Billur bir arı kovanı gibi...

Birkaç gün önce Cem Tv’de Gülgûn Feyman Hanım’la Türkçe üzerine konuştuk. Uzaktan, evimden katıldığım bir program… Başta zor gibi görünse de sonunda teknolojiye biz de ayak uydurduk. Eh, fena da olmadı. Uzun, zahmetli yolculuklara girişmeden evimizden söyleyeceklerimizi söyledik.

İzleyenlere önce şunu anlatmak istedim.

Türkçenin büyük bir dil olduğuna inanmalıyız. Bu inanç eksikliği tarih boyunca zaman zaman kendini gösterirken, son zamanlarda özellikle yabancı dil eğitimi furyasıyla çok daha tehlikeli bir hale geldi.

Türkçe üzerine Yahya Kemal, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi kendi yazarlarımızın, şairlerimizin söylediklerini bir yana bırakıp yalnız yabancıların sözlerini buraya alsam, sayfalar dolar. Türkçeyi en iyi anlayanlardan biri de ünlü Alman bilgini Max Müller’dir.

“Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olmayanlar için bile gerçek bir zevktir. Türlü dilbilgisel biçimlerin belirlenmesindeki ustalık, ad ve eylem çekimi sistemindeki düzenlilik ve bütün bir dil yapısındaki saydamlılık ve kolayca anlaşılabilme yeteneği, insan zekâsının dil aracıyla beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…”

Türkçeyi övmeye, anlayarak övmeye, bizim içerden göremediklerimizi de görerek övmeye devam ediyor Max Müller:

“Türk dilinde her şey saydamdır, açıktır. Dilin iç ve dış yapısı billur bir arı kovanı yapısını seyrediyormuşsunuz gibi ortadadır. Ünlü bir doğu bilgini bu dil hakkındaki hayranlığını şöyle belirtmiştir: Türk dili seçkin bir bilginler kurulunun uzun bir çalışma ve oylaşmayla yapılmış sayılacak düzgünlüktedir. Ne var ki, hiçbir kurul, Tataristan bozkırlarında kendi kendilerine yaşayan bu insanların, doğuştan edinilen ve yeryüzündeki benzerlerinden hiç aşağı olmayan dil duygusu kuralları ya da içgüdü ile ortaya koydukları gibi güzel bir dil yaratamazdı.”

Max Müller bu sözleri yıllar önce, 1891 yılında söylemiş.

Size Türkçeye hayran bir yazardan daha söz edeceğim. Dezsö Kostolanyi ünlü bir Macar yazarıdır. Onun yaklaşık 1930 yılında yazdığı “Küçük” adlı öyküsü, Macarcaya geçen 330 Türkçe sözcüğün öyküsüdür, bir bakıma Türklerin kendi dilini nasıl ihmal ettiğinin de öyküsüdür. Dezsö Kostolanyi, 8. yüzyılda Bilge Kağan’ın, 13. yüzyılda Karamanoğlu Mehmet Bey’in, 15. yüzyılda Âşık Paşa’nın, 1930’larda da Atatürk’ün söylediğini söyler öyküsünde. Özgün adı “Küçük”tür bu öykünün, bizden Macarcaya geçmiş 330 sözcükten biridir küçük. Dil Hurafeleri kitabımda uzunca anlattığım bu öykünün kısaca konusu şu: Kahramanımız Macar şairi, Şark Ekspresi’nde üç kişilik bir Türk ailesiyle tanışır. Anneanne, anne ve 17 yaşlarında genç bir kız. Şair Türk kızıyla muhabbet kurmak için Macarcaya geçmiş 330 Türkçe sözcükten örnekler verir. Bizim kızımız bir ikisini bilse de, bu sözcüklerin onlarcası bilmez. Şair bıkıp usanmadan 330 sözcüğü sıralar, ama kızımız ilk kez duymuştur sanki. Yardım istediği anneanne, anne de aynı durumdadır. Macar şair şaşırır, şunları söyler:

“Bak küçüğüm, bunlar sizin öz sözcükleriniz. Ben bir şair olarak bu sözcüklere çok şey borçluyum, siz kendi sözcüklerinizi, kendi dilinizi nasıl unutursunuz?”

Dezsö Kostolanyi, kazım sana söylüyorum, gelinim sen anla demek ister, sözü asıl bizlere, bütün Türk ulusunadır. Macar şair, şiirlerinde Türkçenin 330 sözcüğünden yararlandığı için şükran duyuyor dilimize.

