Son kale düşmek üzere!

Türkiye aşırı borçlanma ile yarattığı suni refahın bedelini üretim gücünü yabancı tekellere kaptırarak ödeyecek. Buna bir nevi diyet ödemek de diyebiliriz. Ekonomistlerle sohbetlerimizde dile getirilen bu teori, "Tüpraş bile satılır"a kadar varıyor. Bu sonuca nasıl ulaştık? Reel sektörün kaldırabileceğinden fazla borç yükü altına sokulması tesadüf değildi. Ülkenin verili eğitim yapısı ele alındığında gelişmiş ekonomilerin üstün teknolojili sanayisiyle rekabet etmesi beklenemezdi. Sayılı şirketler dışında yeni çağın gereği olan teknolojik atılım gerçekleştirilemedi. Türkiye, bol paranın hüküm sürdüğü 2010'lar sonrası dönemde tercihini üretimden değil, tüketim, inşaat ve borçlanmadan yana kullandı. Kamunun dış borç yükü sabit tutularak (Kemal Derviş çıpası – IMF direktifi) özel kesimin sorumsuzca borçlanmasına müsaade edildi. Artık iş o raddeye vardı ki, üretim ve ihracatla bu borçların döndürülmesi imkan sınırlarını zorluyor. Ya yabancı ortaklıklar ya da tamamen satın almalar söz konusu olacak. Türk sanayisi adım adım el değiştirecek. İktidarın da gelecek yabancı sermayeye belki bilinçli, belki bilinçsiz bir "çöpsüz üzüm" bırakma niyetini, Yeni Ekonomi Programından okuyabiliyoruz. Şimdilik rafa kalkmış olsa da Tarımda Milli Birlik ve Gümrük Birliği'nin kapsamının genişletilmesi hizmetler ve tarım sektörümüzü tamamiyle çokuluslulaştırma planının taşları. Anlatalım...

*Teori Dergisi'nin Haziran 2019 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

SÜREÇ NASIL İŞLEDİ DİYE BAKINCA...

24 Ocak kararlarıının uygulanmasıyla neoliberal sisteme eklemlenen Türkiye ekonomisi, 90'lar boyunca bir uyum süreci yaşadı. 96'dan itibaren uygulamaya konulan, hizmetlerin ve tarımın dışarıda bırakıldığı, Gümrük Birliği Anlaşması ile Türk sanayisine Avrupa ana sanayiinin tedarikçisi rolü biçildi. İş gücü ucuzdu, 80 darbesinin ezip geçmesi nedeniyle işçi sınıfı örgütlülüğü zayıftı, hazır giyim üretimi gibi gelişmiş ülkelerin terk etmesi gereken emek yoğun sektörler için hemen kapı dibinde bir terzihaneye gerek vardı. O Türkiye'ydi. Kendine biçilen kısıtlı role karşın Türk müteşebbisinin gücü takdire şayandır. Bunun yanında TÜSİAD çatısı altında örgütlü büyük sermaye gruplarının on yıllara dayanan birikimi ve yabancı işbirlikleri sayesinde Türk sanayisi belli sektörlerde dünya standartlarında üretim yapan ve ihraç mallarını her coğrafyaya ulaştıran bir konuma erişti. Bu bakımdan 2000'li yıllar ve sonrasında birçok sektör gerek Atlantik gerek Avrupa gerekse Uzakdoğulu devlerin ilgisine mazhar oldu. Körfez sermayesi de geri durmadı. Bu yazı akademik bir çalışma olmadığından detaylı örnekler sunmadık. Ekonomiyi şirketler özelinde de takip edenlerin aklına hemen birkaç örneğin geleceğini düşünüyoruz.

