Emrah Maraşo

emrahmaraso@gmail.com

Son Yazıları

'Bir Başkadır'ın ideolojisi

Neoliberalizmin görülmeyen eli 'Bir Başkadır' övücülüğünde mutabakat yarattı. Diziye yönelik övücülüğün ve 'ötekini anlama'nın çıktığı arşta görünen durum yaratılan kurgusal gerçeğin aynasında yaşanılan yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma gerçekliği çarpıttığı için kavramları da yorumun keyfiliğine terk etmiştir.

Son günlerin çok konuşulan dizisi “Bir Başkadır” sosyalistinden liberaline, milliyetçisinden İslamcısına kadar farklı kesimleri aynı beğeni ve övgü noktasında buluşturdu. Hatta diziyi övmekte geç kaldığını düşünenler bu trene yetişmek için epey acele etti. Buna göre dizi harika bir yapımdı ve “memlekette güzel işler de oluyor”du. Senaryosundan oyunculuğuna, görüntülerinden ışığına kadar Türkiye’de eşine az rastlanır bir yapımla karşı karşıyaydık. Dizi Türkiye gerçeğini anlatıyordu. Tanıtım görsellerinde de ülkeyi bir başka yapan renklere ve farklılıklara vurgu vardı. Neoliberalizmin görülmeyen eli “Bir Başkadır” övücülüğünde mutabakat yarattı.

Yazının Devamı

Tevrat’taki Dina: İntikamın hikayesi

Akdeniz bölgesinde ABD, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin düzenlediği tatbikata ‘Noble Dina’ isminin verilmesi tesadüf değil. Güncel saldırganlıklar İsrail ve Yunanistan’ın ortak kökenlerden kaynaklanan mitleri destekleniyor.

Noble Dina Türkçe ifadeyle Asi Dina, Hz. Yakup’un Lea’dan olan kızının adıdır. Yakup, Dina’nın “amca hakkı” olarak kardeşi Esav’la olan olası evliliğine karşı çıkar ve Tanrı buna kızarak yasal bir evliliği engellediği için kızının elinden zorla alınacağını Yakup’a söyler.

Yazının Devamı

Sistemin vaadi: Toplu intihar

“Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor?

Bu toplum toplum değildir… vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür”

Yazının Devamı

Ufuktan bir güneş doğuyor

Bugün 10 Kasım. Büyük devrimci önderimiz aramızdan ayrıldıktan ve Türkiye ABD denetimine girdikten sonra Atatürk’ün rotasından çıkılmasını hep eleştirdik. Türkiye yeniden tam bağımsız olsun, yeniden devrimlerin yoluna girsin istedik. Emperyalizmin denetimi son bulsun, özgürlük gelsin diye mücadele ettik. Halkımız mutlu olsun, gözyaşı dökmesin, insan gibi yaşasın diye haykırdık. Silivri duvarlarını yıktıktan, PKK’yı hendeklere gömdükten, FETÖ’nün 15 Temmuz darbesini ezdikten sonra ufuktaki güneş göründü. O güneş bağımsız ve aydınlık Türkiye’dir. O tarihin devrimci doruğunda ise Atatürk’ün temsil ettiği irade ve program durmaktadır.

ÖN KOŞUL YOK

Yazının Devamı

Ekim Devrimine nereden bakmalıyız?

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte II. Enternasyonal’i oluşturan işçi partileri kendi emperyalist yönetimlerinin yanında yer almışlardı. O günde dek dünya ölçeğindeki bir hesaplaşma olasılığına karşı barışı savunacaklarını söyleyen sosyalist partiler, savaşın başlamasıyla birlikte bu konumlarını çöpe atarak taraf değiştirmişlerdi. Lenin, savaş çıktığında bu partilerin kendi hükümetlerini desteklediğine ilk önce inanmamış ve büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. Savaş o kadar köklü dönüşümlere yol açmıştı ki ünlü Rus anarşisti Kropotkin devrim ateşinin Rusya’yı sardığı koşullarda Bolşeviklere karşı çıkarak ülkenin diktayla yönetilmeye ihtiyacı olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti. LENİN KİTABİ DEĞİLDİAvrupa “sosyalistlerinin” bu tutumlarının nedenini oluşturan etken, “kapitalizmin en yüksek aşaması” olan emperyalizmdi. Serbest rekabet gözden düşüyor ve tekeller onun yerini alıyor, sanayi sermayesi ve üretim kenarlara itiliyor ve mali sermaye ihracı yoluyla ezilen milletleri sömürmek esas hâle geliyordu. Dünya bir avuç ezen devlet tarafından paylaşılıyordu. Böyle bir tabloda devrimi doğuracak olan olgu Avrupa’dan Asya’ya doğru kayıyor ve devrimin öznesi değişiyordu. Ezilen milletler milli demokratik devrim ve sosyalizm davasının sahipleriydi. Avrupa’daki sınıf çelişmeleri emperyalist sömürünün yükselmesiyle birlikte yumuşuyor ve Asya milletlerinin sömürüsü Avrupa proleterlerini de zenginleştiriyordu. Lenin bu durumu işçi aristokrasisiyle bir tutsa da bir süre sonra gelişmenin yalnızca Avrupa işçi sınıfının kaymak tabakasıyla sınırlı olmadığı, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının bir bütün olarak emperyalist burjuva milletin parçaları haline geldiği görüldü. Lenin kitabî ya da ekonomist değildi, devrimciydi ve gerçeği yakaladı. MARX ve ENGELS PEYGAMBER DEĞİLDİYeni durumun işaretlerini Marx ve Engels de görmüştü. Marx 1870 yılında İngiliz hâkim sınıflarına vurulacak belirleyici darbenin İngiltere’den değil İrlanda’dan gelebileceğini ve bunun da ancak İrlanda’nın kurtuluşuyla mümkün olduğunu yazdı. Engels 1882’de ülkelerinin kurtuluşunu önemsemeyen Polonyalı sosyalistleri eleştirerek “bağımsızlık, herhangi bir ortak uluslararası eylemin temelidir” dedi. Çevrenin merkeze karşı öne çıkması ve milli kurtuluşun mücadelenin temeli olmasının ipuçları görülüyordu. Marx ve Engels peygamber değil devrimciydi ve teorilerini pratikten çıkardı. Kendileri o pratiğin ortasındaydı. MARXİST MUHAFAZARLIKLA MÜCADELELenin ise yukarıda kısaca özetlediğimiz yeni durumu teorileştirirken Marksist muhafazakârlığın hem revizyonist-sağcı(Kautsky) hem de sekter-solcu(Luxemburg-Buharin) kanatlarına karşı mücadele etti. Bu iki eğilimin birleştiği nokta şuydu: Buna göre emperyalizmle birlikte sermaye, devlet merkezileşiyor ve bunun sonucunda emperyalizmin merkezlerinde sosyalizmin koşulları oluşuyordu. Sağcı kanat sosyalizme kendiliğinden, evrimci bir geçişi savunurken solcu kanat sosyalizmin gelişmiş kapitalist ülkelerdeki mücadele sonucu geleceğini söylüyordu. Yeni çağın ve tarihsel materyalizmin karşıtlıklar, çelişkiler üzerine kurulu olan yönteminin reddine dayanan bu eğilimlerin temelinde pratik devrimci bir konumda yer almamak yatıyordu. Meselenin bam teli de burası. DEVRİM YAPMAK İÇİN MÜCADELELenin emperyalizm üzerine çalışmış olan ve kitabını dikkatle okuduğu Hilferding’i “dünyanın bölünmüşlüğünü ve emperyalizmle oportünizm arasındaki ilişkiyi görmezden gelmek”le eleştiriyordu. Devrimci pratik olmayınca devrimci teori de oluşturulamıyordu! Lenin’in farkı ise devrim yapmak için mücadele etmesi ve bu nedenle emperyalizm çağından bir devrim teorisi çıkarmasıydı. BİLİMSEL SOSYALİZM SINANIYOROnun solcu muhalifleriyse emperyalizm döneminde ulusal kurtuluşun hayalci, ütopik ve gerici olduğunu, uluslar sınıflara bölündüğü için ulusal kurtuluş diye bir olgunun olamayacağını ispatlamaya kalkıyorlardı(Buharin-Luxemburg çizgisi). Bu tartışmanın özü aslında Avrupa-merkezci devrim stratejisiyle Asya merkezli devrim stratejisi arasındaydı. Lenin’in Şubat Devriminin ardından sürgünden Rusya’ya dönüşüyle birlikte ortaya attığı tezler, yani Rusya’yı işçi sınıfı önderliğinde demokratik devrimi tamamlamaya ve kesintisiz olarak sosyalizme geçmeye götüren tezleri alayla ve gülümsemeyle karşılanıyordu. Çünkü burjuvazi demokratik devrimi yapacak ve bundan sonra sıra işçi sınıfına gelecekti! Bu noktada da bilimsel sosyalizm gerçekle sınanıyordu ve karşısında muhafazakâr, kitabi ve akademik Marksizm vardı. MÜCADELEDEN KOPUK AYDI N KOROSUBunları neden yazdık? Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılındayız. Devrimin anlamını, karakterini, önemini, derslerini arkada bıraktığımız pratiğin tecrübelerine dayanarak ortaya koyuyoruz. Tüm bunları Bilim ve Ütopya’nın Kasım özel sayısında ve Teori dergisinde okuyacaksınız. Bizim dikkatimizi çeken nokta ise devrimin yüzüncü yılında bilimsel sosyalistler dışında sol olduğunu iddia eden örgütlenmelerin Ekim Devrimi’ni mücadeleden kopuk akademisyenler ve aydınlar korosuyla anmalarıdır. Kuşkusuz kişinin akademisyen olması devrimci olamayacağı anlamına gelmiyor. Hatta akademik çalışmalar, belli bir disiplin ve bilimsel yöntemle yapıldığı için son derece yararlı ve aydınlatıcıdır. Kastımız bu değil. Söylemek istediğimiz emperyalizme karşı örgütlü mücadele dışında Ekim Devrimi olgusunun esas olarak bir betimleme ve tahlil nesnesi olarak ele alınmasıdır. Devrimci olduğunu iddia edenler sadece bu nedenle bile Ekim Devriminden kopmuştur. Çünkü o devrim en başta devrimci bir partinin önderliğinde yapılmıştı, lafazanların değil! EKİM DEVRİMİ'Nİ MEVZİDE OLAN ANLARBöylece Ekim Devrimi tarihsel bir betimlemenin, mücadelenin kenarındaki meselelerin ilişkilendirildiği bir olayın malzemesi haline getirilmektedir. Devrime darbe diyen de çıkmaktadır, devrimi Stalin düşmanlığı vesilesi haline getiren de… “Marx’a dönüş” gibi gerici ve idealist, “Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte Marx haklı çıktı, devrim geri ülkelerde olmaz” gibi teslimiyetçi ve düzeniçi fikirlerin söylenmesi de bu akımın, bizim akademik Marksizm diye nitelendirdiğimiz akımın sonuçlarıdır. Sol olduğunu iddia edenlerin önemli bir bölümü de bağımsızlık ve devrim davasından koptuğu ve PKK’cılık yaptığı için kendilerini bu akıma teslim etmişlerdir ve onunla iç içe geçmişlerdir. Çünkü devrimci pratiğin olmadığı yerde teorik birikim ve katkı da olmaz. Ekim Devrimi’ni ancak ve ancak devrim mevzisinde olanlar, ona devrimci saflardan bakanlar anlayabilir ve dersler çıkarabilir, bıraktığı mirası geliştirebilir. O mevzii ise çağımızda vatandır. Yazının Devamı

