Sanat ve doğa
John Berger sanatın, insanın doğadan daha güvenilir bir karşılık bulma arayışını sahneye koyduğunu söylemişti.
DOĞADAN DAHA GÜVENİLİR
Kuşkusuz doğa değişken, acımasız ve süreksiz bir yapıya sahiptir. Berger’in dediği gibi “enerji ve savaşım demektir. Bize bir şey vadetmeden var olan her şeydir doğa. (…) içinde hem iyilik hem de kötülük taşıyan bir alan olarak düşünülmelidir.” Bu yapısına karşı doğanın, kalıcılık peşindedir insan, bir anlam arayışındadır; varlığını sürdürmek istemesindendir bu biraz da. Sanatın doğadan daha güvenilir olması, doğanın güvenilmezliğinden değildir aslında; insanın kendi varlığını güvenceye alma arzusuyla ilgilidir. Sanat, bu arzunun biçimlenmiş hâli; insanın doğaya değil, kendi yaratıcılığına duyduğu inancın kalıcı ifadesi öyleyse. Belki tam da bu yüzden, yani doğadan daha güvenilir bir karşılık bulma arayışının gereği olarak sanat, doğayı taklit etmekle yetinemez. Nitekim yetinmemiştir; insanın bilinçli yarattığı biçimlerle birlikte, yalnızca taklit değil, yaratıcı bir eylemdir. Böylece, doğanın insana sunduğu o bir anlık umut çoğalmış, doğrulanmış ve toplumsallaşmıştır. Berger, meseleye yalın bir yerden bakıyor yani. Yalın ama keskin. Sanatı, insanla doğa arasındaki kaçınılmaz çelişmenin bir sonucu olarak görüyor.
Sanat, başından beri yalnızca bir yansıtma edimi olsaydı doğayı hep taklit etmekle yetinmesi beklenirdi. Berger’in saptaması, bu noktaya açıklık getirmesi bağlamında anlamlı. Çünkü sanat, doğa-insan çelişmesinin bir sonucuysa, insanın bu çelişmeyi anlamlandırma, doğayı kendi öz erekleri doğrultusunda yeniden üretme isteğinin estetik ifadesinden başka nedir?
TAKLİTTEN ÖTE
Taklit deyince başa dönmek, kökene inmek kaçınılmazdır artık. Aristoteles’in Poetika’sında da taklit sözcüğü salt bir yansıtmadeğildir, özüne yönelen bir kavrayış biçimidir varlığın. Taklit, doğayı olduğu gibi kopyalamak değildir, insanın düşüncesinde doğanın olanaklarını yeniden kurmaktır. Mimesis, bu nedenle, doğadan çok insanın doğaya yüklediği anlamla ilgilidir. Sanatın “doğadan daha güvenilir” oluşu, bu anlam yüklemenin tarihsel derinliğine de gönderme değil midir?
Mimesis, sanatın özü olarak anlaşıla gelmiştir, Aristoteles’ten beri. Ama bu öz, kimileri durağanlaştırsa da durağan bir tanım değildir: Aksine, tarih içinde dönüşmüştür hep. Hatta denilebilir ki dönüşüm ciddi bir parçasıdır onun özünün. Tanrı’nın yaratıcılığına öykünmek Ortaçağ’da, Rönesans’ta doğayı kusursuz biçimde yansıtmak ideali, modern dönemde insanın kendi gerçekliğini yaratma kudretidir. Öyleyse sanat doğayı kopyalamak değil, onu aşmak; varolana kendi imgesini kazımaktır. Doğanın ikinci bir biçimidir yani, Lukács’ın dediği gibi, insanın “ikinci doğa”sıdır.
İKİNCİ DOĞA
Bu ikinci doğa, ayrıksı değildir toplumsal bilinç biçiminden. Çünkü insan doğayı dönüştürürken kendini de dönüştürdü. İlk aleti doğayı dönüştürmek için yapmıştı. Berger, var olmanın ilk koşulunun doğaya karşı barınak olduğunu söylemişti. Yani insanın varlık koşulu doğaya karşı oluşmuştu. Engels, insanî amaçların doğayı dönüştürmekle mümkün olduğunu yazmıştı. Marx da benzer vurguyu Kapital’de yaptı. İnsan, doğal güçlerini çalıştırarak doğanın bir gücü olan kendisini doğanın karşısına çıkarmıştı. Her sanat yapıtı da önce doğanın karşısına çıkmaz mı? Kendi öz erekleri peşinde koşan insan, belleği ve duygularıyla, doğayı yeniden üretmek, ona kendi anlamını vermek içinyaratmaz mı estetik biçimleri?
ZORUNLUK VE ÖZGÜRLÜK
İnsanın varlığının doğa karşısındaki formu, sanatın varlık nedeniyle kesişiyor ve sanatın özüne yansıyor bu kesişim. Çünkü insan varlık koşulunu doğaya karşı oluştururken sanatın varlık koşulunun da çerçevesini çizmiş oluyor. Doğaya karşı kurulan her araç, her düşünce, her barınak, insanın kendi varlığını sürdürme isteğinin bir ifadesi. Sanat da bu isteğin en bilinçli, en incelmiş biçimi. İnsan, önce kendisini doğanın karşısına koyarak başladı onu dönüştürmeye, ama bu dönüşümde kendini de yarattı. Her sanat yapıtı, insanın doğayla olan çelişmesinin bir yankısı öyleyse: Bir yandan doğanın zorunluluklarına karşı bir özgürlük arayışı, öte yandan o zorunlulukları içinden doğru anlama çabası.
Sanat, insan-doğa çelişmesinde, zorunluluk-özgürlük arasındaki çizgide, insanın varlık arayışının ve tasarım gücünün estetik biçimi; insan bilincinin zorlaması doğanın sınırlarını, kapılarını kırarcasına çalması; doğanın gücüne duyulan hayranlık aynı zamanda hem de o güce karşı direncin tanığı… Çünkü her yapıt, insanın doğaya karşı kurduğu ikinci bir doğadır; doğayı dönüştürürken kendini de dönüştürmenin belleğidir. Belki de Berger’in sözünü ettiği “doğadan daha güvenilir karşılık”, budur: Kendi varlığını, kendi anlamını, kendi benliğini biçime dönüştürmesidir insanın.
İnsan doğa ile çelişmesini çözene kadar, onun doğadan daha güvenilir bir karşılık bulma arayışına hep sanat yanıt verecek.