SERMAYE ÜRETİM SÖZÜNÜ TUTAMADI

Devam edelim. İktisatçı Prof. Dr. Bilsay Kuruç, benim de katıldığım bir doktora programı dersinde (Şubat 2017 / Marmara Üniversitesi, Nişantaşı Kampüsü) yaptığı sunumda Türk burjuvazisini, sanayiyi söz verdikleri güce eriştiremedikleri konusunda eleştirmişti. Sanayinin milli gelir içindeki payı bir türlü yüzde 30'ları bulamadı. Ancak Türk sanayisi ve Türkiye'nin müteşebbis gücü, ithalatçı sektörlerde dahi dünya ile rakebet edebilecek alanlar açmayı başardı. Öyle olmasaydı; her ne kadar birçok sektör ithalata bağımlı da olsa, bugünkü ihracat potansiyeli yakalanamazdı. Türk sermayesi sanayide verdiği sözü tutamadı ama inşaat ve borçlanmada tuttu. 40 yıllık sanayiciler inşaatçı oldu. 2008 küresel finansal krizi sonrası merkez kapitalist ülkelerin merkez bankalarınca uygulanan genişlemeci para politikaları sayesinde dünya paraya boğuldu. Risk iştahı artınca Türkiye gibi gelişen ülkelere kaynak transferi sıcak para ve borçlandırma yoluyla aktı. Düşük kur yüksek faiz kumpası tuttu. Kamunun borçlanması uluslararası kriterlere göre denetlenirken özel sektörün borçlanmasının önünde herhangi bir kısıt yoktu. Söz konusu dönemde (2010 ve sonrası) özel sektör firmaları dış borca boğuldu. Borçlar verimli alanlarda kullanılmadı. Borçlanma kamu eliyle özendirildi ve büyük projeler için bankalar bazen zorla devreye sokuldu.

MÜSİAD ŞECAAT ARZ EDERKEN...

Böylece üçüncü aşama tamamlandı. İlk aşamada 2000 ve 2001 krizleri sonrası Türk bankacılık sistemi çöktü. IMF programı doğrultusunda yapılan özelleştirmeler bir yanda, Türk bankaları yabancı ortaklıklar ve satın almalar yoluyla el değiştirdi. Bugün gelinen noktada Türk bankacılık sisteminin yüzde 60'ının uluslararasılaştığını söyleyebiliriz. Sigortacılık sekörünün de bu oranın yüzde 80'leri bulduğu belirtiliyor. İkinci aşama borsaydı. Ak Parti'nin Atlantik ile balayı döneminde yaşanan Avrupa Birliği üyelik müzakereleri, yine özelleştirmeler ve sıcak para akımlarının etkisiyle başlayan süreçle Borsa İstanbul'da (O dönemki adı İstanbul Menkul Kıymetler Borsası) yabancıların hakimiyet oranı yüzde 60-65 seviyelerine çıktı. Şimdi üçüncü aşamadayız. Türk reel sektörünün kurun geldiği seviyeler itibarıyla döviz bazında oldukça ucuz olduğu malum. Borçluluk oranları yüzünden eriyen karlılık ve faaliyet dışı gelirlerle kotarılan bilançolar (İstanbul Sanayi Odası'nın açıkladığı İSO Birinci ve İkinci 500 raporlarına bakılabilir) dikkate alındığında, ülkenin geleceğini parlak gören yabancı yatırımcılar için alım fırsatı dönemi yaklaşıyor. Sistemik bir kriz yaşanmazsa verili enflasyon ve kur hareketi dikkate alındığında 2020 sonları gibi dolar kurunun 7.5-8TL bandında dengeleneceğini öngörüyoruz. Elbette bu çıkarımımız ekonominin meşhur "ceteris paribus / diğer tüm durumlar sabitken" kuralına tabi. Türk şirketlerinin piyasa değerini anlatmak için, geçen yıl temmuz ayı sonunda kur henüz 4.90 TL seviyesindeyken MÜSİAD Başkanı Abdurrahman Kaan'ın şu sözüne kulak verelim: 40 milyar dolar ile Türkiye'deki şirketlerin 4'te birini satın alabilir. (Kaynak: Anadolu Ajansı)