'İyi olacak'

3 Kasım 2002 seçimlerinde Ankara’nın Yenimahalle ilçesinde İşçi Partililer olarak çalışma yapıyorduk. Arkadaşlarımız hayatlarının merkezine bu kampanyayı koymuşlardı. Parti tüm gövdesiyle harekete geçmiş, ayağa kalkmış ve güçlü bir rüzgâr estirmişti. Meşhur “Hasan Yalçın saati” de işte bu kampanyanın ürünüydü. Her sabah seçim büromuzda buluşur, Batıkent başta olmak üzere ilçenin birçok semtinin altını üstüne getirir, çalınmadık kapı, girilmedik dükkân, konuşmadık emekçi bırakmazdık. Bir de seçimler için kiraladığımız karavanımız vardı, çok severdik. Gideceğimiz yere seçim şarkılarımızı bangır bangır çalarak varırdık. Şarkılar programımızın ana hatlarını oldukça iyi ifade ederdi.Meral Akşener’in partisinin adını duyunca işte o günler ve defalarca çaldığımız bir parça geldi aklıma. Nakaratı “iyi olacak”la bitiyordu. En çok aklımda kalan kısmı şuydu:Dolarcılar hapı yutacakİyi olacakHortumcular faka basacakİyi olacakBuradaki iyilik herkese göre değildi. Dolarcıların, hortumcuların, borsa vurguncularının, faizcilerin, arazi rantçılarının yani halkın kanını emen sülüklerin hapı yutmasını, faka basmasını, ayvayı yemesini istiyorduk. Çünkü onların mutluluğu emekçinin sefaleti anlamına geliyordu. Mutluluklarının maddi temeli emekçinin ve bir bütün olarak milletin alın terinin gasp edilmesi üzerinden yükseliyordu.Herkes için iyilik aldatmacasıBir toplumun tümünü oluşturan kesimler için iyilik, mutluluk yoktu. Çünkü toplum sınıflara bölünmüş, o sınıflar çeşitli partilerde örgütlenmişti. Hele yaşadığımız şu emperyalist-kapitalist sistemde herkes için mutluluk vaadi ancak ve ancak sistem sahiplerinin aldatıcılığı olabilirdi. Bu nedenle iyilik, güzellik, mutluluk gibi kavramlar sınıfsaldı ve gerçeğin saklanması, çeşitli işlemlerden geçirilerek başka bir şeye dönüştürülmesi sistemin efendileri açısından çıplak sınıf çelişmelerinin üzerine örtmek için şarttı.Akşener’in iyileri Akşener’in “İyi Parti”si adından da anlaşılacağı gibi bu çelişmeleri örtmek için kuruldu. İyi Parti’nin kınalı eliyle reklam yapan “kurnaz” anası herkes için iyilik istiyor! Hem Atatürk’ü anıyor hem Özal’a şükranlarını sunuyor. Sabah Anıtkabir’i ziyaret ediyor ardından türbeye gidip başörtüsüyle poz veriyor. Hem Atatürkçüye hem muhafazakâra seslendiğini sanıyor. Bir karikatür sayfasındaki çizimin kılıktan kılığa girerek kendini ona buna şirin gösterme komikliğine şahit oluyoruz sanki.Oysa Atatürk, Akşener kadar “iyi” değildi! Tekkeleri, zaviyeleri kapattı ve dinin sadece siyasette değil dünya işlerinde de şu ya da bu ölçüde yer almasına asla izin vermedi. Yazdırdığı ders kitaplarına bakmanız ve dini köktenci bir şekilde nasıl eleştirdiğini görmeniz yeterli. Atatürk devletçiydi, plancıydı, halkçıydı ve bağımsızlıkçıydı. Çünkü o, iyiliği vatanın ve halkın mutluluğu için istiyordu. Emperyalistlere, yobazlara, kompradorlara yapacağı bir iyilik yoktu.Atatürk Akşener’in iyisi Özal gibi köşe dönmeci, liberal, batıcı, NATO’cu olmadığına göre Akşener’in Atatürk’le hiçbir ilgisi yok. Peki bu vurgu niye? Bizim çok akıllı olduğunu sanan kolaycı Atatürkçülerimizi kandırmak için. Güya her kesime seslenen Akşener AKP’nin önünü kesecek ve böylece Türkiye normalleşecek! Bir yerlerden tanıdık geliyor değil mi?HDP’nin sağ baskısıNereden hatırladığınızı söyleyelim: 7 Haziran seçimleri dönemindeki HDP’nin sağ versiyonu var karşımızda. Herkese mavi boncuk dağıtan, gülümseyen, sahte umutlar yükleyen bir parti bu. Tıpkı HDP’nin parlatıldığı dönemde olduğu gibi. Fakat kaçınılmaz bir gerçek bütün haşmetiyle duruyor: O da bu partinin batıcılığı, NATO’culuğu, serbest piyasacılığı ve açılımcılığıdır.Şansı yok“İyi Parti” istikrar zamanında ortaya çıkmadı. Tıpkı 2002’de AKP’nin doğuşunda olduğu gibi kriz zamanında dünyaya geldi. Fakat bu durum her şeyin aynı olacağı anlamına kesinlikle gelmiyor. Çünkü ne krizin niteliği aynı ne de Türkiye kamuoyunun bilinç düzeyi…Ülkemizin yaşadığı kriz ABD emperyalizmiyle ve halkın bilinci de artık Amerikancı yalanlara göre değil anti-Amerikancılığa göre biçimleniyor. Rüzgar vatandan ve milletten yana esiyor.Sistem zavallı haldeSol görünümlü batıcı aydınlar, kolaycı avanaklar, sistemin kustuğu sağcı profesyonel siyasetçi artıkları, örgütsüz sosyal medya Atatürkçüleri bırakalım sıra Akşener’de sansınlar. Hayalleri gerçekle tuzla buz olacak çünkü Türkiye artık paraşütle indirilen, PR çalışmalarıyla parlatılan aktörlere kanma aşamasını çoktan geçti.Türkiye vatan savaşının tutarlı ve kararlı önderliğini arıyor. HDP’nin yerine milliyetçi maskeli Akşenerlerin bir şans olarak görülmesi bu arayışın ne kadar ciddiye alındığının, sistemin ne kadar zavallı durumda olduğunun da göstergesi.Nasıl iyi olacağız?PKK eziliyor, iyi olacak.FETÖ devletten temizleniyor, iyi olacak.Türkiye Atlantik zincirlerini kırıyor, iyi olacak.Kamucu, halkçı ekonomiyi kuracağız, iyi olacak.Cumhuriyeti ve laikliği ayağa kaldıracağız, iyi olacak.Vatan Partisi programıyla, kararlılığıyla, iradesiyle geliyor, iyi olacak!

Yazının Devamı

Evrim mücadelesinin dersleri

EVRIM ÖZEL SAYISIAKP hükümetinin evrimi müfredattan çıkarmasından sonra Bilim ve Ütopya olarak hemen harekete geçtik. Şu tespiti yaptık: Türkiye’nin güçlü bir bilim ve aydınlanma birikimi vardır. Bu birikim sağlam ve mücadelecidir. Yeter ki önümüze hedefler koyalım. Bu hedefin ilk ve büyük uygulaması olarak Ağustos ayında evrim özel sayısı yapma kararı aldık. 1 aydan kısa bir sürede hazırlanan dosyamıza yirminin üzerinde bilim insanını yazılarıyla katkıda bulundu. Bu durum bilim birikimimizin niteliğini ve çevikliğini gösteriyordu.İş dergiyi hazırlamakla bitmiyordu. En az onun kadar önemli olan etkinlik, derginin duyurulması ve geniş bir kesime mâledilmesiydi. Röportajlarla, reklamlarla ve sosyal medya faaliyetiyle bunun adımlarını attık ve çok büyük bir ilgiyle karşılaştık. Bu ilgi Twitter adlı sosyal medya sitesinde dünya sıralamasına girmemizle, Türkiye gündeminde de saatlerce birinci sırada kalmamızla kendini gösterdi.Önemli olan bir nokta da dergi için seçtiğimiz ana başlıktı. “Evrim Vardır”ı sloganlaştıracak ve geniş kitlelerin benimsemesini sağlayacaktık. Gelinen aşamada sadece okurlar değil evrim teorisini yobazlığa karşı savunan birçok kesim de bu sloganı çalışmalarında kullanmaktadır.

ETKİNLİK Özel sayıyı hazırlarken hedefimizi sadece yayın faaliyetiyle sınırlamayacağımızı ve Türkiye’nin belli başlı kentlerinde Evrim Dersleri düzenleyeceğimizi ilan ettik. Bu etkinliklerin ilkini yazın yaptığımız uzun soluklu bir planla Ankara’da gerçekleştirdik.14-15 Ekim’de düzenlediğimiz Evrim Dersleri bilim ve aydınlanma mücadelesi için belli başlı sonuçlar ortaya çıkardı. Bu sonuçları kavramak gözardı edemeyeceğimiz önemdedir.

