Yeni dünyaya doğru bağımsızlık

Küreselcilik o kof şahlanışını yaptığında en çok duyduğumuz söz, “ne bağımsızlığı, geçti o devir, artık karşılıklı bağımlılık var!” sözü olmuştu. Hemen ardından azarlayan ses tonu yükselirdi: “Şuna da bakın, dünyadan kopalım, içimize kapanalım diyor!”
Bu sözlerdeki mantık ve dil hatasına hep itiraz ettik.
Bağımlılık tek taraflı durum, karşılıklı olmaz. Karşılıklı olan bağlardır; bağımlılık, bu bağlardaki hastalıklı hal. Dünyaya bağlanmak, sağlıklı karşılıklı bağlarla olur. Bu bağlarda bağımlılık hastalığı varsa, bunu görmezden geliyorsan, sömürgeleşme heveslisi olursun, başka bir şey değil.
Yüzyıl önceki mandacıların yeni kuşağı sağ-küreselcilerle yaptığımız tartışma böyle sürdü gitti.
Sol-küreselciler de aynı şeyi söylediler. Tek farkları vardı. “Küreselleşme tamam da sosyal boyutu eksik” ya da “Avrupa Birliği tamam da emek boyutu zayıf” diyorlardı. Küreselleşmenin sol/sosyal demokrat kanadı olmaya hazırlanmışlardı.
***
Şimdi küreselcilik çöktü.
Dünya ilişkileri yeniden tanımlanıyor.
Bağımsızlık tartışmamız da başka bir düzleme taşındı.
Yeni düzlemi kuran çıkış noktası, küreselcilerle yaptığımız tartışmanın içinde görece örtülü kalan bir sözcüktür: “Dünya” sözcüğü. Onların “dünya”dan anladıkları, bütün dünya değildi; küreselcilik ideolojisinin anavatanı olan Batı ülkeleri, daha doğrusu Atlantik rejimiydi.
***
‘Küreselleşme bir vak’adır’ buyurganlığıyla bağımsızlığın artık tarih olduğunu ileri sürenler, bugünlerde militan Batıcılıklarıyla Atlantikçiliklerini gizleyecek bir perde bulamamanın sıkıntısına düşmüş bulunuyorlar. Yalnızca dünya ahvali nedeniyle değil, özellikle siper oldukları merkezler Türkiye’ye karşı peş peşe ve şiddeti artan düşmanca tavırlar sergilediği için sıkıntıya düştüler.
Bu ortamda Brüksel bürokrasisini, Kuzey Atlantik ordugâhlarını, mali piyasa başkentlerini açıktan açığa savunamayanlar, ilginç savunmalar geliştiriyorlar.
Kimi İskitlerden Hun ve Moğollara (elbette Türklere) uzanan Asya ‘barbarlığı’nı hatırlatıyor. Bu ‘barbar’ları andığı anda, belli ki (ama niye ki?), aynı Batı aristokratı ile entelektüeli gibi onun da sırtı ürperiyor.
Diğeri Çarlık Rusyası ile Osmanlı Devleti arasındaki savaşlardan dem vuruyor. Toplam 500 yıllık diplomatik ilişki tarihinden savaşları çekip Rus mezalimi öyküleriyle ezeli-ebedi düşmanlık hisleri örmeye gayret ediyor. Bunların bazıları, Çarlık Rusyası kadar tarih olmuş soğuk savaşçı ruhuyla konuşuyor. Kurtuluş Savaşı’ndaki silah yardımını, daha sonra demir çelik tesislerindeki işbirliğini hiç hatırlamıyor; ama ‘Boğazlar ile Kars’ı istediler!’ diye sayfalar döşeniyor.
İran’ı öteleme gayretleri de Rusya’yı öteleme yöntemlerine benziyor. Kâh 16. yüzyılın Yavuz Selim-Şah İsmail savaş hikâyelerini, kâh Humeyni sistemini işaret ediyor. Ezeli düşmanlıklar icat edip geleceği bununla örmek için uğraşıyor.
Bu kadar çok uğraşmaya gerek görmeyenler ise “nerede yaşamak istersin, Batı’da mı Doğu’da mı” gibi pek zor sorular soruyorlar.
Bütün bu gayret, Türkiye’ye saldırsa da önemli değil, Atlantik rejimi içinde kalmamız için. Hem de bu kolay bir yol: İstediklerini yaparız, rahat ederiz!
***
Atlantik rejimi yanlıları genel olarak böyle diyorlar.
Tezleri, Atlantik rejiminin savunulacak bir yanı kalmadığı için Doğu-Asya-Avrasya kötülemesine odaklanmış durumda.
Atlantik emperyalizmini bırakıp Rus -Fars -Türk emperyalizmlerinden dem vurmaya başlayanlar bile var.
Ve Türkiye’yi karadan denizden sınır olduğu tüm komşularıyla iyiden iyiye yabancı kılmaktan, arada düşmanlıklar üretmekten de hiç rahatsız olmaz görünüyorlar.