‘Cemal Süreya’nın Park’ında

Türkiye Felsefe Kurumu’nun yaratıcı ve çalışkan başkanı İoanna Kuçuradi, Figen Atalay’la 9 Ocak günlü Cumhuriyet Pazar ekindeki söyleşisinde son zamanlarda herkesin yakındığı konuyu dile getirdi: İnsanlarda gitgide koyulaşan aşırı bencillik... Konuyu Agamben de küresel salgınla birlikte insanların salt biyolojik varlığa dönüştürülmesinin amaçlandığı yönündeki saptama ve değerlendirmeleriyle dile getirmiş, insanın toplumsal niteliğini gitgide yitirmekte oluşunu vurgulamasıyla yoğun tartışmalara yol açmıştı. Konu ülkemizde Eski (2001 - 2005) ve Üvercinka dergilerinde küresel oligarşinin yıllardır,“dijital teknolojik donanımlı Yeni Ortaçağ’da insanın toplumsal ve kültürel ilişkilerinden yalıtılarak içgüdüsel varlığa geriletilmesine dönük” çabaları sergilenerek ele alınmıştı. 1970’li yıllarda ise Foucault, nüfus ve bedenler üzerinde biyo-iktidar oluşturma girişimlerine karşı, “toplumu savunmak gerekir” ilkesiyle düşünürleri uyarmıştı. Soğuk Savaş sürecini aydınlarla halk arasında kopukluk yaratma tasarımı üzerinde sürdüren emperyalizm, kültürel ve sanatsal her türlü etkinliği postmodernizme yaygınlık kazandırarak etkisiz kılmış, insanlığın tarihsel birikimini silerek paranın mutlak egemenliğini kurmak üzere küresel salgın dalgalarını yükseltmiş, gelinen noktada insanı kendi beninden ötesine geçemeyen varlık derekesine alçaltmayı başarmıştır. Düşünürlerin geçten geçe ve birbirinden kopuk tepkileri, Yeni Ortaçağ’ın TabulaRasa’sı olarak önerilen Büyük Sıfırlama arifesinde, bir büyük geç kalmışlığı mı imlemektedir?

İNSAN VE USDUYUSU

İnsan; salt biyolojik varlığa indirgenerek akıl ve dil yetilerini yitirmiş türsel varlığa sürgün edilmekle bırakılmayacak elbette; ardından insan doğasının duyusal kökleri de yok edilecek... Görsel, işitsel ve dokunsal yetileri en geri düzeylere itilmekte olan insan, gerçekte, akıl ve el yetilerinden yoksun kalan bu duyularıyla en temel insani özelliklerini ve kendini geliştiremez duruma düşürülecektir. Tüm duyuların bileşkesi olarak gelişen usduyu, küresel salgın dalgalarıyla dokunma duyusu büsbütün köreltilen insanı türsel varlığın da gerisine iten sürecin sonunda dijital denetimin mutlak egemenliğiyle iyice sönümlenecektir.

Şiir ve sanatlarda usduyunun en somut düzeyde herkese uzanan yaratıcı özünü, yani birey ve toplum olarak insanın yaratıcı özünü yitirmek istemiyorsak, büyük sanatçı ve düşünürlerin hem derinlikli hem engin yapıtlarını tüm maddi ve manevi değerlerin üstünde tutmak, insanın hakikat ve anlam arayışını gözetip yeni doruklara yükseltmek zorundayız.

TAM YEDİ BUÇUK YAŞINDA

9 Ocak Pazar günü Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği olarak Cemal Süreya’yı anmak ve ondan tüm insanlığa lirik zekânın ürünü olarak kalan güzellikleri daha bir içselleştirmek üzere, küresel salgını bahane eden korku tellallarının baskı ve gözdağına, elbette güvenli mesafe kuralını çiğnemeksizin, tamı tamına 40 yiğit, meydan okuduk: Abdullah Kaya, Yaşar Gündem, Serap Çetin, Ömer Sebahattin Çetin, Cafer Hergünsel, Leyla Erdoğan, Şükrü Çiftçi, Ahmet Tığlı, Yücel Toksoy, İsmail Toksoy, Okyanus Emek Toksoy, Tuğrul Çutsay, BirnurÇutsay, Mehmet Aman, Berrin Karadeniz, Tilbe Yıldırım, Seyyit Nezir, Gül Karyaldız ve ailesi (oğlu ve eşi), Turgay Aras, Aydan Ay, Nesrin Karyaldız, Ece ve Fügen Kıvılcımer, Fatma Başural, Zafer Yalçınpınar... ve fasıl bölümünde salondan ayrıldıkları için adlarını alamadığımız 14 kişi...

Gazeteciler Cemiyeti Cağaloğlu Lokali’nde, denebilirse, çok özel ve tarihsel bir gün yaşandı: Şairi ve görkemli yapıtını şiirlerle, konuşma ve ezgilerle güne ve yarına bir adım daha taşıdık. Niçin Gazeteciler Cemiyeti Lokali? Yineleyelim: Seksenli doksanlı yılları anımsayanlar, anılardan okuyanlar bilir; Cemal Süreya her pazartesi öğleden sonra İkibine Doğru’nun Yazı Kurulu toplantısından çıktığında şair ve aydın arkadaşlarıyla orada olurdu. Lokalin doğuya, İran Konsolosluğuna bakan ve Cemal Süreya’nın gelişiyle üzerine hemen bir edebiyat mahfili kokusu sinen bölümünde damlara inip kalkan martıların süzülüşleri canlı Boğaz manzarasını yaz kış içeriye taşır, sehpa üzerine kurulan keyifli rakı sofrasında sanat ortamının haftalık olay ve temalarını değerlendirmek insana sade ama bambaşka duyarlıklar yüklerdi. Hele Muzaffer Buyrukçu’nun yanı sıra masanın Ece Ayhan, Can Yücel, Mehmed Kemal, Halil İbrahim Bahar, Behzat Ay gibi gediklilerinden bir ikisi daha orada olursa, “masa da masa ha” deyip Edip Cansever’in kulaklarını çınlatarak bir kenara ilişivermek içinizi nasıl da coşkuyla doldururdu.

Şu küresel salgın karanlığında iyimserliğimizin çok köklü bir nedeni var: Aramıza tam yedi buçuk yaşında katılan Okyanus Emek Toksoy’un Cemal Süreya’dan okuduğu Park şiiriyle gökkuşağı misali nice geleceklere kol atması...

Öyle sevdim ki seni

Öylesine sensin ki

Kuşlar gibi cıvıldar

Tattırdığın acılar.