Yazının Devamı

Evrimin sesi olacağız

Evrim Kuramı ortaöğretim müfredatından çıkarıldı. Bu haberi alır almaz Bilim ve Ütopya olarak tavrımızı koyduk. Evrime yönelik saldırının bilime yönelik saldırı anlamına geldiğini söyledik ve hazırlıklara giriştik. Yayın programımız farklı olmasına rağmen çok kısa bir sürede 20 yazardan katkı aldık ve elinizdeki özel sayı meydana geldi.Az zamanda büyük işBilen bilir. Aylık bir bilim dergisi hazırlıyorsanız ciddi ve nitelikli bir emek sarf etmek zorundasınızdır. Yoksa dosyalar ve diğer yazılar doyurucu olmaz. Ne okur tatmin olur ne de editör olarak sizin içinize siner. Bu olumsuzlukların yaşanmaması için aylar öncesinden plan yapmalı, konu başlıklarını ve muhtemel yazarları belirlemelisinizdir.Ancak Türkiye gibi oldukça hareketli bir ülkede evdeki hesap her zaman çarşıya uymaz. O nedenle bazı zamanlarda esnek ve atak davranmak gerekir. Kaybedilen her dakika bilime yönelik gerici saldırılara ister istemez alan açmak anlamına gelecektir. Biz de bu bilinçle hareket ederek ani bir karar verdik ve özel bir Evrim sayısı hazırlığına giriştik. Bu sayının meydana gelmesinde sadece dergi mutfağında çalışan arkadaşlarımızın değil yazarlarımızın ve yazı kurulu üyelerimizin ciddi katkıları var. Doç. Dr. Burçin Aşkım Gümüş, Yrd. Doç. Dr. Seçkin Eroğlu ve Çağrı Mert Bakırcı… Ve tabi ki bu özel sayımıza yazı veren çok değerli akademisyenler, yazarlar…Bu dosya çok kısa zamanda hazırlanmasına karşın niteliği oldukça yüksek. Her yazı size yeni ufuklar açacak. Deyim yerindeyse hep birlikte az zamanda büyük bir iş başardık. Ama daha yolun başındayız.Yakınma değil mücadeleNeden yolun başındayız? Çünkü evrime koyulan yasak resmi bir şekilde karşımıza çıkıyor ve öne sürülen gerekçelerin hiçbirinin akılla, mantıkla bağdaşır tarafı yok. O gerekçeleri alt alta yazıp topladığımızda karşımıza çıkan şey eğitimin dinsel değerlere göre biçimlendirilmek istenmesidir. Bunun dışındakiler de laf salatasıdır. Öğrencilerin yeterli felsefi altyapıya sahip olmaması gibi malzemelerle yapılan ve hiçbir karşılığı olmayan boş laflar. Öyleyse bizim üzerimizde büyük bir sorumluluk var.Biz derken kimi kastediyoruz?En başta üniversitelerimizi, akademisyenlerimizi kastediyoruz. Evrimi ve bilimi savunan, topluma ulaştırmak isteyen hocalarımızın duyarlılığı çok yüksek! Onların toplumu aydınlatma istekleri bizim için en büyük iyimserlik kaynağı. Dergimizi hazırlama sürecinde de gördük. Katkı koymasını rica ettiğimiz hocaların hiçbiri bizi kırmadı. Mazereti olanların da ciddi zorunlulukları vardı ama hemen hepsi yazılarıyla katkı sundu.Biz derken kendimizi kastediyoruz. Bilim yayıncılarını, internet sitelerini, gönüllüleri. Bilim ve Ütopya olarak kendi adımıza şunun sözünü veriyoruz. Evrimin sesi olmak için sadece bu sayıyla yetinmeyeceğiz. Üniversitelerin açılmasıyla birlikte yapacağımız etkinliklerle gümbür gümbür geliyoruz. Buradan üniversitelerimize, ilgili bölümlerimize ve diğer kesimlere çağrıda bulunuyoruz. Gelin evrimi savunma mücadelesinde el ele verelim.Biz derken seni kastediyoruz sevgili okur. En başta senin enerjine, birikimine ihtiyacımız var. Yakınmayı, sızlanmayı bırakalım. Hatta eleştiriyi de bir süreliğine tatile çıkaralım. Ne mi yapalım? İş yapalım. Karşıtını üretelim. Unutma yalnız değilsin, biz varız, sen varsın ve bunlardan da öte haklılığımız var. Bilimin haklılığı bu!O nedenle şimdi kolları sıvama zamanı. Evrimin sesi olmak için harekete geçme zamanı!

Yazının Devamı

'Bütün devletler teröristtir' sefilliği

Böyle bir yazı kaleme almak gündemimde yoktu. Dikkatimi ve mesaimi Evrim Teorisine yönelik saldırılara karşı yapacağımız işlere vermiştim. Köşedeki yazımı da yine bu konuya ayıracaktım. Haftaya kaldı ve şimdi yazacağım mesele üzerinde durmak bir zorunluluk haline geldi.Cerahat patladı Cumhuriyet gazetesi çalışanı Ahmet Şık mahkemede yapılan sorguda savcının “Katil devlet demişsiniz” sorusuna “Az söylemişim, seri katildir. Siyasal görüşüm dünyadaki tüm devletlerin terör örgütü olduğudur. Dersim’de katliam yapan, Ermenileri soykırıma uğratan, Berkin’i öldüren devlettir. Doğrusu devlet seri teröristtir” yanıtını verdi. Bu cevap kendisini “solcu” olarak gören haber sitelerinde manşet yapıldı, öne çıkarıldı. Söz konusu açıklamaları okur okumaz sosyal medya hesabımız üzerinden çeşitli eleştiriler yönelttik ve bu fikrin sefaletini ortaya koymaya çalıştık. Çok kısa bir sürede örgütlü bir saldırıyla karşı karşıya kaldık. Mesele büyüdü ve sahte solcular hakaret yarışına girdi. Bir kesim ise susmayı yeğledi. Çünkü Ahmet Şık onlar için AKP’ye karşı mücadelenin mızraklarından biriydi. Ne kadar karşıdevrimci ve ipe sapa gelmez fikir söylerse söylesin eleştirilmesi bu süreçte doğru olmazdı. Suskunlukla geçiştirmek en makul çözümdü.Aslına bakarsanız sorun ne Ahmet Şık ne de bu olayın gelişimi. Sorun sahte solun cerahatinin patlamasıdır ve gördüğümüz iğrenç manzaradır. Şık vb.leri bizim için bir vesiledir.Her devlet aynı mı? Devlet, insanlığın istikrarlı biçimde üretim fazlasına yönelmesiyle birlikte toplumsal bir farklılaşmaya doğru gitmesi, bu farklılaşmanın sınıfsal bir niteliğe bürünmesi ve en önemlisi hâkim sınıfın silahlı bir tekel kurmasıyla birlikte tarihin sahnesine çıkan en örgütlü kurumdur. Üretimi düzenleyen, bu etkinliğin güvenliğini sağlayan, ideolojik hegemonyayı tesis eden en güçlü araç. Devletler yönetici sınıfların niteliğine, çağlara, tarihsel dönüm noktalarına, yaptığı saldırgan siyasetlere ya da maruz kaldığı tehditlere göre farklılaşıyor. Bu bakımdan devlet ne bütün çağlar için kutsanacak ne de bütün çağlar boyunca yerin dibine batırılacak bir araç. Dahası devlet, devrimciler için stratejik bir dönem boyunca yeni değerlendirmeler yapılmasını gerektirecek temel siyasetleri belirlemek için de iyi izlenmesi ve anlaşılması gereken bir örgütlenme biçimi. Elbette dünya sisteminden bağımsız olarak değil, en başta onu hesaba katarak.İngiliz sömürgeciliğinin, ABD emperyalizminin, Alman ve İtalyan faşizminin devleti olduğu gibi Robespierre’in, Lenin’in, Atatürk’ün, Mao’nun, Castro’nun önderliğindeki devletler de var. Bu nedenle bütün devletler aynı, bütün devletler terörist ve katil diyemezsiniz. Derseniz örneğin Hitler’in faşist makinesini paramparça eden Stalin’in önderliğindeki SSCB’nin bunu neden yaptığını açıklayamaz, düşünsel olarak sefil bir duruma düşersiniz.Bütün devletler teröristtir demek ABD’yi aklamaktır Emperyalizmin nihai amacı milli demokratik devrimlerini tamamlayamayan ezilen dünyanın milletlerini devletsiz bırakarak sınırsız bir sömürü sağlamaktır. Bu eğilimin karşısındaki en büyük engel yok edilmek istenen devletin (kim yönetirse yönetsin) en başta ordusu, iktisadi ve siyasi kurumlarıdır. Ergenekon tertipleriyle TSK felç edilmeye çalışılmış ve vatanseverler zindanlara atılmıştı. Açılım politikalarıyla devletin niteliği ciddi bir tahribata uğradı. 15 Temmuz Türkiye’nin devlet varlığının ipinin çekilmek istenmesinin doruk noktasıydı. Tüm bunların bir anlamı var.Afganistan, Irak, Libya ve Suriye örnekleri gözümüzün önünde. Devletiniz yoksa ayaklar altında kalırsınız, dağılırsınız, sürülürsünüz, mülteci olursunuz. Devlet düşmanlığı bu nedenle ABD emperyalizminin ezilen dünya devletlerini dağıtma stratejisiyle uyumludur. Bu stratejiye fikrî olarak meşruluk katar ve en önemlisi bunu muhalif bir maskeyle yaparak sizi saflarına asker olarak yazdırır.Şık’ın yaptığı gibi Türk devletini terörist ve katil olarak yaftalamak da aynı kapıya çıkar. O saatten sonra “ama ABD de terörist” demenin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bu siyasetler zaten ABD’ye ve onun sadık uşağı PKK’ya aittir. Dolayısıyla yaptığınız gösteri kafasız yobaz “solcu”ların yüreğini soğutabilir fakat ABD emperyalist devletinin siyasetlerinin aklanması gerçeğini değiştirmez. Çünkü konu pratiktir ve yukarıda adını saydığımız devletler de emperyalizm tarafından katillikle ve terörizmle suçlanarak saldırıya uğramış ve büyük acılara boğulmuştur.Tartışma teorik mi?Devletin ne olduğuna ilişkin tartışma sadece teorik değildir. Hatta teori kısmı ikincil plandadır. Bu tartışma bizzat siyasetin göbeğindedir. Nitekim Ahmet Şık da meseleyi aynı kavrayışla koymakta ve katil saydığı Türk devleti için şunları söylemektedir: “Ermenileri soykırıma uğrattı, Dersim’de katliam yaptı.” Alın size siyaset! Naif arkadaşlarımız ya da konunun kapatılmasını savunan bazı kesimler durumun üzerinden atlamak ya da önemsizleştirmek için tartışmanın siyaset dışı olduğu gerekçesini öne sürüyorlar. Çok da “takılmamak” gerektiğini düşünüyorlar.Kazın ayağı öyle değil. Türk devletinin soykırımcı olduğu iddiası ve bunun kampanyasının Ermeni tehciri ve Dersim isyanının bastırılması üzerinden yürütülmesi emperyalistlerin en inatçı siyasal stratejilerinden biridir. Nesnelliğe gözlerinizi kapatmakta özgürsünüz ama o nesnellik siz görmezden geldiniz diye ortadan kalkmaz. Hükmünü bütün ağırlığıyla yürütür. Zaten bu başlıkların üzerinde durulup devlet düşmanlığı yapılması da AB gibi kurumlara dolaylı çağrıdır.Ermeni soykırımı yalanına karşı dik durmayan, Dersim İsyanının ezilmesini savunamayan bir solculuk zavallı duruma düşer.Ahmet Şık’ı eleştirmek AKP’yi mi güçlendiriyor?Bir fikri eleştirmek için acaba bana ne derler diye düşünülmez. Hele bir devrimci ve bilimsel sosyalistin aklının ucundan bile geçmez bu. Ya da bir fikri boylu boyunca eleştirmek için acaba AKP’yi mi güçlendireceğim diye de düşünemezsiniz. Tersinden bakalım. Örneğin müfredatta yapılan gerici değişikliklere karşı mücadele ederken ya da Evrimi savunurken “ben acaba şu siyasal odağı mı güçlendiriyorum/zayıflatıyorum” diye düşünmezsiniz. Sizin programınız, siyasetleriniz vardır ve onu savunursunuz. Bu nedenle Şık’ın dillendirdiği fikirleri eleştirmek sadece devrimciliği güçlendirir. Tıpkı diğer örnekte olduğu gibi…Mahalleye teslimiyete hayırDevletin varlığını savunmak, onu tam bağımsız yapmak için mücadele etmek ve çağdaşlık bayrağını yükseltmek en önemli görevimizdir.Bilimsel sosyalistler gerçeği söyleyecekler ve bu noktada “mahalle” yobazlığına teslim olmayacaklardır.Devletlû slogan Son olarak… Ahmet Şık’ın mahkeme bitiminde söylediği “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganının sahibi de yine Şık’ın soykırımcı ilan ettiği, zamanın devletini yöneten İttihat ve Terakki Fırkası. Mahalledeki “solcu” yobazların belki işine yarar, akıllarına sokarlar.

