Selçuk Ülger

suelger@web.de

Son Yazıları

Bakü'ye gecikmiş bir mektup

Değerli Azad Karadereli Ağabeyim Merhaba,

Yüz yüze tanışamadık henüz. Fakat, öykülerinizin yüreğimde yeşerttiği gönüldaşlık duygusundan olmalı, size 'ağabeyim' diye seslenmek geldi içimden...

Yazının Devamı

Çöplükten kurtardığım albüm

HAFTALARCA yatağımızı, yorganımızı toz duman içinde bırakan tamirat ve boya işlerimiz sonunda bitti. Fakat erken sevinmişiz. Daha yorgunluk kahvemizi içemeden, bu kez de kapımızın önünde yığılı duran çöpler başımıza bela oldu. Belediyenin iki haftada bir gelen dev çöp arabası, yeni malzemelerden artanları dahi kabul etmedi. Ezip küçülttüğümüz boş yağlı boya kutuları da tehlikeli kimyasal atık sayılıyormuş. Hepsi evimizin önünde kalakaldı...

Yazının Devamı

Alman basınında şampiyon kızlarımızı es geçme yarışı...

BÜYÜK bir azimle ilkin Milletler Ligi Şampiyonu oldular. Hemen ardından Avrupa'nın dev takımlarını eze eze Avrupa Şampiyonluğu'nu kazandılar. Cumhuriyetimizin 100. yılında tarih yazdılar. Özellikle Brüksel'deki final maçı sonrası, birincilik kürsüsünden milli marşımızı söyledikleri anlarda hepimiz göz yaşlarına boğulduk. Başı dik Türk kadınının (Küba'da doğmuş 'Malatyalı Vargas'ımız dahil.) milletimize armağan ettiği bu iki büyük zafer, dünyanın dört bir yanında yaşayan yurttaşlarımızı sevindirmekle kalmadı, birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularımızın mavi çeliğine bir kez daha su verdi...

Hiç yenilgi almadan Avrupa Şampiyonu olan kızlarımızı bir kez daha yürekten kutluyoruz. Ömürleri uzun, başarıları daim olsun.

Yazının Devamı

Wehrmacht mantosu

Frankfurt'un eski semtlerinden Bornheim'in şirin bir sokağındaydı Selahattin Usta'nın küçük terzi dükkanı. Doksanlı yılların başında, acele posta servisinde çalışırken tanımıştım onu. Bir binaya kestirme bahçe yolundan gireyim derken dikenli çite takılıp baştan aşağı yırttığım yazlık iş tulumumu hızla onarmış, bütün ısrarlarıma rağmen ücret almamıştı. O günden sonra aramızda sıcak bir dostluk doğdu ustayla...

Terzi dükkanına yakın oturan alıcıları evlerinde bulamazsam, posta kutularına “Gönderiniz terzi dükkanına bırakıldı, lütfen oradan alınız!” yazılı bir not yapıştırıp, zarfları, paketleri, havalimanı postanesine gerisin geriye götürmek yerine Selahattin Usta'ya emanet ediyordum artık. Teslim alındı belgelerini de ona imzalatıyordum.Yüküm epeyce hafifliyordu. İşinin ehli, sözünün eri, erdemli bir insan olduğundan, sokağındaki, semtindeki bütün Almanlar çok sevip sayıyorlardı Selahattin Usta'yı. 

Yazının Devamı

Hayat Mecmuası’nda bir reklam

İzin dönüşü vedalaşmak için buluştuğum akademisyen dostum irice bir zarf tutuşturdu elime. “Sahafları gezerken rast gelmiştim bu eski mecmuaya; uçakta okursun.” dedi.

