Seyir defteri

Emevi Camiinde Cuma namazı kılma hayalleri ile Ortadoğu’da ABD’nin vasalı olmak için Suriye’deki radikalleri desteklemek büyük hataydı. Karşı çıktık. Sonra 15 Temmuz’un yarattığı yıkıcı aydınlanma sayesinde, bölgedeki kukla devlet projesini fark ettiler ve buna karşı Rusya ve İran ile işbirliği yapıldı, ABD’yi etkisizleştiren Astana ve Soçi ittifakları oluştu, Suriye krizinin çözümünde önemli adımlar atıldı, askerler ve istihbaratçılar görüşmeye başladı. Destekledik.

Ama pusula bir türlü değişmediği ve dış politika İhvancı yaklaşım ve kişisel inada göre şekillendiği için Suriye ile işbirliği yapılamadı ve Emevi Camiinde Cuma namazı, İdlib’de cenaze namazına dönüştü. Soçi mutabakatı hasar aldı...

Rus uçağı, bir FETÖ provokasyonu ile vurulduğunda anlık yönlendirmelerle bu facia eyleme sahip çıkmak yanlıştı. Karşı çıktık. Sonrasında, S-400 alınması, Kuzey Akım ve nükleer santral yapımı anlaşmaları bu yaranın kapanmasını sağladı. Doğruydu, destekledik.

Ama pusula değişmediği için Ukrayna ile 200 milyonluk silah verecek kadar ölçüsüzce yakınlaşıldı. PKK’ya 30 bin TIR silah veren ABD ile Ukrayna’nın, Kuzey Akım boru hattını engellemek ve Rusya-Türkiye ilişkilerini bozmak için anlaşma yaptığı unutulup, bu kez de Astana’ya hasar verildi.

Sığ sularda bir o kayaya, bir bu kayaya çarpılan Türkiye gemisi de hasar aldı.

Sorun sadece Serdümen’de değil, etrafındaki bir yığın analist ve yol göstericide. Haritaları yanlış okuyorlar, havayı yanlış kokluyorlar, geminin gücünü ve dayanıklılık oranını bilmiyorlar, tuhaf, hayali bir Osmanlı geçmişi yaratıp, oradan vizyon belirleyip politika üretiyorlar.

Hala görmüyorlar, Fırat’ın doğusunda Türkiye’ye öncelikli tehdit olan PKKPYD ile mücadele için de, sınırımıza yığılan ve halen ülkemizde bulunan milyonlarca mültecinin oluşturacağı tehdit ölçeğindeki sorunlarla mücadele için de, Suriye ile doğrudan temas dışında seçenek yok.

Artık bu gemiyi sığ sulardan çıkarmak gerek, bunun için de kişisel takıntılardan bir an önce kurtulmak gerek. Dışişleri Bakanı ‘’İhvan diye bir derdimiz yok’’ diyor, çok güzel, ama bunun dümene de yansıması gerek...

ŞEYMA İÇİN

Adam bir delikanlıyı sevdiğini öğrendi kızının. Önce dövdü evde, sonra aldı götürdü şehrin dışında bir yere çekti vurdu daha 17 yaşındaki çocuğu, ‘’namusunu temizledi, kurtardı’’ kızını.

Çocuktu henüz, büyüyecekti, belki çok çalışacak ve bir çocuk doktoru olup, çocukları kurtaracaktı; belki bir yazar olup çocuk öyküleri yazacaktı; belki öğretmen olup çocuklar yetiştirecekti... Bütün bunlardan ‘’kurtardı’’ kızını.

Birini sevecekti ondan ‘’kurtardı.’’ Belki bir çocuğu olacak ninni söyleyecekti kulağına, ondan ‘’kurtardı.’’ Belki küçük derme çatma bir evi olacaktı, penceresinde saksılar, konuşarak sulayacaktı onları, mutlu olacaktı, ondan ‘’kurtardı.’’ Güleç bir yaşlılığı, güzel torunları olacaktı belki, hepsinden ‘’kurtardı.’’

Annelikten, iki üç satır ninniden, sevmekten, sevilmekten, soluk almaktan, üzülmekten, sevinmekten, şaşırmaktan, öğrenmekten, bir yudum mutluluktan... Ne varsa hayata dair, hepsinden ‘’kurtardı’’ kızını.

Şimdi dört duvar ve demir parmaklıklar alkışlıyor adamı, ama...

Hayat ağlıyor, insanlık ağlıyor, kalbim ağrıyor.

Çocuk Şeyma, güzel Şeyma, umut Şeyma...

AYAK

FETÖ’nün siyasi ayağını arayanlar için geçen hafta Enver Altaylı ile Kılıçdaroğlu’nun başdanışmanı arasında geçen bin 200 telefon görüşmesini yazıp sormuştuk: ‘’Bu ne ayak’’ diye...

Bu hafta Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ da bir açıklama yaptı. Kayseri Hava İkmal komutanlığında 2009 Haziran’ında kuyruğundan yakalanan FETÖ’nün kurtulmasına yol açan bir yasa değişikliği önergesini kimlerin verdiğinin araştırılmasını sordu.

Çok önemli bir soruydu.

Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, grup toplantısında çok sert bir açıklama ile Başbuğ’un bütün milletvekilleri tarafından mahkemeye verilmesini istedi.