Yazının Devamı

Cihat ve Evrim

Her kavrama rengini veren etken tarihsel içeriğidir. Cihat kavramı da bunların arasında. İslam’ın ortaya çıkış evresinde Tanrı ve din uğruna savaşımı öğütleyen bir motivasyon kaynağıdır cihat. Bu kapsamda “kâfir” ve “münafık” olarak nitelendirilen kesimlerle savaşılması, onların mallarına el konulması meşrudur. Cihat her zaman silahla değil, sözle, tutumla ve davranışla yapılabilir. Bu da bahsettiğimiz kavramın geniş anlamdaki yorumu. Fakat bu yorumların vardığı tek bir nokta var: İslam hukukunu hayata geçirmek, toplumsal düzenin iskeleti yapmak için bu uğurda mücadele etmek, çaba göstermek, savaşmak. Mücadele araçları da koşullara göre değişiklik gösterecek elbette. Böyle bir tarihsel kökenden gelen cihat anlayışı, nihayetinde insanlar arasındaki tasnifi İslam dinine inanlar ve inanmayanlar olarak yapıyor. YÜKSELİŞ DÖNEMİNDEKİ ANLAMIHz. Muhammed’in önderliğindeki medeniyet devriminde ve İslam’ın yükseliş dönemlerinde bu kavram, temsil ettiği uygarlığın yayılması bakımından anlamlıydı. Çünkü kan bağına dayanan kabile ilişkilerinin yerini ümmet kardeşliği almış, ticaretin güvenliği sağlanmış ve ideolojik olarak bir merkezileştirme yaşanmıştı. İslam dinine inanan kitleler bu kavramın ardındaki inancın ruhuyla seferber edilmişlerdi. DİNİN DÜNYEVİLEŞMESİ Ancak modern çağ yani din kardeşliğinin çözülüp yerini millet kardeşliğinin alması, yurttaşlık bağları, ekonominin feodal sınırlılıkların dışına çıkması gibi etkenler din uğruna savaşımı da gerici bir niteliğe büründürdü. Çünkü artık din; padişahların, kralların, şeyhlerin, hocaların, rahiplerin, toprak ağalarının yani feodal düzen sahiplerinin halkı aldattığı ve sömürüyü meşrulaştırdığı ideolojik bir araç haline gelmişti. Kuşkusuz bu durumun bilincine varılması birdenbire olmadı. Rönesans, Bilimsel Devrim, halk isyanları, Aydınlanma ve nihayetinde siyasal devrimler yeni bir evren ve dünya anlayışını, yeni bir toplum ve insan modelini gündeme getirdi. Yüzyıllar içinde birike birike ilerleyen tarihin dalgaları (kuşkusuz içinde geri dönüşleri ve lekeleri de barındırıyordu) devrimlerle taçlandı. Nesne olan insan özne haline geliyordu. Ve bu tabloda din, laiklikle birlikte Tanrıyla bireyin arasındaki bir konu haline geldi. Aldatıcıların elinden alındı. İnanan insan aracılar olmadan Tanrıya ibadetini yapıyordu. Günahı ya da sevabı kendisini ilgilendiriyordu. Bu durum, dini dünyevi yaşamı düzenleyen kurallar bütünü olmaktan çıkarıyor, bireyselleştiriyordu. ÜMMET DEĞİL MİLLETModern çağda uğruna savaşılacak şey ise artık vatandı. Çünkü vatan üretimin yapıldığı, ortak bir piyasanın bulunduğu, ortak kültürel ruhla şekillendirilen bir toplumun yaşadığı ve askerlik görevinin demokratik bir şekilde tüm erkek yurttaşların yaptığı çerçevenin adıydı. İnsan ancak vatanı uğruna savaştığında (kuşkusuz savunma savaşlarını kastediyoruz) haklıydı. Siperde yanında kurşun sıkan yurttaşının inancına, inançsızlığına, mezhebine ve milliyetine bakmıyordu. Çünkü onları birleştiren etken ne aynı ümmetten ne de aynı mezhepten olmalarıydı. Birleştiren tek etken vardı: Millet bilinci. KOPERNİK'TEN DARWİN'E Şimdi biraz daha geriye gidelim ve gözlerimizi bilimsel devrime çevirelim. Bilimsel devrim ilk atağını Kopernik, Galileo ve Newton’la yaparak evrenin insan için yaratılmadığını, dünyamızın da evrenin merkezinde olmadığını gösterdi. Böylece bu dünyanın bir çile ve sınav yeri olduğu anlayışı da mahkûm ediliyordu. Bilimsel Devrimin ikinci atağı Darwin’in kendisinden önceki birikimi devralarak ortaya koyduğu ve sistemleştirdiği Evrim Kuramıydı. Evrime göre canlılık birdenbire ortaya çıkmamıştı. Çok uzun bir zaman içinde, doğaya uyum gösterenler hayatta kalıp evrimleşmişti. Bu gerçek insan türü için de geçerliydi. Böylece aşkın bir varlık tarafından bugünkü halimizle varolduğumuz iddiası bilimin verilerine dayanarak boşa düşürülüyordu. İnsan dünyanın merkezinde değildi. Bu devrimsel gelişme düşünce alanına büyük bir özgürlük getirdi. Türümüz, doğanın gizemlerini keşfedecek, araştıracak ve elde ettiği verilerle bilgi düzeyini daha da ileri götürecekti. Nitekim Darwin’in ortaya koyduğu çerçeve çok sayıda bilimsel araştırma ve bulguyla güçlendi. BUNLARI NEDEN ANLATIYORUZ? Milli Eğitim Bakanlığı yeni müfredatta evrimi çıkardı, cihadı koydu. Evrimi öğrencilerin yeterli bir felsefi altyapıya sahip olmadığını ileri süren absürt bir gerekçeye dayanarak üniversiteye bıraktı. Sanırsınız felsefi altyapı ağaçtaki armut gibi üniversitede olgunlaşacak. Aynı açıklamada bakanlık cihadı ders kitaplarına koyduğunu, bunun “kırmak, dökmek, savaşmak”la değil vatanın korunmasıyla ilgili olduğunu belirtti. İRAN SİZDEN DAHA MI AZ İNANÇLI? MEB son derece sorumsuz davranıyor ve ağır bir hata yapıyor. İran İslam Cumhuriyeti ders kitaplarında evrime 60 sayfa, Darwin’e 11 sayfa ayırırken bizim ortaöğretim ders kitaplarımızda evrim tek bir satırda bile geçmiyor. Üstüne üstlük cihadı vatan savunmasının temel ideolojik motivasyonu yapma niyeti kimlik siyasetini hortlatıyor ve millet bilincine darbe vuruyor. Cihadı esas alacak öğrencinin mezhebi, inancı, ibadetle ilişkisi farklı olan sıra arkadaşına ve ailesine yan gözle bakmasının temelleri atılıyor. ABD’den ithal evrim karşıtı safsataları esas alıp evrimi felsefi altyapısı yok diye yasaklamak, cihat gibi şeriat hukukuna dayalı başlıkları ülkeyi korumanın temeli haline getirmek ancak tarikatların, cemaatlerin ve gerici odakların önünü açar. Siz vatan savunmasının yalnızca askerlikle olacağını mı düşünüyorsunuz? Bilimi, özgür düşünceyi, yaratıcılığı elinizin tersiyle bir kenara iterseniz bu ülkeye en büyük kötülüğü etmiş ve vatanı savunacak nitelikli gizilgüçten mahrum etmiş olursunuz. Sahi İran sizden daha mı az inançlı da evrime hem de Darwin’in resmini basarak yer veriyor?

