Gövdesiz başların sessiz ustası: Ömer Kaleşi

1980’lerin başında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne başladığımızda hikayelerini en çok dinlediğimiz sanatçılar, sanat yaşamını Paris’te sürdüren ustalarımızdı. Efsaneleştirdiğimiz bu sanatçılardan, 20. yüzyılın ilk otuz yılında doğmuş ve sanat yaşamını Paris’te sürdürmüş olan Abidin Dino, Fikret Mualla, Selim Turan, Mübin Orhon gibilerini sayabilirim. Bu Türk sanatçılar sadece eserleriyle değil, kafamızda canlandırdığımız “bohem” yaşamlarıyla da bizleri etkilemişlerdi. Bunlardan; kuşağının son “bohem” sanatçısı olan Ömer Kaleşi’yi geçen hafta kaybettik. Aslında, “Bohem”in sözlük anlamı “yarınını düşünmeden günü gününe tasasız, derbeder bir yaşayışı olan kimse veya topluluk” olarak geçer. Ancak, Akademi yıllarımızda ustalarımız ve ağabeylerimizi “bohem” olarak tanımlarken, “resme gönül ve ömrünü vermiş, kendileri için bir mabet olan küçük atölyelerinde sanatlarıyla yaşayan, bir araya gelerek sanat sohbetleri yapan ve geçimini sadece sanatlarıyla sağlayan toplulukları” kast ediyorduk. Ayrıca bu bohem ustalar, ressam Utku Varlık’ın Ömer Kaleşi için söylediği gibi, yalnız yaşamayı tercih etmiş “yalnızlığın ustalarıydı”. Ancak, “bohem”in genel sözlük anlamındaki “tasasız, derbeder bir yaşayış” bizim tanımımızın dışında kalıyordu. Çünkü bu sanatçıların hiçbiri ne tasasız, ne de derbederdi. Bu bağlamda imgelem dünyamızda yarattığımız “bohem”e en çok uyanlardan birisi de Ömer Kaleşi’ydi. Bugünkü Makedonya'nın, Kicevo kasabasına bağlı köyde dünyaya gelen Kaleşi, 1956’da Türkiye'ye göç ettikten üç yıl sonra İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim eğitimine başladı. Akademi yıllarında Bedri Rahmi Eyüpoğlu atölyesindeki eğitimini tamamlayarak,1965 yılında Paris’e yerleşti ve hayatının sonuna kadar resim yaparak orada yaşadı.

“Balkan Dramı”, 146X114 cm., tuval üzerine yağlıboya, 1993

Kaleşi’ye yaşadığı farklı ülkeler nedeniyle, bazen Arnavut, bazen Makedon ve bazen de Türk derler. Bu yorumlara: “anneannem Makedon, babam Arnavut, ben Türk yurttaşıyım. Otuz yıldan beri Fransa’da yaşıyorum. Ben bir ressamdan başka ne olabilirim ki?” der. Bu nedenle, resimlerinde Balkanlar’dan Anadolu’ya kadar izler taşır. Bu coğrafyalarda yaşadığı olaylar Kaleşi’nin resimlerinin ana temasını da oluşturur: “Başlar”. Bunlardan birincisi bir “Balkan dramıdır”. Çocukluğunda köyde çıkan çatışmadan kaçarak, yanan köylerini endişeyle izleyen köylülerin bir tepenin ardında görünen “başları” bilincine yerleşmiştir. İkincisi de, Akademi’deyken yaptığı Anadolu gezisidir. Kaleşi’nin, Bedri Rahmi atölyesinde birlikte okuduğu Oktay Anılanmert (hocam ve ağabeyim) ve Ergin Kolbek’le (ustam) birlikte yaptığı Anadolu gezisinde rastladığı derviş ve çobanların “başları” resimlerine kaynak olur. Ancak, resimlerde betimlediği bu başların açık ya da yarı açık ağızlarından hiç ses çıkmaz. Kaleşi’nin Akademi’deyken bu arkadaşlarıyla olan ortak yönü sadece atölyeleri değildi, sessizlikleri de ortaktı. Anılanmert ve Kolbek, Türkiye’nin ilk pantomimcilerinden, yani sözsüz oyuncularındandı. Kaleşi ise bir “sessizlik ustası”ydı. Kaleşi, her yıl İstanbul’a gelir ve mutlaka Oktay ağabeyi ziyaret ederdi. Bazen onların sohbetlerine ben de katılırdım. Ancak, Kaleşi’nin ağzından söz almaya çalışmak, zor zanaattı. O da resimleri gibi “sessizliğin dünyasına, sükutun beyaz ülkesine” aitti ve ona yazılan şiirindeki gibi: “seslenirdi bize sessizliğinden”.

