Eyimuuuuuzz!

Günlerdir kamuoyunda “sansür yasası” olarak adlandırılan kanun teklifi medyanın her bir alanında hararetle tartışılıyor. Her kesimin yasaya karşı farklı görüşleri var. Hukukçular bu yasanın yoruma açık bir yapıda olduğunu, bu yüzden siyasi amaçlarla kullanılacağını, gazetecileri ve muhalifleri cezalandırma yönünde işletileceğini iddia ediyorlar. Kimilerine göre ise; “Bu yasa ile yüzlerce kişi yargılanacak, siyasi amaçlar doğrultusunda kullanılacak, muhalifler, gazeteciler cezalandırılacak. Sosyal medyadaki paylaşımlar çok ciddi kıskaca alınabilecek. Öyle ki erişime engelli bir haberi sosyal medya hesabından paylaşmak, anlık gelişen bir olaya ilişkin son durumu aktarmak veya yorum yapmak, bunları paylaşan hesaplardan retweet etmek de suç olarak değerlendirilebilecek vs.”

Öteye yandan gençliğe yönelik konserlerin çeşitli illerde inanılması oldukça güç gerekçelerle yasaklanması neredeyse günümüzde bir gelenek haline geldi. Bunlara ek olarak kimi sanatçıların aylarca önce yaptıkları konuşmalar yeni yapılmış gibi ortaya çıkarılarak farklı bir cezalandırma yöntemi olarak uygulama alanına sokulmaya başlandı. Kimi kanalların ekranları karartılarak belgesel izleme alışkanlığın yaygınlaştırılma gayretleri (!) ise cezalandırılmanın bir başka yöntemi.

Kimi filmlerin kimi sahnelerini ise neredeyse “buğulu” şekilde izlemeye alıştık. Sigara, içki, kadeh bu yöntemle gizlenmek istense de, aslında daha bir öne çıkarılıp dikkati çekiyor. Tıpkı haberlerde kameranın kadrajına giren reklamların bulanık gösterilmesi gibi…

Sansür, yasaklar ve ardından gelen çeşitli cezalandırmalar ne yazık ki bu coğrafyada her bir dönemde önümüze çıkan, bir şeyleri düzeltmek isterken, düzelteceği o şeylerden daha fazlasını sorun olarak karşımıza çıkaran bir yöntem oluyor.

Nedense –ve de direkt bir ilgisi olmasa da -tüm bu engellemeler /yasaklar/cezalandırmalar bana bir zamanlar sinemada belirli görüntülere karşı izleyenlerin bu görüntülerle uzak yakın ilgisi olmayan “Eyimuuuuzz…” diye hep bir ağızdan bağırarak ironik bir dille tepki göstermesini anımsattı.

Sahi neden filmlerdeki öpüşme ve sevişme sahnelerinde hep bir ağızdan “Eyimuuuuzz..” diye bağırırdık. Bu tür bağırmalarla perdedeki görüntüleri eleştirir miydik, yoksa beğenir miydik, orası da pek bilinmezdi…

Bilenen tek şey ise bu sözcüğün ilk kez nerede, neyin karşılığında, nasıl kullanıldığıdır:

“Yıl 1960. Beyoğlu atlas sinemasındayız. Beyazperdede izlediğimiz daracık elbiseli sarışın genç kadın yürür de yürür… Salına salına, kırıta kırata… Erkekler de aç gözlerle dönüp dönüp ona bakarlar. Kamera sarışın ve şu kadının kalçalarını yiyecekmiş gibi bakan erkekleri izler. Sonra da erkeklerin birinin yüzünde durur ve adamın, sarışın kadının arkasından bağırdığını duyarız: EyiMuuuuuzz!”

Aynı anda sesler yalnızca perdeden değil, koro halinde arkalardan, balkonda oturan seyircilerden de gelmeye başlar: EyiMuuuuuzzz;!

Çünkü kadının dar elbisesinin sımsıkı sardığı kalçaları, yakın plan bir çekimle koskoca perdeyi kaplamıştır. Perdedeki kadın Gönül Yazar, film ise Hulki Saner’in yönettiği Taş Bebek’tir.”

Bu filmden sonra Eyimuuuuuzzz sözcüğü, filmlerin öpüşme ve cinsellik içeren tüm sahnelerinde seyircilerden birinin ya da bir kaçının aynı anda söylediği, neredeyse tüm sinema salonlarının (ve de yazlık bahçe sinemalarının) gelenekselleşen bir esprisi haline gelmiştir.

Sanırım günümüzdeki tüm yasaklamalara, sansüre ve cezalandırmalara karşı da böylesine esprili bir sözcüğe gereksinim var… Yoksa bu gidişle dünyanın en çok belgesel izlenen ülkesi olacağız…