TÜRKÇEYE SEVGİSİZLİK YA DA DİLİ DİLE KIRDIRMAK…

Gelelim bu güne, on yıl kadar önce, o açılım yıllarında TRT’de izlediğim bir programdan söz edeceğim. Bir iki şiir kitabı yayınlamış adını sanını bilmediğimiz bir genç kadın şairi TRT’ye çıkarmışlar. Karşısındaki soru soranı iyi anımsıyorum, Mithat Sancar… Bu ülkede daha ünlü yüzlerce şair varken, kızcağızın TRT’de nasıl yer bulabildiğini söyleşi ilerledikçe anlıyorum. Şair kızımız Kürt kökenliymiş, şiirlerini Türkçe yazıyor. Çocukluğunda ilkokula başlayınca anadili Kürtçe olduğu için, Türkçe yüzünden travma yaşamış. Bundan yakınıyor. Türkçe onu şair yapmış ama küçücük bir sevgisi yok bu dile, nerdeyse yerin dibine batıracak. Bu genç kızımızın evine hiç radyo, televizyon da mı girmedi acaba, yakınlarından askere filan giden de mi olmadı? Büyük kentlerde çalışan yakınları olmadı mı? Türkçe uzaydan gelmiş bir yaratık gibi sanki birden çıkıvermiş karşısına.

Türkçenin sadece 330 sözcüğünden yararlandığı için dilimizden şükranla, hayranlıkla söz eden Macar şairi düşündüm bu kızcağızı dinlerken, çok üzüldüm.

Soyu sopu ne olursa olsun, ister Türk, ister Kürt, ister Çerkez, milyonlarca çocuk okul yaşamında, hele de büyük kentlere göçmüşlerse, dil ve kültür farkı yüzünden sıkıntılar yaşar. Ürker, çekinir, korkar… Bunun Kürt’ü Türk’ü yok… Jülide Gülizar lise yıllarında Mersin’den Ankara Kız Lisesine gelmiş. Yöre diliyle konuştuğu için çok sıkıntılar yaşamış. Arkadaşlarıyla portakal yemişler bir gün; “Elim yapış yapış oldu” diyeceğine, “Elim dımık dımık oldu” demiş. Kahkahayla gülmüşler. Jülide Hanım çok utanmış. Ben de yaşadım bunları… Ankara’ya ilkokul 5. sınıfta geldim. Oturduğumuz gecekondu mahallesinde Türkçenin tek bir sözcüğünü doğru söyleyen tek bir insan yok. Öğretmenimiz tahtaya kaldırdı. Aklıma güveniyorum ama dilime güvenemiyorum. Tahtada herkesten daha çok heyecanlanıyorum, dilim yüzünden… Konuşmam kentli çocuklara benzemiyor. Konu kaldıraçlar… Kaldıraç yasalarına göre yapılmış aletlere örnek vermemi istedi Samahat Hanım. Bizim köyümüzde “dikiş makinesi”ne, “Terzi makinesi” de denir, hatta daha çok böyle söylenir. Çünkü yalnız terzilerde görülen, yoksul evlerine girmemiş bir makine. “Terzi makinesi” dedim bilmem hangi tür kaldıraçlara örnek olsun diye. Öğretmen şaşırdı, çocuklar bir tuhaf baktılar bana. Hemen anladım durumu, “dikiş makinesi” diye düzelttim. Uzun yıllar konuşurken, her sözcüğün arka planda bir de yedeğini tuttum, ilk söylediğim dinleyenleri güldürdüğünde hemen yedeğini kullandım. Ankara Atatürk Lisesi gibi başbakanın oğlunun da okuduğu kentli çocuklar arasında siz benim durumumu bir düşünün. Tahtaya kalktığımda herkesten daha çok heyecanlanıyordum, dilim yüzünden… Bu dil sıkıntısı yalnız Kürt çocuklarının yaşadığı bir durum değil inanın. Türkçe yazdığı halde kendini Kürt şairi olarak tanıtan o kızımız, kendini şair yapan bir dile en küçük bir sevgi duymuyor. Üzüldüm doğrusu… Türkçe demek, hemen her şairin örnek aldığı Nâzım demek, Yahya Kemal, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Yaşar Kemal demek… Ziya Paşa, Seyh Galip, Nedim, Fuzuli demek… Kürdü de Türkü de severek okur onları… Türkçe o yoksul Kürt kızının karşısına bu büyük şairleri çıkarmış önce, sonra da bu şairler arasına katmış, ne güzel! Birazcık, o Macar şair kadar olsun, birazcık şükran duymaz mısın bu dile?

Amaç bu güzel topraklarda dili dile kırdırmak, oynanan oyun bu…

Şimdi şair kızımızı bir tarafa bırakıp bir 12 Eylül generaline getireceğim sözü. 12 Eylülcülerin TDK’yi kapatmaya karar verdikleri günlerde bir dostumdan dinlemiştim. Beş kişilik darbe konseyinin bir de genel sekreteri general vardı, adını unuttum şimdi. Bir toplantıda; “Yahu şu Pakistanlılar, Hindistanlılar ne güzel İngilizce konuşuyorlar” diye onların bir zamanlar İngilizlerin müstemlekesi olmalarından bir şansmış gibi söz etmiş.

Beyefendi İngilizce öğrenmek için müstemleke olmaya bile razı… İş bu hale geldi dostlar.