Kudüs

Neredeyse bütün tarihi boyunca savaş, kan ve gözyaşının, cinayetlerin, soykırımların, yağmanın, talanın, sömürünün merkezi olmuştur. Çünkü bütün dinlerin ve dolayısıyla din uğruna yapılan her şeyin merkezidir. Her dinin kendisi için “sevgi dini” dediğine bakmayın siz, o sevgi, savaşların da nedeni ya da bahanesidir... Bir yanda diriliş kilisesi, bir tarafta ağlama duvarı, yanı başında Mescid-i Aksa arasında, Kudüs hep paramparçadır...
Tam da şimdi, emperyalizme karşı birleşme adımları atılırken, Filistinlilerin vatanlarını nasıl da para karşılığı İsrail’e sattıkları, Arapların geçmişte bizi nasıl sırtımızdan hançerlediği ya da ne kadar cahil ve vahşi olduklarına ilişkin yazılar, paylaşımlar uçuşuyor havada... Çok sevdiğim, dostlarım da yapıyor...
Annan plânı tartışılırken “Türk askeri buradan gitsin, biz AB’yi istiyoruz” diyen, Kıbrıslıları televizyon kanallarında izlediğimiz günleri hatırladım. Hapisteydim, hep şunu yazdım: “Kıbrıs’ın Türkiye için önemi, Kıbrıslının ne dediği ile ölçülemez, Türkiye için hayat memat meselesidir Kıbrıs...”
Daha sonra durum anlaşıldı, ama bu arada bizim de göbeğimiz çatladı. Karşı taraf ile uğraşmaktan daha zordu... Memleket meselesi, duygulardan arınarak, soğukkanlı düşünülmezse, doğru sonuca ulaşılamaz...
Şu anda Ankara’da oturduğum evin sahibi Filistinli... Ben ise mülksüzüm. Onun ülkesinde savaş var ve topraklarına el koyuyorlar, ama o burada; ben ise kendi ülkem için yıllarımı savaş alanlarında, hapislerde geçirmişim ve ona kira ödüyorum... Sordum ona, “Ne düşünüyorsun Kudüs hakkında?” Ellerini havaya kaldırdı ve şöyle dedi: “Dua, başka bir şey yok...”
Şaşırmadım, zaten ondan bir Erzurumlu Mevlüt Ağa tavrı da beklemiyordum. Parantez açayım, Atatürk Erzurum Kongresine giderken mola verdiği yerde, Sevr’i duyup, Çukurova’daki çiftini çubuğunu bırakarak memleketine dönen Mevlüt Ağa ile karşılaşır. Ağa dönüş sebebini açıklar: “Bu ırzı kırıklar bizim memleketi bölüşeceklermiş, geldim ki görelim bakalım kimin vatanını kime veriyorlar...”
Yani, dua eden Filistinli Hatem ile savaşmaya koşan Erzurumlu Mevlüt Ağa arasındaki fark büyük... Evet, geçmişe ait çokça hesap var, ama...
Mesele Kudüs ya da Filistinlilerin vatan sevgisi değil... Bölgeyi kana bulayan ABD emperyalizmine karşı belki de ilk kez bir bölgesel birlik yaratma fırsatının doğmuş olması. ABD-İsrail ortaklığının en büyük hedefi Fırat Kalkanı’nda, El Bab’ta, İdlib’te ve Kerkük’te eyleme geçen bu birliğin bozulması. Bunu yapmanın en iyi ve en ucuz yolu da “Arabın ihanetini ya da Filistin’in Ermeni soykırımını tanıdığını” anlatıp durmak, dün ile kavga ederek bugünkü birleşme fırsatını boğmak...
Bunu yapınca, gözünü Diyarbakı’a, Van’a dikecek. ABD generallerini göndererek, ekonomik baskı kurarak, davalarla şantaj yaparak bu birliği bozmaya çalışırken, bizim kalem erbabı da ona yardım ediyor.
Bu birlik boğulunca, kendi sınırlarımızdaki bölücü tehdide karşı komşularımızın neden yardım etmediği üzerinden suçlamaya devam ederler. Eğer bu fırsat kaçırılırsa, yarın Kudüs’ten beter olacağımızı göremezler.
Ayrılığın karşılığı birliktir. Birlik için de dünün hesaplaşması değil, yarının plânlaması yapılır. Ve bu birlik, Kudüs’ten daha kutsaldır...
Nokta...

KABE

Kudüs üzerinden kurulacak birlik din eksenli yaklaşımlarla olmaz... Öyle olursa Kudüs’ten daha fazlası kaybedilir. Erdoğan diyor ki, “Kudüs’ü kaybedersek, Medine’yi koruyamayız, Medine giderse Mekke’yi koruyamayız, Mekke giderse Kâbe’yi kaybederiz.”
Şaşırmış, bilmiyor ne dediğini, Mekke bizim mi ki, kaybedeceğiz? İsrail’in en büyük destekçisi Suudiler değil mi? Kâbe’nin etrafındaki dev gökdelenlere bak, zaten kaybetmişsin. Ecyad kalesi yıkılıp otel yapılırken düşmedi mi, Medine ve iktidar değil miydiniz o sırada?
Hâlâ farkında değil, başka türlü bakamıyor meseleye çünkü “Dik durmayı Necip Fazıl’dan öğrendik” diyor. O’nun öğretisi şuydu: “Amerikan politikasını korumakla mükellefiz... Amerikan siyasetini tutmak biricik yol... Amerika’dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa bir Amerikan bahriyelisinin, iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadından ileri geçemeyiz. Dış siyasetimizde Amerikan siyaseti ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını kendimize tecezzi etmez (birbirinden ayrılmaz) bir siyaset vahidine (tekliğine) göre ayarlamakta büyük ve her işe hâkim bir mânâ gizlidir.” (Büyük Doğu, 17 Temmuz 1959)
Bu kafayla bugünlere geldik...
Adamların derdi, Kudüs, Mekke ya da Medine değil, Diyarbakır... Anlamıyor musunuz? Kudüs’te birlik olamazsan, Van’ı, Diyarbakır’ı kaybedersin...
Sonra git başını hangi Kâbe’ye vurursan vur.