EL DEĞİŞTİRMELER İNCEDEN BAŞLADI

Bilmem tehlikenin farkında mısınız? Ama halihazırda TÜİK'in 2015 yılı araştırmasına göre, üretim değerine göre; 2015 Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistiklerinin tamsayım kapsamındaki girişimlerde yabancı kontrol oranı yüzde 14.1 düzeyinde. 2015 sonrasına ilişkin bir veri bulunmuyor. İmalat sanayindeki alt sektörlere bakıldığında en yüksek yabancı kontrol oranı yüzde 84.7 ile “Tütün ürünleri imalatı” sektörüne ait. İkinci sırada yüzde 44.8 ile “Motorlu kara taşıtı, treyler (römork) ve yarı treyler imalatı”, üçüncü sırada yüzde 39.5 ile “Temel eczacılık ürünlerinin ve eczacılığa ilişkin malzemelerin imalatı” sektörü yer alıyor. Son dönemde ise Beymen'in tamamının Katarlılarca satın alınması ve Betek Boya'nın (Filli Boya) Japonlara satılması dikkat çekti. İş dünyasından edindiğimiz bilgilere göre Çin sermayesi de Türk firmalarla yakından ilgileniyor şu son dönemde.

Hazine dış borç istatistiklerine göre, 2001 yılı başında 49.2 milyar dolar olan kamunun brüt dış borcu 2018 sonunda 140.5 milyar dolara çıktı. Özel sektörün 52.8 milyar dolar olan borcu da 298.4 milyar dolara yükseldi. Reel sektörün döviz borcu 222 milyar dolar düzeyinde. 2001 başında toplam brüt borçların milli gelire oranı yüzde 43.3 düzeyindeyken 2018 sonunda bu oran yüzde 56.7'ye yükseldi. Kurdaki her bir kuruşluk yükseliş özellikle döviz geliri kısıtlı firmalar üzerine büyük yük bindiriyor. Mehmet Şimşek döneminde döviz geliri olmayan reel sektör firmalarının dış borçlanmalarına sınır getirilmesi ve borçlanmanın yakından izlenmesi konusunda Merkez Bankası eliyle bir mekaniza geliştiriliyordu. Sonuçlarından haberdar değiliz.

YABANCI GELİR AMA ÇÖPSÜZ ÜZÜM İSTER!

Çöpsüz üzüm kısmına gelirsek. Türk reel sektörü büyük ölçüde çok uluslu yapıya bürünecek bürünmesine ama istihdam piyasasının esnekleştirilmesi gerekiyor! İşte o da 31 Mart 2019 seçimleri sonrası Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albrayrak'ın açıkladığı "yol haritasında" gizli. Kıdem tazminatı fona devredilecek. Zorunlu BES (Bireysel Emeklilik Sistemi) ile harman edilecek vs. Oysa hem işçi sınıfı hem de büyük sermaye kıdemin fona devrine karşı çıkıyor. (İşçi ve işveren sendikalarının açıklamalarına bakılabilir.) Ancak işveren kesimi kıdemin fona devrine karşı çıkarken, işgücü piyasasında esneklik talebini öne sürüyor ve zaten kıdemin ortadan tamamen kalkacağı bir sistemi dayatıyor. Şimdilerde 350 dolara kadar düşen aylık asgari ücret dikkate alındığında Türk emek gücü oldukça ucuz. Bununla birlikte hangi sistem hayata geçerse geçsin kıdemin olmadığı bir işgücü piyasası bazıları için, "yatırım ortamının iyileştirilmesi" anlamında köklü bir reform.

İŞÇİNİN FONU BATIKLARA YEM Mİ OLACAK?

Bitirirken not edelim: Reel sektöre borç temin eden kesim bankacılık sektörü ki yabancı hakimiyetinde. Borçlanma aracı olarak kullanılacağı artık iyice açığa çıkan Türkiye Varlık Fonu marifetiyle kamu bankaları da topun ağzında bulunuyor. Türkiye'ye zamanında borç verenler itfa dönemini açtılar. Bankaların borç çevrimleri geçen yılki kur şokundan beri yüzde 100'lerin altında. Özel sektör ise dış borç çevrimlerini halen genişletiyor. Kamu son dönemde iç borçlanmaya ağırlık verdi. Bazılarınız için komplo teorisi gibi gelecek olsa da; Albayrak'ın yol haritasında öngörülen, enerji ve gayrimenkul batıklarının hisse takası yoluyla yerli ve yabancı fonlara satılmasının ardında ne var? Daha önce işsizlik fonu marifetiyle kamu bankalarına kaynak sağlanması gibi iki sektörün batıkları kıdem ve BES fonuna mı satın aldırılacak? Böylece kılçıksız balık tavada hazır yemeğe sunulacak!