da gireriz.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE DE İLİŞKİLER İYİYDİ

Atatürk ve Cumhuriyet döneminde de Türk-Alman ilişkileri iyiydi.

1917’de Alman subayların tahakkümüne açıkça itiraz eden Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet döneminde tarihsel iyi ilişkilerden faydalanmaya çalıştı.

Hitler’den kaçarak Atatürk’ün devrimci Türkiye’sine sığınan ilerici Alman bilimadamları Türkiye’deki üniversitelerin, temel bilimlerin temelini attılar.

İnönü döneminde de Hitler Almanyası’nın Edirne’den girmemesi için çok incelikli bir diplomasi yürütüldü. Bu savaşa bulaşmamakta, İnönü kadar, Almanya ile Türkiye’nin geçmiş hukuku da hiç şüphesiz rol oynadı.

1960’larda ise Almanya’nın yeniden inşasında Türk işçilere başvuruldu. Almanlar, en çok Türklere güvenirdi. Bir Alman bilimadamı olan Karl Marks’ın da, “Şark Meselesi” kitabı önemlidir. Marks, köklü bir geçmişe sahip Türk köylüsünün Yakın Doğu’da, devrimci ve demokratik bir rol oynayacağına inanıyordu. Ki oynamıştır.

İKİ AVRASYA GÜCÜNÜN ARASINA AMERİKA GİRDİ

İkinci Dünya Savaşı sonrası yenik ve bölünmüş Almanya’nın Batı Almanya olanı ile ilişkilerimizi sürdürdük. Doğu Almanya SSCB etkisindeydi ve Türkiye de Yalta Konferansında Batı kampına bırakılmıştı.

ABD ve NATO şemsiyesi altına giren Almanya’nın bir ordusu bile yoktu. Başkenti, Bonn denilen köydü.

BND isimli istihbarat teşkilatı, adeta CIA’nin bir alt koluydu. Hoş, zaten Hitler’in istihbaratçısı Albay Gehlen de CIA’ya transfer olmuştu. Yani Hitler’in çizmelerini Amerika giymişti.

Bu dönem, yani 1945-1990 arası, Almanya için büyük bir kalkınma dönemi, fakat siyaseten de tam bir sömürgeleştirme süreci oldu.

Büyük Alman şirketleri birer birer Amerikanlaştırıldı. Siyaset, Hristiyan Demokrat Amerikancılarla, Sosyal Demokrat Amerikancılar arasında paylaştırıldı. Amerikan sermayesi de tüm ülkede hakim hale geldi. NATO’nun Avrupa’daki en büyük ve kapsamlı üslerine ev sahipliği yapan Almanya, artık bir ABD yarı sömürgesiydi.

Avrupa Birliği sürecinde de bu aynen devam etti.

İşte bu süreçte Almanya, PKK ve ASALA’ya açıktan sahip çıkmaya, Milli Görüş ve FETÖ’ye de gizliden destek vermeye başladı.

Yani Almanya’nın politikaları ile ABD’nin emperyal planları bire bir örtüştürüldü.

1990 sonrası iki Almanya’nın birleşmesi işleri biraz olsun değiştirdi. Almanya tarihsel topraklarına yeniden kavuşmuş, kendine güveni gelmişti.

Helmut Kohl ile Helmut Schmidt gibi siyasetçiler, ABD sömürgesinden kurtulmanın teorik ve pratik yollarını aramaya başladı.

Türkiye’yi AB kapısında bağlı tutmak isteyen ve bunun için de Almanya ve Fransa’ya güvenen ABD, işte 1990’lı yıllarda klasik bahanelerle de olsa Berlin’in Türkiye’ye açıktan muhalefetine tanık oldu.

Türkiye’deki batı yanlısı hükümetler AB savunuculuğunu yürütmek için Almanya’nın vaatlerine ihtiyaç duyarken, bir anda Alman siyasetçilerden ters cevaplar, aksi açıklamalar görmeye başladı.