Ertesi gün mahkemeye ilk koşanın, ismi FETÖ borsası haberleriyle gündeme gelen Mustafa Elitaş olduğunu görünce, düşündüm biraz. Acaba cumhurbaşkanı taktik bir adım mı attı? Öyle olmasa bile bu mahkemeden çıkacak tek sonuç Başbuğ’un sözlerinin mahkeme kararına bağlanması olacak gibi görünüyor. Zaten Ergenekon-Balyoz bozma kararları da bu gerçeği ortaya koyuyor, ama bu kez doğrudan bir mahkemede verilen yasa taslağının sebep ve sonuçları tartışılacak.

Demem o ki, taktik ya da değil, koşullar çok farklı artık, ayakların baş olduğu dönemler her durumda geride kaldı, şimdi baştan ayağa arınma dönemindeyiz.

ÇIĞ

Şemdinli-Van karayolunun dik yamaçlı dar kıvrımları arasında yavaş yavaş ilerlerken, Durak karakolu yakınlarında durduk, 1998 Şubatının ilk günleriydi, yan yamaçtan yola düşen büyükçe bir kar öbeğinin temizlenmesi gerekiyordu... Önde Komando taburu konvoyu, arkada Derecik İç Güvenlik Taburu, onların da arkasında çok sayıda sivil araç. İncecik çiselemeye başlayan yağmuru fark ettiğim anda aracımın kapısı açıldı, telaşlı bir Uz. Çvş ‘’Komutanım çığ geliyor, hemen konvoyu tahliye edelim’’ dedi. Daha önce hiç çığ tehlikesi yaşamamıştım, ilk anda pek ciddiye almadım, ama hemen ardından ‘’komutanım, zaman yok, bana güvenin, yılardır buradayım ben’’ deyince, 1992 yılında Şırnak-Görmeç’te kaybettiğimiz Bolu Komando Tugayı’na bağlı bir bölük silah arkadaşım geldi aklıma. Hiçbir gücün bükemediği bilekler bir gecede sessizliğe gömülmüştü. Hemen atladım araçtan, ‘’motoru durdurun, kapıyı sert kapatmayın’’ dedi, öyle yaptık. 

Onunla birlikte ve sadece ikimiz, bütün araçları tahliye etmeye, aynı uyarıları yapmaya başladık, her araçta telsiz yoktu ve bağırmamak gerekiyordu, hızla bütün konvoy boşaltıldı. Boşalan araçların personeli konvoyun başına doğru, biz ise diğer araçları da tahliye etmek için sonuna doğru koşuyorduk. Askerler, 100 metre ilerideki karakola doğru ilerliyorlardı. Hatırlıyorum, sadece Derecik Taburu konvoyundan birkaç araç komutanı bizi ciddiye almadı ve araçtan ayrılmadı. Geri dönüp kendi aracımın biraz ilerisine ulaştığımda gök gürültüsüne benzeyen bir sesle arkamı döndüm, 2,5 tonluk dev gibi bir Unimog’un, alttan giren kar kütlesi tarafından havaya kaldırılıp, sırt üstü Şemdinli çayına uçtuğunu gördüm.

Büyük bir çığ değildi, ama ZMA’lar, kamyonlar dahil çok sayıda araç kar altında kaldı. Çığ durunca tekrar konvoya koştuk, en önde korucular vardı, kar altında kalan birkaç asker ve birkaç sivil hemen çıkarıldı. Adını bilmediğim o Uzman Çavuş yüzlerce kişinin hayatını kurtardı. O gün yola devam edemedik, çığ altında kalmayan öndeki araçların ve personelin emniyete alınması, barınma ve hasar tespiti ile sabahladık. Gece o Uzman Çavuş’u buldum, sarıldım, hepimizin hayatını ona borçlu olduğumuzu söyledim.

Gün ağarınca yola çıktım, Van’a götürmem gereken ağır silah ve teçhizat vardı, görev devam etmeliydi. İki gün sonra döndüğümde yolun açıldığını, dereye uçan hariç diğer araçların kurtarıldığını gördüm. Bir ay sonra da ‘’çok sayıda insanın hayatını kurtaracak tedbirleri başarı ile aldığı’’ için Derecik taburundan bir üsteğmene üstün cesaret ve feragat madalyası verildiğini duydum. Bir çığ da vicdanıma düştü. O gün oranın kahramanı, en başta beni ve diğerlerini ayaklandıran o Uzman Çavuştu.

Geçtiğimiz günlerde Van’da yaşanan ve 41 kişinin hayatını kaybettiği çığ faciasında beni en az kayıplar kadar üzen diğer şey, sebeplerin ve sorumluların yeterince doğru tespit edilememesiydi. ‘’Doğal afet’’ denilip geçildi.

Demem o ki, can alan ne çığdır ne deprem. Can alan, insanın görmezliği, duymazlığı ve dinlemezliğidir, ne doğayı ne de bilenleri...

Kuşkusuz bu olayın da hiç birimizin adını bilmeyeceği kahramanları ve sorumluları var. Nedenleri, hataları bilsek, belki bir dahaki sefere daha tedbirli oluruz, belki daha az can veririz... ama... Bilmeyecek ve öğrenmeyeceğiz.