Yazının Devamı

Aldanmak

Tevfik Fikret oğluna yazdığı bir dizede İnan Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak der. Adalet Mitingi’ni izlerken kafamın içinde bu dizeler yankılandı durdu. Bir yandan Mustafa Kemal’li Türk bayrakları, Mustafa Kemal’in Askerleriyiz sloganları bir yandan da Kemal Kılıçdaroğlu’nun batıcı konuşması ve alana damgasını vuran Hak Hukuk Adalet haykırışları…Fakat bu iki manzara eşitler arasındaki bir ilişkiyi yansıtmıyor. Söz konusu çelişmede üstün olan CHP Genel Başkanı’nın çizdiği çerçeveye alanda olan kitlelerin tâbi olmasıdır. Çünkü batı emperyalizmine yüzünü dönmek aynı zamanda ideolojik ve siyasal kanallar, özneler aracılığıyla gerçekleşir ve karmaşıktır. Kendini her zaman saf haliyle göstermez. Sistem politikasının mahareti de biraz burada gizlidir. Türkiye gibi çelişmelerin katman katman olduğu bir ülkede bu ilişkiler çok daha karmaşık oluyor ve görüntü gerçeği açıklamaya yetmiyor. Eğer safsanız Türk bayrağına, Mustafa Kemal resimlerine bakarak ya da Kılıçdaroğlu’nun, yürüyüşü aynı zamanda FETÖ ve PKK’ya karşı bir yürüyüş olarak ilan etmesine aldanarak bulutların üstünde gezinebilirsiniz. Sizi bulutların üstüne çıkaran damarlarınıza zerk ettiğiniz uyuşturucu değil bilinçlerinize aşılanan hareket heyecanıdır. Bir zamanların hareket her şey, hedef hiçbir şey sloganı yerini hareket her şey, sonuç önemli değil anlayışına bırakmış görünüyor. Buna göre Erdoğan iktidarının yaptığı her şey ve esas olarak PKK ve FETÖ’nün üzerine gidilmesi kötü olduğu için ona karşı atılan her adım iyidir ve olumludur. Zaten mızrağın sivri ucu da buraya doğru yöneltilmektedir ve Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “9 Temmuz bir yürüyüşün sonu değil başlangıcıdır.” Bu da alıştıra alıştıra ve “makul” taleplerle yapılmaktadır. OHAL’in kaldırılması isteği meclisin yetkilerinin alınması söylemiyle vurgulanmakta, PKK/HDP’li vekillerin özgürlüğü tutuklu vekillerin Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre serbest bırakılması gerekir gerekçesiyle istenmekte, PKK taleplerini ve yabancı güçlerin ülkeye müdahalesini imza atarak isteyen akademisyenlerin görevlerine iadesi “bakın bunlar hükümete muhalif” diyerek dile getirilmektedir. Bizce Kılıçdaroğlu’nun okuduğu sonuç bildirisindeki en cesur madde en sonuncusudur:“Türkiye coğrafyasındaki tüm halklara, tüm kimliklere kardeşçe, adilane yaklaşan, barışçıl ve uluslararası hukuka saygılı bir dış politikaya dönüş yapmalıdır”. Bunun anlamı açıktır: Türkiye, Suriye ve Irak’taki ikinci İsrail devletine göz yummalı ve açılıma geri dönmelidir. Güya dış politikayı ilgilendiren bir madde “Türkiye coğrafyasındaki tüm halklar” cümlesiyle başlamaktadır ve yeterince dikkat çekicidir. Düzen politikacısı her zaman belli kavramlarla konuşur ve o kavramların ardındaki anlamlar sizi gerçeğe ulaştırır. “Halklar”, “barışçıl”, “uluslararası hukuk” bunlardan bazılarıdır sadece. Ancak görüntünün altındaki gerçeği görmek için anahtar değerindedir. Bazılarının bunu görmek istememesi ya da bu kavramları boşlukta salınan yüce idealar olarak bize yutturmaya çalışması onların budalalıklarından başka bir şey değildir.Kılıçdaroğlu sonuç bildirisiyle surda gedikler açmaya çalışıyor. O sur PKK ve FETÖ’ye karşı mücadeledir. Meselesi surdaki duvarları güçlendirmek ve onu en iyi ben yıkılmaz hale getiririm iddiasında olmak değildir. Çünkü talepler listesinin uygulanmasıyla gidilecek nokta Türkiye açısından bir hezimettir ve o noktadan sonra PKK’nın hendeklere gömülmesi, FETÖ’nün siyasi ayağının ortaya çıkarılması, laikliğin uygulanması, milletin barış içinde yaşaması mümkün değildir. Çünkü bütün bunların önkoşulu terör örgütlerinin üstüne kararlılıkla gidip demir yumruğu indirmek ve vatanı kararlılıkla savunmaktır. Unutmayalım, biz ancak emperyalist tehdidi bertaraf ederek içini dolduracağımız bir çerçeveye sahip olabiliriz. Ve bu da bir önceliktir, bilinçli bir tercihtir. Vatan savaşının öncelik olması örneğin laikliğe yönelik tehditlerin yok sayılması anlamına gelmez ancak vatan savaşında sağlam durmanız laikliğin kazanımlarının koruma mücadelesi ve bunda kalıcı başarılara ulaşmanız için şarttır, zorunluluktur. Verdiğimiz bu örnek diğer başlıklar için de geçerlidir.Aldanmak… Kitlelerin çözüm arayışında olduğu ama o çözüme kendiliğinden, başıboş tepkileriyle ulaşmak istediği zamanların ilacıdır. Ve bu ilaç durumun farkında olan sistemin uyanık aktörleri tarafından bir bardak su eşliğinde verilir. Sahte bir umut dalgası adım adım yayılır fakat sonuçlar görüldükçe yerini hayal kırıklığına, karamsarlığa ve öfke nöbetine bırakır.Şimdilerde bu umut ve heyecan dalgası CHP’ye oy veren kitleler içinde oldukça canlı. Ancak PKK/HDP’lilerin, FETÖ’nün ve neoliberal aydınların iştahı da epey kabarık. Ve bu iştah, bu açgözlülük, Kılıçdaroğlu’na yönelik bu alkış yağmuru boşuna değil. Maddi bir gerçekliğe dayanıyor ve o gerçeklik Kılıçdaroğlu’nun sözcüsü olduğu odakta kendisini buluyor. Odağın asıl sahibi ABD emperyalizmidir. PKK ve FETÖ gibi piyonlarına adalet hareketi çerçevesinde nefes aldırmak için ciddi bir olanak elde etmiştir. Nesnel gerçek budur. Ancak Türkiye’nin zorunlulukları ve ihtiyaçları kendisini olanca ağırlığıyla dayatacaktır. Ve biz sabırla gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz. Kuru yapraklar gibi rüzgarda savrulmadan, eğilmeden, bükülmeden…İşte o zaman kitlelere şifa diye yutturulan aldatmacaların yaldızları bir bir dökülecektir ve sistem dışı çözüm vücut bulacaktır.

Yazının Devamı

CHP yönetimi AKP’yi güçlendiriyor

Bir muhalefet partisinden beklenen tavır yalnızca eleştiri değil çözümdür. Eleştiri, o çözüm siyasetinin ifadesi olduğu müddetçe anlamlı ve etkili olabilir. Bu bakımdan iktidar partisinin söylediğinin tam tersini söylemeyi bir siyaset yöntemi olarak benimsemek ilk başta belki toylukla açıklanabilir. Siyasal toyluk kendini edilgen bir konuma yerleştirip bir iradenin olmadığının beyan edilmesidir. Siyasetleri ve taktikleri başkasına göre belirlemek ve ancak böyle varlık gösterileceğini düşünmektir. Yine de toyluğa hiç değilse bir süre için hoşgörüyle bakılabilir. Ekonomi çarkının iyi kötü döndüğü, vatana yönelik yıkıcı tehditlerin olmadığı zamanlarda bazı durumlarda görmezden dahi gelinebilir bu toyluk. Ancak bir noktadan sonra sınır geçilir.

TOYLUK DEĞİL BİLİNÇLİ TAVIR

Yazının Devamı

Ali Nesin’in derdi ne?

