09 Mayıs 2024 Perşembe
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Genç Brecht'in dünyası

Özdemir Nutku

Özdemir Nutku

Eski Yazar

A+ A-

Brecht'in gençlik dönemini besleyen karamsarlığın kaynağı, dünyanın geriye doğru uzantısı, 1870/1 Fransız-Prusya Savaşı'na kadar gider. Bu savaş sonucunda, Almanya'nın ekonomik, toplumsal ve siyasal yapısı değişmiş, yoğun bir sanayileşme sürecine girilmiştir. Bu savaşın sonunda "Alman Birliği" kurulmuş, Fransızların Almanlara ödediği büyük savaş tazminatı ile Almanya, Avrupa'nın kapitalist-emperyalist devletleriyle yarışabilecek hızla bir sanayileşme çabasına girişmiştir. Yirmi yıl içinde, Almanya, Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri olmuştur. Ancak bu hızlı gelişme sürecinde, o zamana kadar bilinmeyen çeşitli sorunlar da ortaya çıkmıştır. Sanayileşme hızı ile birlikte, çığ gibi büyüyen bir fabrika proletaryası kendini hissettirmeye başlamıştır. Kırsaldan kentlere başdöndürücü bir göç başlamış ve böylece barınma, eğitim, besin, vb. sorunlar üstüste yığılmıştır. İşçilerin büyük bir kesimi çok kötü koşullar içinde yaşamak zorunda bırakılmıştır; örneğin, düşük işçi ücretlerine karşılık ondört onbeş saatlik çalışma zorunlu tutulmuş, dört yaşını bitirmiş çocuklar da, kadınlarla birlikte çok düşük ücretle çalıştırılmıştır. Bu dayanılmaz koşullar ilk kez l875'te bir patlamaya yolaçtı. l873 yılındaki ekonomik bunalım işsizliği arttırmış ve emekçilerin aleyhine büyük sonuçlar getirmişti. Ancak işçilerin içine itildikleri bu kötü durum, onları politik açıdan uyandırmıştı. İşçiler güçlendikçe burjuva kapitalizmi sarsıntılar geçirmeye başlamış, bu da monarşi-sanayi burjuvasını, toprak ağalarını ve üst kademe bürokratlarını sosyalistlere karşı birleşmeye yöneltmişti. İmparator'a yapılan iki suikast girişimi kanıtsız, tanıksız sosyalistlerin üzerine atılmaya çalışılmış ve halkla sosyalistlerin arasını açmak için her çareye başvurulmuştu. Ayrıca, sosyalistleri hedef alan bir yasa meclisten çıkarılmış ve halkla sosyalistler arasına bir duvar örülmüştü.

Bütün bunlar yapılırken monarşi, sanayi burjuvası, toprak ağaları ve imparatorluk ordusundan kurulu bir cephe, militarizm ve milliyetçilik sloganlarıyla insancıl koşullar dışında yaşayan işçileri iyice baskı altına almıştır. Almanya, bir yandan – İngiltere'den sonra – Avrupa 'nın en büyük deniz filosuna sahip olup denizaşırı sömürgeler elde etmeye başlarken, bir yandan da yoğun bir faşist baskıyı toplum üzerine sermiştir.

Çıkarlarını milliyetçilik ve din kalkanı ile halka karşı koruyan egemen güçler, beklenmesi gereken kötü sonuçları da yeşertmişlerdir. İmparator Wilhelm (kendisi de bir kapitalist olduğundan) hep sanayi burjuvasının yanında olmuş ve ondan başka düşünenleri "vatan haini" ilan ederek halk, işçiler ve aydınlar üzerinde bir baskı kurmuştur. Almanya, 1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı'na "Almanya bütün ulusların üstündedir" (“Deutschland über Alles!”) sloganı ile girmiş, ama bilindiği gibi, umduğunu bulamamış, perişan olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya, bir enkaz durumundadır. Ekonomi çökmüş, sınıflar arası çelişkiler büyümüş ve bu olanlardan bir şey anlamayan, tarihsel bilinçten yoksun olan yığınlar ise büyük bir dehşete ve umutsuzluğa kapılmışlardır. Uzun yıllar, her çeşit otoriteye karşı güvensizlik duyulduğundan, esnaf arasında ve yazın alanında yoğun bir başkaldırı kendini göstermiştir.

Rejimin doğal bir sonucu olarak sınıf çatışmaları başlamış, toplumun içine düştüğü umutsuzluğun bir yansıması da yazarlarda ve sanatçılarda izlenmiştir. O güne dek monarşiye güvenen yığınlar monarşinin çirkinliklerini, sanayiye güvenenler burjuvanın duyarsızlığını, babalarına güvenenler babalarının despotluğunu, öğretmenlerine güvenenler okullarının yararsızlığını görmüşlerdir. Bu yozlaşmış düzenin yerine neyin konulması gercktiğini bilmeyenlerse tek kurtuluşu ölümde bulmaya başlamışlardır. O yıllarda intihar olaylarında büyük bir patlama ortaya çıkmıştır. İşte Brecht, 1927 yılına kadar olan gençlik döneminde, toplumun içinde bulunduğu bu nihilist, anarşist ve umutsuz ortamın besleyip büyüttüğü bir yazar olarak izlenir.

