Müjdat Gezen ya da Fahrenheit 451

2012’de 91 yaşında ölen, ABD asıllı, korku ve bilimkurgu türünde yapıtlar veren Ray Bradbury’in en önemli yapıtlarından birisi hiç kuşku yok ki, Fransız Yeni Dalga’sının önde gelen yönetmenlerinden François Truffaut’nun (1932-1984) sinemaya aktardığı Fahrenheith 451’dir. Fütüristik bir distopya ya da genel tanımıyla geleceğe yönelik buyurgan bir toplum baskısını ortaya koyan film, ülkemizde Değişen Dünyanın İnsanları adıyla vizyona girmiş ve o dönemde büyük bir ilgi görmüştü.

Julie Christtie, Oscar Werner, Cyril Cusack ve Anton Diffring’in oynadıkları filmde özet olarak, kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, insanların yalnızca televizyonlarda beyin yıkayıcı şovlar izlediği ve kitap bulundurup düşünen insanların yok edildiği bir gelecek anlatılır. Kitaba ve -ve de Truffaut’nun filmine- adını veren Fahrenheit 451 ise, kâğıdın tutuşma ısısının limitidir.

YAKAN İTFAİYECİ

Kitabın konusu bilinmeyen bir ülkenin bilinmeyen bir zaman diliminde geçer. Kitapla film arasında kimi değişik yorumlamalar olmasına karşılık genelde asıl görevleri yangını söndürmek olan itfaiyeciler, bu kez, gizli okunan kitapların peşine düşüp bulduklarını yakmak ve imha etme eyleminden kaynaklanan ironiye konu olur. Eserdeki toplumun insanları nesiller boyu yazılı kültürün ortadan kalkması sonucu hiç kitap görmemiştir. Filmin jeneriğinde oyuncuların adı yazı ile yazılmaz, yalnızca dış sesle verilir...

Film belirsiz bir gelecek zamanda, ad belirtilmemiş bir ülkede geçer. Devleti temsil eden otoriteler, okuyarak bilgi edinmenin bağımsız düşünceyi yaygınlaştıracağına, bunun da toplumda mutsuzluğa ve kargaşaya zemin hazırlayacağına inandıklarından, ne kadar kitap ya da yazılı materyal varsa onların bulundurulmasını ve hele hele okunmasını kesin bir biçimde yasaklamıştır. Böylesine bir toplumda yetişen gençlerin tümü kitabın neye benzediğini bilmeden, tanımadan yaşamlarını sürdürür. Tek bilgilenme ve kültür kaynakları ise, evlerindeki dev ekranlı monitörlerden, yalnızca kendilerine aşılanan bilgilerdir. Tüm toplum bu bilgilerin doğruluğuna inandırılmış, üstelik bu inançlarının kalıcı ve sürekli olması için de kendilerine verilen kimi ilaçlar kullanmak zorunda kalmışlardır. İşin en acı yanı ise, kanaatkârlığa yönlendirilen bu uyuşmuş ve de uyutulmuş insanlar yapay bir huzur içinde kendilerinin özgür olduğu inancını taşımaktadır. Bu huzurun teminatı da, hükümetin geniş yetkilerle donattığı, itfaiyeciler adı verilen özel polis birimidir.

MÜJDAT GEZEN’İN BÜYÜK SUÇU

Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin yakılmak istenmesi, nedendir bilmem, bilimkurgunun sonsuz hoşgörüsü altında yazılıp görüntülenen fütüristik distopya etiketli bu filmi anımsattı bana. Truffaut’nun filmdeki kahramanlarından biri de, “sanki tüm yangınlar binanın içinden değil de dışından çıkar gibi bir tavır almış itfaiyeciler” der. Bu söz filmin bilinmeyen toplumundan alınıp da, günümüzün bilinen bir toplumuna uygulandığında pek de doğru değildir. Önemli olan binaların dışındaki görünen alevleri değil de, içindekilerin ateşini söndürebilmektir aslında.

Bu olayda Müjdat Gezen’in hiç mi suçu yok dersiniz? Sanırım en büyük suç da onda... Onca kârlı ve de köşeyi döndürecek ticaret biçimi dururken senin nene, tek bir kuruş almadan bu ülkenin gençlerine yatırım yapma isteği ve de tutkusu... Bırak karşı düşüncede olan yandaş sanatçıları bir yana, senin saflarında bile, senden çok varlıklı oldukları halde mangalda kül bırakmayıp bu onurlu işi yapan, sen olmasan yitip gidecek onca gence yatırım yapıp onları ülkenin önemli sanatçıları konumuna getirme sorumluğu ve de yürekliliğini yüklenmiş kaç sanatçı var?

İşte bu alanda bir tek sen olduğun, sen kaldığın ve de sen devam ettiğin için seni yakmak isteyip de asla YAKAMAYACAKLAR...