En Alman yanlısı Başbakan Mesut Yılmaz’ın döneminde, Türkiye ile AB görüşmeleri askıya alınmıştı hatırlarsanız.

Bu dönem aynı zamanda Almanya’nın Rusya ile ilişkilerini geliştirdiği bir dönemdir. 1997 ekonomik krizinde Almanya, Rusya’ya büyük finans desteği vermiştir. Kuzey Akım doğalgaz projesi de bu ilişkinin meyvelerindendir.

1990’da Birinci Körfez Savaşı denilen Irak’a terör saldırısında Almanya, ABD’ye destek veriyordu. Ama 2003’teki İkinci ve nihai işgalde belirgin bir biçimde bu destekten imtina etti.

Bu dönemde Almanya, arka bahçesini de hatırladı. Doğu Avrupa ülkelerinde kendi siyasetlerini gütmeye başladı. Yugoslavya’nın parçalanması bunlardan en önemlisidir.

Dönemin Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Irak Savaşı’na en başından karşı çıkmış ve ABD öncülüğündeki savaş koalisyonunun içinde yer almayı reddetmişti.

Schröder’in Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile iyi ilişkileri ve Fransa-Almanya-Rusya liderlerinin düzenli Soçi buluşmaları 2000’lerin başına damgasını vurmuştu.

Irak’ta NATO oluşumuna izin vermeyen Schröder, emekli olduğunda Rus Doğalgaz devi Gazprom’da görev almaktan da çekinmedi.

Almanya, yönünü Avrasya’ya çeviriyordu. Çin ile de inanılmaz ekonomik işbirlikleri yaptılar. Mesela Çin’deki hızlı tren sistemi tamamen Alman yatırımıdır.

Bush dönemindeki tavır sonrası CIA ve onun BND’deki unsurları bu kez Almanya Hükümeti’ni izlemeye aldı. Başbakan ve siyasetçilerin emailleri, telefon konuşmaları dinlenmeye başlandı. Bu skandal, meşhur Wikileaks sızıntılarıyla patlak verdi. ABD, en Amerikancı Alman Şansölyesi’ni dahi dinliyordu.

Bugüne yani AKP yönetimindeki Türkiye ve Merkel Almanyası ilişkilerinin bu noktaya gelmesinde asıl mesele Türkiye’deki rejim değişikliğinden çok, Türkiye’nin jeostratejik tutum değişikliğidir. Bunu göremeyenler aldanır.

Yani 2015’in 24 Temmuz’undan bu yana Avrasya’ya yönelen Türkiye ile Almanya’nın içindeki derin Amerikan devletinin çarpışmasıdır. Almanya’nın kendi siyaseti aslında Türkiye ve Rusya ile buluşan bir çizgidedir. Ama Almanya (ve Japonya) içindeki Amerikan etkisi sanıldığının çok çok üzerindedir. BND, tüm Alman kurumlarından farklı olarak CIA ile özel ilişkilere sahiptir.

FETÖ, Dinci Terör, PKK ve Ermeni terörüne verilen Alman desteğinin arkasında bu örgü vardır. (Bakınız Uğur Mumcu – Rabıta)

Türkiye sürekli dibe sürüklendiği Atlantik’ten çıkıp, yeni bir dünya olan Yol ve Kuşak ile Avrasya ailesine meylederken, Almanya Amerikan cenderesinden öyle kurtulacak gibi durmuyor, en azından şu aşamada.

Ama önünde sonunda Türkiye, Almanya ve Rusya Avrasya coğrafyasında kendi milli çıkarları temelinde buluşacaktır.

Atlantik kamasını aralarından çıkardıkları gün, Avrupa’nın bin yıllık Doğu Sorunu kendiliğinden çözülecek, Avrupa denilen Asya’nın Atlantik’e uzantısı da Avrasya ailesinde yerini alacaktır. Gerisi lafı güzaftır.