PERA SAKİNLERİ

Bundan yaklaşık bir asır öncesiydi. Osmanlı ordusuna top satan en yakın müttefiklerimizden Alman Krupp firmasının temsilcisi ile Osmanlı’ya karşı ayaklanan Bulgarlara silah satan yine yakın müttefikimiz Fransız firmasının temsilcisi Beyoğlu’ndaki Pera Palas otelinde kalıyordu. Otelin lokantasında ya da ne bileyim lobisinde karşılaştıklarında ne konuştuklarını hep merak etmişimdir.
Ve bugün...
PYD/PKK’nın paravanı olarak kullanılan SDG’nin sözcüsü Talal Sillo yakın müttefiklerimizi anlatıyor: “Amerikalılar silah ve eğitim veriyordu, Fransızlar keskin nişancı eğitimi verip, Sağlık tesisleri kuruyordu...”
Neyzen Tevfik’in meşhur sözüdür: “Türkü yine o türkü bir varsa tel değişti, yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti...”
Bizim “solcular” bunu ne vakit görecek, bir onu bilmiyoruz...

SOLCU

Tane tane ve iyice basitleştirerek anlatmalıyım... Amentüsü anti-emperyalizmdir. Emperyalist devlet, kendi ekonomik ihtiyaçları için, başka ülkelerin zenginliklerine zorla veya hile ile el koyan, onları sömüren devlettir. Bir asır önce İngiltere idi, şimdi ABD... Emperyalizm, kuzey Atlantik sisteminin ekonomi modelidir...
Bu durumda solcu, doğal olarak ABD’nin kendi petrol ihtiyacı için Ortadoğu’yu parçalamasına, sağa sola ordular göndermesine, kendisine direnen devletleri bölüp, yeni devletçikler kurmasına karşı çıkar. Ulusal ekonomiyi, milli devleti savunur. Milliyetçidir yani...
Eğer bunları yapmıyorsa solcu değildir. Bu kadar basit... Bu siyaset ya da teori değil, aritmetiktir.
Solcunun ABD ile kuracağı ilişki, “ABD’nin aslında emperyalist olmadığı” kabulüyle başlıyorsa, bu sefer de kendisini tanımlamasında bir sorun var demektir. Çünkü solcu, mutlak doğruya değil bilime inanır. Somut verilerle, kanıtlarla hüküm kurar. Kendisine, “Irak’ı kim böldü? Niye böldü? Afganistan’a Libya’ya, Suriye’ye kim saldırdı? Niye saldırdı?” sorularını sormayan zaten yapısal olarak solcu değildir...
Yok, eğer bu soruların cevaplarını bildiği halde, ABD’nin emperyalist yıkımlarını görmezden geliyorsa, bu kez de vicdan eksikliği nedeniyle solcu değildir. Çünkü insanlık vicdanı, Ebu Gureyb, Guantanamo ya da başka bir üssünde işlediği insanlık suçlarını, Vietnam ormanlarını yakmasını, topraklarını zehirlemesini, ya da ne bileyim Afganistan’a yağdırdığı fosfor bombalarını görmezden gelmeyi kabul etmez...
Kendisini kurtarmak, ya da iktidar olabilmek için ABD ile yan yana durana solcu denmez... “Ben solcuyum” diyorsa ya yalan söylüyordur, ya da ne dediğini bilmiyordur...

OKUMA PROBLEMİ

Etimesgut’taki eski Hava Hastanesi’ndeyim, yanıma yaklaşan adamın adres soracağını daha yaklaşırken anlıyorum, halk deyimiyle, “ağzını büzüşünden belli Ömer diyeceği...” Doğrudan soruya giriyor: “Sağlık Kurulu nerede?”
Kafamı hafifçe adamın kafasının üzerindeki “Sağlık Kurulu” yazılı tabelaya doğru kaldırıp, tabeladaki okun işaret ettiği yönü gösteriyorum. Gösteriyorum, ama nafile... Adamın -haydi canım bu kadar da kolay olmamalı diyen -şaşkın bakışları oralarda dolaşan bir hastane görevlisine kilitlenmiş bir kere... Ona da soruyor, aynı cevabı alınca etrafına bakınarak ilerliyor, bu kez de kurulun kapısında bekleyen diğer hastalara... Ve ben o sırada bu adamın neden tabelaları okumadığını, ille de birine sorma gereği duyduğunu sorguluyorum.
Toplumsal yargının nasıl kulaktan kulağa yayıldığını ve fısıltıyı ilk kimlerin başlattığını sorguluyorum. Atatürk’ün Gustave Le Bon’u neden altını çizerek okuduğunu düşünüyorum. Atatürk, gerçekten büyük adam...