Böyle hatırnaz davranışlar çok duygulandırır beni. Dayanamadım, oracıkta zarfından çıkarıverdim incelikli armağanını: “Hayat Mecmuası, 6 Mayıs 1960, Sayı:19”

Yazının Devamı

Sessiz Şampiyon

Okuduğum öyküleri beni öyle etkilemişti ki yazarın tüm yapıtlarını sipariş etmiştim. Biri hariç, kitapların hazır olduğunu bildiren bir e-posta aldım İlhanilhan Kitabevi’nden. Eksik kitap, güreş tarihimizde hâlâ aşılamamış iki büyük başarının, 1948 Londra ve 1960 Roma Olimpiyatlarının anlatıldığı Neşter ve Madalya romanıydı. Kitabevini arayıp koliyi birkaç gün bekletmelerini rica ettim. Ankara'da yaşadığını bildiğim yazarımızla henüz tanışmıyorduk. Bir mektup yazıp ona durumu bildirdim. Ak saçlı yazarımız, kitaplığından Neşter ve Madalya romanını götürüp beklettiğimiz koliye kısa bir mektupla eklemiş. Bir hafta sonra kitaplarım geldi. Koliyi heyecanla açtım, mektubunu sevinçle okudum: “...Kendisi Almanya'da olsa da yüreği yurduna, bizlere çok yakın dost, bu romanımı size özel armağanım olarak imzalıyorum. Romanı, özellikle olimpiyat şampiyonumuz Ahmet Bilek'e ayrılmış bölümü okuyunca konuşacağımız şeyler olacaktır. Sevgilerimle. Kemal Ateş.”Yazarımız haklı çıktı. Romanı bitirir bitirmez telefona sarıldım; yazarımız Kemal Ateş ile konuşacağımız “çok şeyler” vardı çünkü. Sorularımın çoğu, 1960 RomaOlimpiyat Şampiyonası’nda 52 kiloda altın madalya kazanmış öğretmen güreşçi Ahmet Bilek'le ilgiliydi. Köy enstitülerinde aldığı terbiye ve disiplin gereği, turnuva yolculuklarında dahi antrenman çantasında mutlaka birkaç kitap bulunduran bu güreşçimiz, aynı zamanda 1960'larda başlayan Almanya'ya güreşçi göçünde de başı çeken isimlerdendi. Bu nedenle olmalı, romandaki diğer ünlü şampiyonlarımızdan daha fazla ilgimi çekmişti Ahmet Bilek. Romanda, güreşçimizin yaşamından sarsıcı kesitlerin harmanlandığı yirmi sayfalık bölüm, romanın içine ustaca gizlenmiş ayrı bir roman gibiydi sanki.

1932 yılında Kula'nın Menye köyünde doğmuştu Ahmet Bilek. Yetim büyümüş, suskun bir köy çocuğuydu. Sadece çayırlarda yapılır sandığı güreş sporunun minderde de yapıldığını, 15 yaşındayken başladığı İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü'nde görmüştü ilkin... Enstitüler arası güreş turnuvasının yapıldığı bir gün olimpiyat şampiyonu güreşçilerimiz Yaşar Doğu, Celal Atik ve Mersinli Ahmet, Kızılçullu Köy Enstitüsü'nü ziyaret ediyorlar. Öğrencilerin arasına karışıyor, onlarla şakalaşıyor, hatta mindere çıkıp bazı müsabakaların hakemliğini dahi üstleniyorlar. Okulun toplantı salonunu dolduran meraklı öğrencilere Londra Olimpiyatları’ndaki anılarını anlatıyorlar. Efsane güreşçilerimizin anlattıkları Ahmet Bilek'i o kadar etkiliyor ki güreşe hep var olan sevgisi o gün tutkuya dönüşüyor. Ahmet'in yeteneğini iyi gözlemleyen beden eğitimi öğretmeni, onu götürüp İzmir Demirspor'da güreşe başlatıyor. Daha o yaşlarında başarılar kazanıyor Ahmet Bilek.

Yazının Devamı

Mendilimde kan sesleri

 Haftalardır ağzımda kekremsi bir tat...