Kimsenin anne ve babasını seçme hakkı yoktur.Tıpkı anne ve babanın evlatlarını seçme hakkı olmadığı gibi.Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin de bu kategoride. Aydınlanmacı bir yazarımızla kan bağının olması onu saygın kılmıyor. Aksine durumu daha da kötüleştiriyor.YETMEZ AMA EVETÇİ NEOLİBERALAli Nesin neoliberal görüşleri ve “yetmez ama evet” tercihiyle sivrildi. Kendisini komünist olarak tanımlasa da savunduğu görüşler dinciliğe, Cumhuriyet düşmanlığına ve mafya sermayesine alan açmaktan başka bir sonuç doğurmuyor. Geçtiğimiz Haziran ayında bir internet sitesinde Nesin’le yapılan röportaj*, fikirleri hakkında yeterince ipucu sunuyor. Cumhuriyeti “80 yıllık vesayet” olarak nitelemesi, bölgesel özerkliği savunması, bu özerkliğin eğitim sistemine uygulanması gerektiğini söylemesi, özel şirketlerin ve sivil toplum kuruluşlarının da kendi inisiyatifiyle öğrenci almasını istemesi, bunun yanında eğitimde dincileşmeyi eleştiriyor görünüp çözüm olarak yine özerkliği göstermesi…Ali Nesin’in komünizmi ise kendi ifadesiyle bir rejim önerisi değil. Sadece yaşamında geçerli olan ilkeler bütünü. Ülkede sonuç olarak bir özgürlük kavgası verildiğini savunuyor Ali Nesin. “Kürtlerin, Alevilerin, solcuların, sağcıların, Müslümanların özgürlüğü…” Büyük kapitalistler dışında Cumhuriyet iktidarlarının herkese “çektirdiğini” söylüyor.TARİKAT VE CEMAATLERE ÖZGÜRLÜKGördüğümüz gibi Ali Nesin sivil toplumculuğun, kimlik siyasetinin ve postmodernizmin gereklerini yerine getiren bir ideolojik konumlanış içinde. Ona göre Aleviler, Kürtler ve Müslümanlar diye homojen bir bütünlük var. Siyasal değil mezhep ve milliyet aidiyetlerine göre tarif ediyor toplumsal özneleri. Bu bakımdan Yeni Ortaçağ’ın gözlükleriyle bakıyor topluma.Nesin’in dincilikten rahatsız olduğunu söylemesi onu kurtarmaya yetmiyor. Mafya-tarikat sisteminde bölgesel özerklik ve eğitimde herkesin özgür olması gibi önerilerin, Cumhuriyet’ten geriye kalan olumlu temeli dinamitleyen bir olgu olması bir yana, tarikat ve cemaat gibi kurumsallaşmış gerici yapılanmaların bizzat merkezi iktidarın alan açmasıyla eğitimde mesafe kat ettiğini görmezden geliyor.Nesin’in önerilerinin mantıksal sonucu tarikat ve cemaatlerin özgürlüğünün yasal güvenceye alınmasıdır.DTCF DÜŞMANLIĞIAli Nesin son olarak Cumhuriyet’in büyük fakültesi DTCF’nin gece ışıklandırılarak çekilmiş bir fotoğrafını Facebook hesabından paylaşarak aşağıdaki ifadeleri kullandı:“Burası Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi binası. Bu çirkin binayı yapan, yapmakla kalmayıp çok beğenip aydınlatan, en az dört bayrakla donatan, Atatürk’ün oldukça basit bir cümlesini üniversite duvarına kazımaya değer gören zihniyet elbette öğrenciler için bir masa, iki bank, üç güneşlik koymayı akıl edemezdi. Çünkü bu dalkavuk sefiller için genç ile davar arasında bir fark yoktur.”Ali Nesin’in derdi öğrenciler değil. Ali Nesin’in derdi üniversitenin mevcut yöneticileri de değil. Eğer öyle olsaydı 1940’ta tamamlanan ve eğitime açılan binayı marjinal göstererek hedef haline getirmez, “çirkinliğinden” dem vurmaz, o binanın alnına yazılan Atatürk’ün en anlamlı sözlerinden birini sıradanlaştırma girişiminde bulunmazdı.Eğer derdi öğrenciler olsaydı okulda masanın da bankın da güneşliğin de olduğunu bilirdi. Hatta DTCF’nin Türk Tarih Kurumu’na bakan yüzünde ikinci bir kantinin inşa edildiğini de sorarak öğrenebilirdi.Fakat bunları yapmadı.Güya öğrencinin yanında yer alan bir görüntü vererek binayı ve Atatürk’ün sözlerini hedef aldı.Meselemiz Ali Nesin değil aslına bakarsanız. Meselemiz Ali Nesin gibilerin temsil ettiği cumhuriyet yıkıcısı, her şeyi “yapısöküme uğratan” sol görünümlü neoliberal zihniyetin utanmazlığıdır.DTCF BİNASI VE MİMARİSİNesin’in hedef aldığı DTCF binası 1933 yılında ülkesinden ayrılmak zorunda kalan sosyalist Alman mimar Bruno Taut’un eseridir. Taut ilk olarak 1916 yılında Türk-Alman Dostluk Evi yarışması için İstanbul’a çağrılır.** Yarışmayı kazanamamasına rağmen ismi duyulur ve ülkemiz hakkında bilgi sahibi olur.İkinci gelişi 1936 yılında Atatürk’ün iktidarından aldığı davet üzerinedir. Türkiye’de olmaktan çok mutludur. Bunu bir Japon meslektaşına yazdığı mektupta şöyle ifade eder:“Özgürce mimarlık yapıyor ve ders veriyorum. Dış etkiler açısından özgürüm, çünkü Atatürk uzmanlık alanlarına karışmıyor.” ***Taut DTCF’nin yanı sıra Atatürk Lisesi, Trabzon Lisesi, İzmir Cumhuriyet Kız Enstitüsü, Ortaköy sırtlarında yer alan ve kendi adını taşıyan konutu gibi yapılara imza atar.Taut’u bizim için önemli kılan bir özelliği de Atatürk’ün vefatından sonra onun katafalkını yapan isim olmasıdır. Kendisine bu proje için 1000 lira teklif edilmiş ancak geri çevirerek para dahi teklif edilmesinin onu üzeceğini belirtmiş, “bu benim için bir onurdur” diyerek, hastalığına rağmen katafalk projesini gece gündüz çalışarak tamamlamıştır.Taut modern mimarinin en önde gelen ustalarından biridir. Mimari yapıda sadelikten yanadır ve yapıyı; bulunduğu coğrafyayı, kültürü ve mimari gelenekleri dikkate alarak inşa etmeyi savunur. Bu nedenle DTCF’nin ön cephesini Ankara taşlarıyla kaplatmış, turkuaz renkli çini malzeme kullanmıştır. Taut, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nün de sorumluluğunu üstlenmiş, ayrıca toplu konut projelerinin de mimarı olmuştur. Sadece ülkemiz için değil dünya ölçeğinde önemli bir mimardır. (Kendisi hakkında daha detaylı ve değerli bilgileri aşağıdaki bağlantılardan bulabilirsiniz.)Bruno Taut Atatürk’ün ölümünden çok kısa bir süre sonra hayata gözlerini yummuş ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilmiştir. Müslüman olmayan bir yabancının şehitliğe gömülmesi sıra dışı bir uygulama. Demek ki dönemin Cumhuriyet iktidarı Taut gibi çığır açan bir mimarı oldukça önemsiyordu ve bizden görüyordu.Bunların üzerinde uzun duruyoruz çünkü DTCF gibi, Taut gibi değerlerimizin karalanmasına katlanamıyoruz. Çünkü Dil-Tarih’i mimarından ve dönemin atmosferinden soyutlayarak aşağılık bir karalama içine giremeyiz.O atmosfer bütün yoksulluğa rağmen bilime yatırım yapan bir dönemdir. Yoksunluktaki cevheri görmüş ve harekete geçmiştir.ATATÜRK'ÜN OKULU DTCFAli Nesin ve onun gibilerinin asıl derdi o binayı yaptıranlarla, o binanın alnına “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü yazdıranlarladır. Çünkü DTCF bizzat Atatürk’ün emriyle kurulmuştur. Afet İnan’dan okuyoruz:“1935 yılının karlı bir kış gecesi (11 Mart 1935) Çankaya’da Atatürk’ün sofrasından erken saatlerde kalkılmış, yandaki aynalı salonda bir grup halinde konuşuluyordu. Maarif Vekili Abidin Özmen’e Atatürk birdenbire şu emri vermişti: ‘Not defterinizi çıkarınız ve söylediklerimi lütfen yazınız’. Benim hatırımda kaldığına göre, bu yazılar Ankara’da bir Dil Tarih fakültesinin kurulması için Maarif Vekâletince yapılacak hazırlıklara ait idi.”****

Bu okul Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun ardından dil, tarih ve coğrafya çalışmalarının bilimsel temelini atmak ve nitelikli kadrolar yetiştirmek için kurulmuştu. Bilerek Ankara’ya inşa edilmişti. Cumhuriyet devriminin bilimsel ve düşünsel alandaki yansımasıydı. Açılışı 9 Ocak 1936’da Ankara Halkevi Konferans Salonu’nda yapılmış ve Atatürk, İnönü, milletvekilleri, yabancı konuklar, öğretim üyeleri ve öğrenciler hazır bulunmuştu. İlk dersi bugünkü gericilerin iğrenç iftiralarla saldırdığı Afet İnan “Tarihe başlarken metot bilgisi” başlığıyla vermiş, Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan DTCF’yi “Türk kültür dünyasına temel olacak bir kurum” olarak tanımlamıştı.Fakülte tam anlamıyla Atatürk’ün okuluydu.BARBAR DEĞİL UYGAR TÜRKLERDTCF aynı zamanda Cumhuriyet devrimi ideolojisini bilimsel olarak beslemek için vardı. Türkler batılıların iddia ettiği gibi barbar değil uygar ve tarihte kökleri olan bir halktı. Bu gerçek, tarihsel kaynaklarla, bilimsel olarak gösterilecekti. DTCF bu bakımdan dönemin Avrupası’ndaki emperyalist ve ırkçı yükselişe yönelik eylemli bir itirazdı.Dil-Tarih’in alnına yazılan, hayattaki en gerçek yol gösterici olan bilim, dinci gericiliğin, hurafelerin, dogmaların egemenliğine karşı bir meydan okuyuştur. Sadece bu da değil. Bilimi hayatın merkezine koyan ve insanı bilimle dönüştüren devrimci bir anlayışın yansımasıdır.DTCF DÜŞMANLIĞI ATATÜRK'E DÜŞMANLIKTIRDerdimiz tek başına Ali Nesin vs. değil. Onun bu tür zavallı çıkışları bize bir vesile sunuyor. Cumhuriyet Devrimimizi, kurumlarını ve bu devrimin önderi Atatürk’ü savunma ve ileri götürme vesilesi.DTCF gibi kurumlarımız “uzanmışım kumsala” tadında saldırılacak düzeysizlikte değildir.DTCF düşmanlığı Cumhuriyet’in ideolojisine ve onun lideri Atatürk’e düşmanlıktan başka bir yere çıkmaz.* http://t24.com.tr/haber/ali-nesin-bugun-olsa-yine-yetmez-ama-evet-derim-keske-ataturk-kolay-idare-edilir-bir-cumhuriyet-biraksaydi,407239** https://www.evrensel.net/haber/75638/toplumcu-bir-alman-mimari-bruno-taut***http://kansudan.blogspot.com.tr/2013/12/mimar-bruno-taut-ve-turkiye.html**** Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi 4, İstanbul Üniversitesi, 1933-1946, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Nisan 2010, s. 205,

Yazının Devamı

Komünistler neyin kavgasını verir?