Kaleşi’nin sanatını etkileyen dönemlerde, imgesine yerleşmiş olan “başlar” resimlerinin biçim ve içeriğini yönlendirmiştir. Gövdesinden soyutlanmış olan bu “başlar”, korkunç şeylere maruz kaldıkları izlenimi verirler. Hele işin içerisine “Balkan dramı” da girince, bazı çevreler bunları katliamlarda kesilmiş kafalar olarak yorumlamıştır. Ancak, Kaleşi bu başların“ Aziz Jean-Baptiste’in ikonları ile karıştırılmamasını, resimlerde tek bir kan lekesine bile yer vermediğini” dile getirir. Bu başlar; huzurlu, gülen, ağlayan, kederli, tevekkül içindeki, yoğun heyecanı veya iç kargaşayı yaşayan, yani insana dair her türlü duygunun çehreye yansımasıdır. Bu nedenle, Fransız yazar Jacques Laccarriere’in de belirttiği gibi: “gövdeler devre dışı kalmıştır… Kafaların kimliğini ele verecek belirtilerden her türlü bağını kopartmış ve başına buyrukturlar”. Bu yüzdendir ki: “Başlarla başa çıkmam mümkün değil, ama bildiğim tek bir şey varsa, o da hayatımın sonuna kadar onları resmedeceğimdir.” der.

“Çoban IV”, 92X73 cm., tuval üzerine yağlıboya, 1990

Bununla birlikte, Kaleşi’nin “başları” portre değildir. Çünkü; onlar birçok kültürün sentezi olarak, belli bir kimliği, adı ve milliyeti olmayan, yurtlarının, uyruklarının ötesindedir ve zaman dışıdır. Ya da Roma dönemi Afrodisias büstlerindeki gibi teatral bir fizyonomiyi de yansıtmazlar. Kaleşi’nin başlarının yüzü kendi “türünün aynasıdır”, yani yüzler ötekinin yüzüdür. İşte, bu yüzden onları kesik kafa olarak tanımlayamayız. “Başlar” zaman dışı olduğu gibi, ait oldukları mekanlar da herhangi bir mekanla da ilişkilendirilemez. Onlar bizzat resmin içindeki mekanlardır ve bir ufuk çizgisiyle ikiye ayırılmış izlenimi verir. Bu bölünmüş alanların renkleri çoğunlukla kırmızı, siyah ve beyazdır. Bazen karanlık veya aydınlık bir gökyüzünü, bazen bir çobanın siyah kepeneğini veya bir dervişin (Mevlevi) beyaz tennuresini betimler. Bazen de, sadece bir çizgiyle ayırılmıştır tuval. Kaleşi, bazen bu alanları tuvalin kendi rengine bırakır. Kendi deyimiyle: “doldurmayı sevmediği” için renklere veya boşluklara büyük alanlar bırakmıştır. Mekanın “ufuk çizgisinin” altında ve üstünde kalan bu büyük zeminli renkler, bana ressam Ruisdael’in resimlerini anımsatır. Ruisdael de ufuk çizgisini tuvalin dibine kadar indirip, geniş gökyüzü alanlarının resimlerini yapmıştı. Nasıl ki Ruisdael, geniş zeminli gökyüzü resimlerini satın almaları için koleksiyonerleri ikna edebilmişse, Kaleşi de resimlerinin “yarısını boş gören” alıcılarını “sadece resminin boyanmış tarafına para vermeleri” için ikna etmiştir!

“Derviş”, 130 X 81 cm., tuval üzerine yağlıboya, 1993

“Yalnızlığın ustası”, sonunda zamanın baskısından kurtularak “düşün sırlarına” doğru yola çıktı. Ustanın son yolculuğu da, yaşamı gibi tenha oldu. Ama nereli kabul edilirse edilsin, Kaleşi öncelikle ömrünün son anlarını yaşamak ve gömülmek için Türkiye’yi seçti. Kaleşi’nin bu seçeneği, bana gelecek hafta ölüm yıldönümü olan hemşehrisi Teoman Alili’nin bu topraklara olan bağlılığını anımsatır. Bir yakınımızın da dediği gibi: “insanın doğduğu ve yaşadığı yer değil, gömülmek istediği yer ülkesidir”. Ancak, “başlar” Kaleşi’den çok uzaktalar ve bir seçim yapma şansına sahip değiller. Bu nedenle, yurtdışındaki diğer Türk sanatçıların eserlerine sahip çıkılması gerektiği gibi, Kaleşi’nin eserlerine de sahip çıkılmalıdır. Sahip çıkmaktan bahsederken, Ömer Kaleşi’nin Paris’te kalması için elinden tutan Abidin Dino’yu ve Kaleşi’nin sanatının destekçisi olan galerici Besi Cecan’ı burada anmadan geçmek vefasızlık olur. Umarım, Kaleşi’nin Paris’teki 30 metrekarelik atölyesinde öksüz kalan “başlar”ına da yetkililer ve mezun olduğu okulu sahip çıkar ve dilerim hak ettiği müzedeki yerlerini alırlar.

Kaynakçalar:

  • Lacarriere Jacques, Ömer Kaleşi: Yörüngeler, Tem Sanat Galerisi, İstanbul, 2004
  • https://www.aydinlik.com.tr/haber/kaya-ozsezgin-omer-kalesi-silinmeyen-yasam-anilari-tamami-156030
  • Breton le David, Yüz Üzerine, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2018
  • https://www.alem.com.tr/sergiler/omer-kalesi-ile-pariste-1027605
  • İsmail Kadare, Jordan Plevneš, Ayhan Baymaku, NgadhnjimMehmeti