Taksim Meydanı’nın üç köşesi

Ne meydanları, ne de onun olmazsa olmaz bir çeşit orkidesi olarak tanımlayabileceğimiz heykelleri seviyoruz. Meydanlara karşı ilgisizliğimiz, bir bakıma prehistorik dönemlerden beri kentsel mimarlığın değişmez planı hipodomos’a (ızgara sistemi) sahip olmayışımızın sonucudur; heykellerle de aramız, bildiğimiz -ve de bildiğiniz- nedenlerden ötürü bir türlü iyi olmamıştır. Yaşadığımız coğrafyada bir gelenek haline gelen meydan ve de heykellere yönelik bu anlaşılmaz tutumu, geleceğe yönelik tüm umutlarımızı da ne var ki iyiden iyiye törpülemektedir.

MEYDANI MEYDANLIKTAN ÇIKARMAK

Belki de yeryüzünün ilk düzenli kent planlarının en özgün örneklerine (Çatalhoyük, Priene, Efes, Bergama vs...) sahip olduğumuz bir coğrafyada, nedendir bilinmez, başımızın dert olarak öne çıkan bu sorunlar, çözümleneceği yerde, her dönemde çoğalmakta, üstelik çözüm önerileri, bir öncekinden daha büyük sorunlarla neredeyse bir nazar boncuğu gibi büyük bir inat ve hoşgörüsüzlükle korunmaktadır.

Örneğin Beyazıt Meydanı’nı ele alalım. Bu meydan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze değin kaç kez değiştirildi, meydan olmaktan çıkarılmak için defalarca el birliği ile yıkıldı da bir türlü doğru dürüst yapılmadı. Onca hengâmeden sonra buranın bir meydan karakterine sahip olduğunu artık asla söyleyemeyiz.

MEYDANLAR İÇİNDE

İstanbul’daki meydan denilecek tek meydanınsa Bizans’tan miras kalan Sultanahmet Meydanı olduğunu iddia edebiliriz. Onca tahribata karşın, yine de ayakta durabilmenin üstesinden gelebilen, yok edilmesi için yapılan her hamleyi sindirip kendisinin bir parçası haline getiren, kadim sütunları, üç ayaklı kazan ayağı, Alman imparatorunun armağan çeşmesiyle, başı sonu ortası olan meydan gibi bir meydan burası... İstesek de, inat etsek de onu meydan olmaktan bir türlü çıkaramıyoruz.

Gelelim Taksim Meydanı’na... Aslında bir kent ölçeğinde asla meydan olamamış bir meydan. Meydan denilen bu yerin asimetrik konumunu, ortada olması gereken heykelle meydanın odak noktasındaki uyumsuzluktan da kolaylıkla anlayabilirsiniz. Heykel yerinde dururken, dönemin koşullarına göre meydan ha bire genişletilmiş. Genişledikçe de zaten öteden beri sahip olmadığı meydan olma konumundan da uzaklaşıp durmuş. Yani meydan bir yanda, heykel bir yanda... Öylesine garip bir durum...

POLİTİKANIN KURBANI

Şimdi son hamle Taksim’i meydan gibi meydan yapma harekâtı. Ama üç tarafı da deyim yerinde ise ateşten değnek... Bir uçta, 23 yılda yapılıp, 52 dakika içinde, IV. Murat’ın paha biçilmez eşyalarıyla 1969 yılının Nisan’ında kül olan Atatürk Kültür Merkezi, öbür uçta, Gezi olayları nedeniyle ertelenen Topçu Kışlası, beri uçta da hayırsever birisi tarafından yapılacak olan Taksim Camii...

Biliyorum; bu üç yapılaşmaya herkes karşı çıkacak... Ama ne yazık ki bu karşı çıkış, bir kenti meydansızlıkla suçlayıp meydansızlığa tutsak etme anlamını da içeriyor. Bunun ne anlama geldiğini bulmak için, dışarıda gezdiğiniz kentlerin meydanlarını bir kez daha anımsayın. Paris’teki Opera binası nerede? Münih’teki askeri kışla hangi meydana bakar? Ve de en görkemli kiliselerin görkemli cepheleri nereye dönüktür...

Ama dedim ya, bize gelince işler değişiveriyor... Meydanlar da, heykeller de politik bir konuşkanlığın kurbanı olup gidiyor... Bize mi, yoksa kente mi yazık, orasını da bir türlü çözemiyorum...