Bir kış sabahına her şeyini yitirmiş uyanan insanlarımızın o acı çığlıkları durmadan çınlıyor kulaklarımda. Toz bulutları arasında yavrularını arayan annelerin yanık ağıtları ok gibi saplanıyor yüreğime. Bir başına kalmış çocukların masum bakışları gözlerimin önünden bir türlü gitmiyor. Bir bozlağı artık sonuna kadar dinleyemiyorum. Mızrap tellere dokunur dokunmaz yanaklarım ıslanıyor...

Yazının Devamı

Vurulduk ey halkım unutma bizi...  

Katledilişinden bu yana geçen onca zaman Uğur Mumcu'ya duyduğumuz derin acıyı zerre hafifletmedi. Adını her andığımızda şuramıza bir şey düğümleniyor. Otuz yıl önce, Cebeci Mezarlığı'nın soğuk toprağına sadece Uğur Mumcu'nun parçalanmış bedenini değil, parçalanmış yüreklerimizi de gözyaşlarıyla bırakmıştık çünkü...

Cumhuriyetimizi sonsuza dek yaşatmaya ant içmiş milyonların tertemiz umut pınarıydı Uğur Mumcu. Seksenli yıllarda üniversite öğrencisiyken arkadaşlarımızla dönüşümlü olarak Cumhuriyet gazetesi alır, okul kantininde çay simit eşliğinde onun 'Gözlem' köşesini okuyarak başlardık güne.

Yazının Devamı

Yılın ilk yağmuru altında...      

Göz açıp kapayıncaya dek koca bir yıl daha geçip gitti işte. Yaş ilerledikçe zaman daha hızlı akıyor sanki. Yeni yılın ilk günü erkenden yollara düştük çaresiz. Almanya tembelliği kaldırmıyor.

Alacakaranlıkta sokağa dökülenlerin, tramvay duraklarında bekleşenlerin çoğu göçmen emekçiler. Noel tatilinin rehavetini henüz atamamışlar üstlerinden. Dalgın, uyuşuk, bezgin bakışlarla taze yılın taze yüklerini omuzlamaya gidiyorlar. Birazdan onları toplayıp götürecek tramvaylardan isteksizce inecek, Frankfurt'un yüksek yapıları arasında ivedi adımlarla bir bir kaybolacaklar. Ekmek kavgası kaldığı yerden sürecek...

Yazının Devamı

Sonbaharın eski tadı yok           

Frankfurt, Almanya'nın en yeşil kentlerinden. İlkbaharları gibi sonbaharları da çok güzeldir.

Main Nehri kıyılarında sıralı ulu ağaçlardan bulvarlara dökülen sararmış yapraklar kasım sonuna kadar olanca güzelliğiyle ışıl ışıl yer değiştirir...

Yazının Devamı

Göçmen işçilerin göçmen yazarı: Fakir Baykurt

Okuduğum ilk Fakir Baykurt romanı Tırpan'dı. Liseye yeni başlamıştım. Nitelikli yazınsal yapıtların insanı tepeden tırnağa değiştirebilecek bir güce sahip olduğunu ilk kez bu sarsıcı romanın sayfalarında kaybolduğumda anlamış, Fakir Baykurt'un bütün yapıtlarını bir an önce bulup okumaya, okumakla kalmayıp o koca yürekli yazarımızla bir gün mutlaka tanışmaya ant içmiştim...

1995 yılının üşüten bir Frankfurt güzü. Yağmur taneleri küçük evimizin pencerelerine tıp tıp vuruyor. Sevgili yazarım Fakir Baykurt’la mutfağımızdan çaylarımızı alıp oturma odasına geçtik. Evimizdeki ilk konukluğu bu. Daha ilk yudumda, “Karanfilli çayınıza bayıldım! Bu çay bana konukluğu uzattıracak, bilesiniz!” diye karımın mutfaktan duyacağı tonda seslendi.

Yazının Devamı

Eylül Sonu...   