TKP’nin düşman hizipleri KP ve HTKP’nin birbiriyle bıçaklı, satırlı, demir sopalı kavga ettikleri haberi gazetelerde ve sosyal medyada yer aldı.Devrimci mücadele ve şiddet Mücadelede şiddet, zaman zaman kaçınılmaz olur. Çünkü devrimciler gerçeğin, emekçinin ve toplam olarak milletin çıkarlarının kavgasını verirken karşılarına çeşitli kuvvetler çıkar. Siyaseten baş edilemeyen, güç toplaması istenilmeyen devrimci odak zorbalıkla karşı karşıya gelir. O saatten sonra kararlı ve sert bir savunmadan başka yapacak bir şey yoktur.Bana siyasetini söyle…Kiminle kavga ettiğiniz, hangi siyasetleri savunduğunuzla doğrudan ilgilidir. Örneğin Vatan Partisi Öncü Gençlik ve TGB’nin karşısına PKK ve sahte solcu kuyrukçuları dikiliyor, şiddete başvuruyorlar. Devrimci vatansever gençlik bu şiddete kararlılıkla karşı koyuyor, zorbalara hadlerini bildiriyor. Çünkü devrimci vatansever gençlik PKK ve onun peşine takılanların ABD emperyalizminin yalnızca siyasal bir parçası değil, organik unsurları olduğunun farkında. Öncü Gençlik ve TGB’nin kendisini savunması Türkiye’yi ve Türk milletini savunma haklılığına dayanıyor.Güzel bir deyimimiz vardır. “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” denir. Bunu şöyle uyarlayabiliriz: Bana siyasetini söyle sana düşmanını söyleyeyim.Savaş siyasetin devamıdırSiyasetin ve şiddetin en yoğunlaşmış, sistemleştirilmiş hali olan savaşlarda da aynı kural geçerlidir. Bu kez düşman siyaset, diplomasinin oyunlarıyla değil boylu boyunca karşıdadır. Çünkü savaşlar da siyasetin başka araçlarla, zor, baskı, yıldırma araçlarıyla; karşıt siyaseti fiziken ortadan kaldırma hedefiyle yürütülen hâlidir. Bu mücadelede ittifaklar kurulacak, kazanılabilecek güçler kazanılacak, bir kesim tarafsızlaştırılacak ve düşman yalnızlaştırılacaktır. Amaç tasarımlanan siyasetin hayata geçmesi için bu çok güçlü aracın kullanılmasıdır.Komünistler ya da daha doğru bir ifadeyle bilimsel sosyalistler savaşları tahlil ederken ve savaşlar içinde konumlanırken öncelikle vatanın ve halkın safındaki siyasetin özneleri olarak ortaya çıkarlar. Savaşı da bu siyasetlerin yaşama geçirilmesi için yürütürler. Ekim Devrimi’nde ayaklanmadan sonra merkezi iktidar ele geçirilmişti. Ancak iç gericilik ve yabancı emperyalizm saldırılarını adım adım yoğunlaştırdı. Bolşevik devrimciler barış siyasetini sürdürmek, açlığı ortadan kaldırmak, ülkeyi birleştirmek ve nihai olarak emekçi iktidarını sürdürebilmek için, yani bu siyasetler için savaştılar. Savaş, siyasetin hedeflerine tâbiydi, anlamlıydı.Gerçek TKP ve mücadeleŞefik Hüsnü’nün önderlik ettiği, Nâzım Hikmet’in en önlerde bulunduğu gerçek TKP, Kurtuluş Savaşımızın yanında yer aldı. Safı belliydi. TKP’yi savaşımızda neden daha fazla yer almadın, neden İstanbul’a sıkışıp kaldın diye eleştirebiliriz ve eleştirmeliyiz, ayrı bir konu. Ancak Şefik Hüsnüler ömürleri boyunca Cumhuriyet Devrimini savundular, onun daha kararlı ve tutarlı olarak ilerlemesi için mücadele ettiler. Milli Demokratik Devrimciydiler. Programları ve siyasetleri ortada. TKP adını taşıma iddiasında olanların bir propaganda aracı olarak kullandığı Nâzım Hikmet’in yazılarının ortada olduğu gibi… Nâzım sadece Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazmadı, öldüğü yıl olan 1963’e kadar Bizim Radyo’da yaptığı konuşmalarda işçi sınıfından fabrikatörüne kadar milletin sınıflarının en geçiş cephesini savundu. Hatta bunun örgütsel adını Milli Kurtuluş Komiteleri olarak koydu. Onun da partili olarak bir kavgası ve amacı vardı.Bugünkü TKP kavgasının zemini ne? Günümüzde TKP adını taşıma iddiasında olan kesimin ise Şefik Hüsnülerin, Nâzım Hikmetlerin milli demokratik devrimci TKP’siyle ilgisi yok. TİP’in sosyalist devrimci çizgisinin içinden gelen ve oradan ayrılarak gitgide parti şeklinde kurumsallaşan bu yapı Haziran Ayaklanmasından sonra bir iç hesaplaşma içine girdi. Adının çağrıştırdığı köktenciliği örgütlenmesinin en başına yazan TKP, Haziran hareketinin milli demokratik devrimci çizgisine tosladı. Ülkenin kurucu devrimci liderinin ve ulusal bayrağın etrafında toplanan ve harekete geçen kitleler “sosyalizm” hedefiyle yola çıkmamışlardı. Cumhuriyet Devriminin ilkeleri etrafında ayağa kalkmışlardı. Fakat TKP bu nesnel durumu düzendışı gibi görünen, lafta radikal fakat gerçekte düzeniçi olan Sosyalist Devrim stratejisini değiştirmek için değerlendirmedi. Kitleleri anlayamadı. Buna bağlı olarak ayrışması devrim stratejisinin sorgulanması temelinde olmadı. Parti içinde iktidar mücadelesi veren hiziplerin kamuoyuna bolca yansıyan tartışmalarında olduğu gibi her iki grup sosyalist devrimciliklerini tazeledi. TKP’nin sözde radikal gerçekte devrimci olmayan balkon solculuğu, içinden PKK-HDP kuyrukçusu, maceracılığa özenen HTKP gibi ucube bir yapıyı çıkardı. Böyle olması doğaldı çünkü sosyalist devrimcilik bütün köktenci görüntüsüne rağmen pasifist ya da maceracı uçlara savrulmaya mahkumdu. Türkiye gerçeğine temas etmeyen ve o gerçeğe müdahale ederek dönüştürmeye çalışmayan bir strateji hayatın dışında kaldıkça bölünecek ve savrulacaktı. Haziran pratiği bunun en önemli göstergesi oldu.TKP adını paylaşamayan hiziplerin mücadelesi sonunda KP, parti adını alarak resmiyete geçirdi ve sürtüşme en sonunda fiziksel kavgaya dönüştü. Peki bu kavga stratejik bir ayrışma sonucunda mı yaşandı? Örneğin taraflardan biri utangaçça da olsa MDD stratejisine yaklaştı mı? Hayır! Bu kavga belirleyici bir siyasal ayrışma sonucu mu ortaya çıktı? Örneğin ABD emperyalizminin PKK-YPG’ye silahlı destek vermesi ve bölgemizde ikinci İsrail inşa etme hedefine bir tarafın net bir tutum alması sonucunda mı ortaya çıktı? Yine hayır! Denebilir ki bu yapılar arasında saydığınız konularda çeşitli ayrımlar var vs. Olabilir, zaten uçlara savrulduklarını söylemiştik. Tartışmamız kavgaya varan ayrışmanın anlamlı nedenler üzerinde olup olmadığıdır. Ve bu noktada isim fetişizmi dışında hiçbir anlam yoktur.Gerçek kavga vatan için Komünistler hayatla ve mücadeleyle bağlarını sıkı tuttuğu müddetçe gerçek kavgalar verirler. Bugün verilecek kavga ABD emperyalizminin vatanımızı parçalama planlarına cepheden göğüs germek, vatan savaşına önderlik edecek siyasetleri ve örgütlenmeyi geliştirmektir. Bunun dışındaki kavgalar ya ABD-PKK safında olmaya ya da TKP örneğinde olduğu gibi zavallı kalmaya mahkûmdur.Komünistlerin parti isimleri çağın stratejik devrimci ihtiyaçlarını yansıttığı ölçüde doğrudur. Çağımızın gerçeği ise emperyalizme karşı vatan savunmasıdır.

Yazının Devamı

'Hayır De!' kitabı manifestomuz olamaz!

Aydınlık Kitap’ın 258. Sayısının kapak yazısı beni oldukça şaşırttı. Ankara’dan tanıdığım değerli arkadaşım Nadir Temeloğlu’nun kaleme aldığı “Hayır’ın şairi: Borchert” adlı yazıyı okuyunca ciddi bir rahatsızlık hissettim. Çünkü Borchert’in meşhur “Hayır De!” adını taşıyan şiirsel manifestosunu Genco Erkal’ın sesinden dinlemiş ve bu şiirin asla halk oylamasıyla ve bizim Hayır oyumuzla ilgisinin olamayacağını düşünmüştüm. Bu fikrimi birkaç arkadaşıma da söyleyip geçmiştim. Sevgili Nadir’in yazısını okuduktan sonra acaba bu şiirin tamamında bir kerâmet var da ben mi göremedim, bilmiyorum diye gittim şairin kitabını aldım, okudum. Sonra bir hata yapmamak için Aydınlık Kitap’taki yazıyı ikinci kez, altını çize çize okudum. Vardığım sonuç benim için gerçekten de inanılmazdı! Çünkü hiçbir arkadaşıma Nazi döneminde yaşamış, acılar çekmiş, faşizmi protesto eden, tek bir kişiden ibaret, umutsuz ve karamsar bir şairin yazdıklarını 2017 Türkiyesinde yaşadıklarımızla bir tutan mesajlar vermeyi, dahası bu mesajları yol gösterici gibi sunmayı yakıştıramazdım.NEOLİBERAL SOLCULUĞUN TUZAĞIŞairin çektiği acılardan yola çıkarak yazdığı “Hayır De!” dizelerini vatan savaşı veren Türkiye halkının manifestosu ilan ettiğiniz zaman neoliberal solculuğun tuzağına düşmeniz işten bile değildir. Her yazınsal ürün yaratıldığı toplumsal koşullar içinde değerlendirilmelidir. Biz bilimsel sosyalistler olgulara tarihsel bakmak zorundayız. Sadece bu nedenle bile 1940’lı yılların Almanyasında yaşamış ve tek başına, örgütsüz olan bir şairi ve yazdıklarını ezilen dünyanın devrimcilerine, genç arkadaşlarımıza ve okurlarımıza örnek gösterip bu sizin manifestonuzdur diyemeyiz.Daha vahimi “Türk okuruna uyarılarda bulunuyor”, “Hayırcıların el kitapçığı vazifesini görüyor”, “Borchert’in manifestosu bugünün insanının manifestosu haline geliyor”, “Borchert’in dile getirdiği talepleri bugün Türk milleti paylaşıyor”, “Borchert ve Ahmet Erhan Türk milletini öncüleştiriyor” gibi Türkiye’nin ve halkın gerçekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, vahim yorumlar da yapamayız. Diyemeyiz ve yapamayız derken kimsenin fikrini yasaklama girişiminde bulunmuyoruz ancak sorumluluklarımızı hatırlatıyoruz. Neden? Çünkü Borchert’in kendi yaşadığı devlet ve toplum için geçerli olan fikirlerini bugünün Türkiyesine uyguladığımız zaman bambaşka sonuçlara varırız. Nasıl mı? Şöyle!TÜRKİYE İÇİN GEÇERSİZ ÖĞÜTLERŞair, “Hayır De!” şiirlerinde makinenin başındaki ve atölyedeki adamın miğfer ve mitralyöz yapmalarını emrederlerse Hayır demesini, gemideki kaptanın buğday taşımayı bırakıp tank ve top taşımasını emrederlerse Hayır demesini, dikiş masasının başındaki terzinin asker üniforması dikmeye başlamasını emrederlerse Hayır demesini ve çok daha fazlasını söylüyor. Nazilerin iktidarını sabote etmek için güzel öğütler. Fakat mesele yukarıda da dediğimiz gibi bu öğütlerin asla ve asla Türkiye için geçerli olamayacağı. Hele ABD emperyalizminin ülkemize çullandığı, silahlı olarak Türkiye’nin dış tehditlerle yüz yüze geldiği koşullarda bunlar, karşı tarafın isteklerini yansıtır. Bu noktadan sonra naif ve romantik niyetlerin bir silah olup kendimize döndüğünü görürüz.Aydınlık Kitap’ın kapağında Balaban’ın yaptığı, Nâzim Hikmet’in çok güzel bir resmi var. O resmi görünce aklıma Kuvayi Milliye Destanı geldi öncelikle. Bizim haklı ve büyük savaşımızın destanı, “savaşın mutlak kötülüğü” gibi içi boş laflara sığmayan destan. Yine aklıma Nazım Hikmet’in Tanya adlı şiiri geldi. Tanya Nazilere esir düşen, işkenceli sorguda Hayır diyen, cepheye giden işçi taburlarını selamlayan, “Gün yiğitlik günüdür” diye halka seslenen bir Partizan. Tıpkı bizim bugün ABD emperyalistlerine karşı vatanımızı savunan partizanlar olmamız gerektiği gibi seslenen bir partizan…Türk milletinin öncüleri bu nedenlerle değerli de olsalar nihayetinde tek başınalığın ötesine geçemeyen Ahmet Erhan ya da Borchert değildir, olamazlar da.Öncülerimiz örgütlü ve partizan Nazım Hikmetlerdir.

Yazının Devamı

Filli Boya reklamı ve muhalefetçilik

Türkiye büyük çelişmelerin içinde olan bir ülke. Bu çelişmeler birçok akımın ve fikrin mücadelesini de beraberinde getiriyor. Çelişmede çözümsüzlüğü değil hareketi ve mücadeleyi görüyoruz. Canlılığı ve yaşamı görüyoruz. Nâzım Hikmet, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? şiirinin başında şu dizeleri yazar:“Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!. ne akıştır ki bu, dalgalarında dağlıdır alnı en mukaddes putun kızgın demir damgasıyla sukutun. Gebedir her sukut bir yükselişe. Ne mümkün karşı koymak bu köpürmüş gelişe.. Heraklit, Heraklit!. akar suya kabil mi vurmak kilit?”Her şey karşıtıyla vardır. Gece biter gün başlar, karlar erir çiçekler açar.Yazımıza böyle başlamamızın nedeni eleştiri yönteminde çelişmenin varlığını ve yönünü merkezi boyutta ele alma ihtiyacının altını çizme gerekliliğidir.Konumuzun esasını oluşturan kadının özgürlüğü sorunu elbette bugünden yarına çözülemez. Çünkü köklü tarihsel, sınıfsal, toplumsal etkenleri içinde barındırıyor. Ancak böyle olması sorunun çözülmesinde mesafe alınamayacağı anlamına gelmiyor. Çünkü çağın niteliği ve nesnelliği kadını çalışma hayatının içine çekiyor, çekmek zorunda. Emeğiyle var olan kadın özgürlüğünü arıyor. Bu özgürlük arayışı yalnızca emekçi kadını ilgilendirmiyor. Mülk sahibi sınıflar da kadının işgücüne ihtiyaç duymakta. Nitelikli, özgüvenli, başı dik bir kadın tipi en başta emekçilerin ama bunun yanında bütün modern sınıfların ve Türkiye’nin ihtiyacı.

Filli Boya reklamıBunları neden yazıyoruz? İki günden beri sosyal medyada Filli Boya adlı şirketin hayatını emeğiyle kazanan halkın çeşitli kesimleriyle; işçisiyle, köylüsüyle, esnafıyla çektiği kısa reklam filmi konuşuluyor. Filmde kadınsız bir dünya ve hayat olamayacağı, kız çocukların eğitiminin önemi, çocuk yaşta yapılan evliliklerin yanlışlığı, kadın-erkek omuz omuza çalışmak gerektiği, kadının yaşam tarzına müdahale edilemeyeceği, kadına yönelik şiddete karşı durulmasına yönelik irade gösterilmesi gerekliliği, kadınların çalışması, Atatürk ve vatan vurgusu yapılıyor. Bunların hepsi de zaten olması gereken unsurlar diyebilirsiniz ve haklısınız. Ancak ülkemiz hâlâ milli demokratik devrimini tamamlayamadığı için bu vurgular nesnel sorunlara işaret ediyor ve çözümünü bekliyor.Bu kısa film temel, gerçek sorunların üzerinde durduğu için olumlanmayı hakediyor.Filme yönelik eleştiriler ve muhalefetçilik hastalığıİşte tam da bu noktada devreye öldük bittik muhalefeti giriyor. Hiçbir şeyi beğenmeyen, yapılan her olumlu işe kusur bulan, kusur bulamadığında başka sorunları gündeme getirerek kendi fikrini haklılaştırmaya çalışan bir yöntem izliyor bu çizgi. Kısa reklam filmi özelinde görebildiğimiz iki eleştiri var:Birinci eleştiri örneği: Bu kısa film şirketin para kazanma amacına hizmet ediyor. O nedenle 8 Mart’ı kullanıyor. Bir reklam verdiler diye kadınların sorunlarına duyarlı mı olmuş oluyorlar? Bu reklamla kadın sorunu çözülmez.İkinci eleştiri örneği: Filli Boya burjuvazinin temsilcisidir. İşçi hakları diye bir derdi yok. Önce işçinin hakkını versinler, samimi olduklarını görelim.Neresinden tutsak elimizde kalan argümanlarla karşı karşıyayız.Eleştirilere yanıtlarBugün devrimci mücadelenin stratejisi bağımsız, birleşmiş ve gerçekten demokratik bir Türkiye’yi kurmaktır. Referandumda Hayır kampanyası da ülkemizin demokratik devrimlerle kazanılmış haklarının savunulmasıdır bir bakıma. Kadınların özgürlüğüne yönelik saldırılara karşı mücadele etmek de bu demokratik görevin dışında değildir. Dışında olmadığı için de milletin her sınıfının ihtiyacıdır. Çünkü çağdaş bir toplum yukarıda da belirttiğimiz gibi eğitimli, kendine güvenen, ayakta kalabilen bir insan tipi ister. Millete elbette burjuvazi de dahildir.Birinci eleştiriye yanıt: Reklamı veren ticari bir kuruluş, para kazanma amacı var. Ancak konuyu saf ekonomizmle açıklamak körlükten ve cahillikten başka bir şey değil. Çünkü şirketin salt para kazanmak için böyle “riskli” bir alana girmesi gerekmezdi. Atatürk, cins eşitliği, yaşam tarzı vurgusu yapmayabilirdi. Çünkü bu vurguların aynı zamanda siyasal bir niteliği var.Peki yılın bir günü verilen bu reklamla kadın sorununa duyarlı mı olunuyor? Değil bir gün, bir saniye de olsa bu mesele için yapılan her iş duyarlılığın göstergesidir. Yani evet, olunuyor! Bunun da ötesinde konuya dair hassasiyeti artıran, bilinç ve özgüven veren, eğiten bir rolü var bu kısa filmin. Öldük bittik muhalefeti ne istiyor anlamak mümkün değil. Diyelim ki 365 gün bir X şirketinin bu tarz bir reklam vermesi muhalefetçilerin beğenmesini mi sağlayacak, o zaman test edip onaylayacaklar mı ne kadar duyarlı olunduğunu? Solcular da gönül rahatlığıyla tamam harika mı diyecek?Ya diğer eleştiri? Bir reklamla kadın sorununun çözüleceğini sanan kafa. Bu yaklaşımla tartışmak imkansız. Çünkü böyle bir eleştiri olmaz. O reklam filmini kıpkızıl komünistler de çekseydi yine sorun çözülmeyecekti. Hatta nihai olarak sınıfsız toplum için mücadele eden devrimcilerin iktidarında da bu sorun, varlığını uzun yıllar sürdürecek çünkü meselenin kökü derinlerde ve karmaşık. Kimsenin elinde sihirli değnek yok. Fark soruna dair yaklaşım tarzının her türden eşitsizliği ortadan kaldıracak bir dünya özlemiyle yürütülmesinden kaynaklanıyor.İkinci eleştiriye yanıt: Filli Boya’nın serbest piyasada faaliyet gösteren, kâr etme amacı güden ve bunun için kendi sınıf çıkarlarını kollayan uygulamaların içinde olması bir gerçek. Ancak bu reklam filmini onaylamamız bizim onun sınıf çıkarlarını işçilerin sınıf çıkarlarına tercih ettiğimiz anlamına gelmiyor. Hatta bu kısa film cins eşitliğinin ve çalışmanın erdemini yücelttiği için ilerici bilinci ister istemez geliştiren bir rol oynuyor. Ancak toplam olarak bugün milletin ortak çağdaşlaşma özlemine katkı sağlıyor.İşi değerlendirmekEleştiri ancak bir anlamı varsa yararlıdır. Bir işi değerlendirmek ancak o işin ne söylediğini somut olarak ele alarak mümkündür. O işi bir kenara bırakıp ya da önemsemeyip, işi yapan kurumun veya kişinin niteliğini tartışmanın ve buradan kendi fikrini haklılaştırmanın hiçbir anlamı yok.Tabi oyun oynamak isteyenleri hayran bırakmak ve ne kadar da “muhalif” olduğunu kanıtlamak dışında…

Yazının Devamı