1849 Eylül'ünün sonuydu.

Dar sokakların birinden güçsüz adımlarıyla çıkıp Tuna kıyısındaki bir ağacın altına oturdu Julia. Bir zamanlar gençlik önderi olan, devrimi ateşleyen kocasının sarsıcı şiirleriyle yankılanan Peşte Bulvarlarına acı bir sessizlik hakimdi şimdi. Macar halkı derin bir yas içindeydi...

Yazının Devamı

Araştırma ruhumuzu harlandıran kitap: Türkçe Kökler

“Dünyada konuşulan üç bine yakın dilden sadece yüz küsürü devlet dili olmayı başarabilmiş.’’ Bu dillerin içinde Türkçemiz de var. Uzak çağlarda, uçsuz Asya bozkırlarından emekleyerek çıktığı yolculuğunu binlerce yıldır gürele gürele sürdürüyor anadilimiz. Ne mutlu bize...

Türkçemizde, başka dillerde olmayan bir şeytan tüyü var. Geçtiği, konakladığı toprakların halklarına kendini çabucak sevdiriyor. Eğer konukluğu uzatırsa, kendisine duyulan sevgi, tutkuya dönüşüyor. Eline keskisini, çekicini alan, ağaçlara, kemiklere, taşlara kazıyor onu. Ve kazıldığı her yazıt taşına ölümsüzlük bahşediyor dilimiz. Asırlar sonra eline bilimin merceğini alan herkes, bu görkemli yazıtların önünde saygı duruşuna geçiyor...

Yazının Devamı

Konsoloslukta beklerken

Yıllar sonra vekâletname işi için Frankfurt Başkonsolosluğu'na gittim. Salgın döneminde ilk kuşak göçmenlerin yaprak dökümü daha da arttığından olmalı, noter işlemlerinin yapıldığı odanın önü hayli kalabalıktı. Epeyce bekledim; fakat hiç sıkılmadım...

Ailelerinden kalan tarlaları, arsaları, evleri, yazlıkları paylaşmak için topluca gelen çatık kaşlı mirasçılar, noter odasından çıkar çıkmaz bir köşeye çekilip ellerindeki vekâletnamelerin tren katarı gibi uzayıp giden tümcelerini döne döne dikkatle okuyorlardı. Kimisi de, vekâletnamenin bir yerinden ürküp merdivenlerden geri dönüyor, sırası gelenin adını seslenmek için kapıyı aralayan noter katibine koşup kafasına yatmayan yerleri alelacele bir kez daha soruyordu.

Yazının Devamı

Berlin Mektupları           

Kitaplığımı elden geçirirken, Haldun Taner'in 'Berlin Mektupları' pat diye düşüverdi önüme. Eprimiş kapağından anımsadım; doksanlı yıllarda bir yaz iznimizde Ankara'da dolaşırken bir sahaftan almıştım bu kitabı. Seçtiğim tüm kitaplara indirim yaptığı halde, “İlk baskı kitaplar değerlenir” diyerek Berlin Mektupları'ndan kuruş düşmemişti ak saçlı sahaf.

Emek göçünün doruğa ulaştığı yıllara ve Almanya'nın yakın tarihine ışık tutan bu kitabı, Almanya'ya yenice yerleşmiş bir emekçi olarak çok merak etmiş, Frankfurt'a döner dönmez hemen okumuştum.

Yazının Devamı

Retinayı yırtan manzaralar

Yaşım elliyi aştı. İnsanı toprağı çekiyor. Yirmili yaşlarımda ardıma bakmadan terk etiğim bozkırlar şimdi hasretini çektiğim bir cennet artık; cennet sanıp geldiğim Almanya ise bir kaygı, kasvet cehennemi. Çocukluğumun coğrafyası gün geçtikçe daha gür bir sesle çağırıyor beni kendine. Doğduğum toprak damlı evimiz, ilk adımlarımı attığım avlu, tırmandığım ağaçlar, üzümünü, pekmezini yediğim yemyeşil bağlar, uzak gecelerimin bölük pörçük rüyalarına daha sık girmeye başladı bu yaşlarda. Ne diyordu şair:

“İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı

Yazının Devamı