Brecht, insanların yalnızca çevreleri yoluyla anlaşılabileceğini ve saptanabileceğini görmüştür; çünkü insanın kişiliği, değişen dış dünyanın ürünüdür. Kendinden sonra gelen, Sartre ya da Camus gibi, Fransız varoluşçularını etkilemiş olması doğaldır. 1918 yılındaki Alman yenilgisi Brecht ve kuşağının angajmanını nasıl getirdiyse, 1940 yılındaki Fransız yenilgisi de sonraki kuşağın Fransa’daki temsilcilerini bir angajmana götürmüştür.

Öte yanda, savaş, insan için oldukça kaçınılmazdır. Böyle, sürekli savaşın sürüp gittiği dünyada adaletten de sözedilemez. Brecht’in hemen her oyununda bir mahkeme sahnesi vardır; o, insanların türdeşleri için âdil olabilecekleri düşüncesini reddeder. Ancak çok genç ve basit olanlar saftırlar, ama bunlar da iyi oldukları için ergeç yokedilirler. Genç Brecht’in dünyası bukadar trajik bir karamsarlık içinde görülebilir. Bu öyle bir dünyadır ki, kötülük tarafından kirletilir, akıldışı güçlerin kör gözleriyle yönetilir ve bu dünya Tanrısızdır. İnsan bütün bunların karşısında çaresizdir. Bütün bunlar Brecht’in gençlik yıllarında, dünyaya bakışını ve bu bakışındaki olumsuzluğu ve karamsarlığı açıklar. Ancak Brecht, yıllar sonra, bu olumsuz dünyanın ‘resmin ancak yarısı’ olduğunu, tekrar tekrar belirtir. Resmin olumlu olan öteki yarısında Marksizm vardır. Brecht, Doğu Alman rejimi altında da partinin istediği gibi yazmadı. Yazar, maddeci diyalektiğe ne kadar bağlıysa, Doğu Alman Komunist Partisi'nin politikasına da okadar karşıydı; çünkü Brecht'in olumlu olarak kabul ettiği düzen onda bir inançtı, ama bir umuttan öteye gidemedi. O Marksçılığın idealist yanından çok eleştirel yanıyla ilgilendi.

Brecht'in gençlik dünyasında yoksullar aşağılık, zenginler acımasız ve sömürgendi. Yazarın ilk oyunlarında tekrar tekrar üzerinde durduğu nokta, bugün acı çeken yoksulun, yarın bir olanakla yükselme fırsatı elde ettiğinde, bu düzen (kapitalist-burjuva düzeni) içinde, ezenler kadar obur, acımasız olacağıydı.

Yazarın oyunlarında farklı biçimlerde tekrar tekrar önerdiği, "Dünyayı değiştirin, çünkü değiştirmek gerekiyor" sözü, onun değişime olan özlemini dile getiriyordu. Ama Brecht, bu değişikliğin nasıl ve neye doğru yapılacağını açık ve seçik belirtmedi. Zaten bir oyun yazarı olarak belirtmesi de gerekmezdi. Çünkü Anton Çekhov'un dediği gibi, yazar çağının 'tanığı'dır, yargıcısı değil. Engels ile Marx modern bir diyalektik ortaya koymuşlar, ama onlar da değişimi somut bir biçimde belirtmemişlerdi. Onlar XIX. yüzyıl kapitalizmini incelemişler ve varolan çöküntüye parmak basmışlardı. Ama yeni düzeni somut bir biçimde ortaya koymamışlardı. Brecht de aynı şeyi yaptı.

Yazar, oyunlarında daha çok resmin olumsuz yanını gösterdi, olumlu yandan yalnızca sözetti. Brecht'in, dünyayı ele alışında, bu olumlu yanı en başarıyla belirttiği yapıtı, Gorki'den uyarladığı ve yeni baştan düzenlediği Die Mutter (Ana -1930/32) oldu. Bu oyunun kahramanı Pelageya Vlasova, yeni bir düzenin eşiğinde olan devrimciler arasında görülür. Ama bu oyunda da yeni düzenin ne olduğu gösterilmez. Yalnızca onun bir tek oyununun, Der kaukasische Kreidekreis’ın (Kafkas Tebeşir Dairesi -1945) başında yeni düzeni gösteren, biraz da yama gibi duran, bir sahne vardır; bu kısa sahnede Sovyet Rusya'daki kolhoz gösteriliyordu. Bu sahneyi Sovyet eleştirmenleri beğenmediler ve bu sahnenin fantaziden başka bir şey olmadığını belirttiler.

Doğu Alman rejimi altındayken de, hiçbir komunist partinin üyesi olmayan Brecht, partinin istediğini yansıtmamıştır. Parti onu defalarca uyardığı halde, o kendi inandığı insanca yaşanacak bir düzeni araştıran oyunlar yazmıştır. Üstelik, içinde yaşadığı katı Doğu Alman rejimini de hiç tutmamıştır.

Brecht gençlik yıllarında burjuva dünyasına ve insanı savaşa sürükleyen mevcut düzene karşıydı. I. Dünya Savaşı sonrasında doğduğu kent Augsburg’da ortaya çıkan komunist ayaklanmasına kısa bir süre katılmışsa da, yaşamının sonuna dek, o, kendini bağlayacak her türlü otoriteyi reddetmiş bir pasifist, eski düzeni yıkmak isteyen bir anarşistti. Brecht’in başkaldırısı, dışta iki yüzlülüğe, pintiliğe, burjuva düzeninin adaletsizliğine; içte ise evrendeki düzensizliğe, insan ruhunun keşmekeşliğine karşıydı. Brecht’in toplumsal (dışadönük) başkaldırısı nesnel, etkin ve gerçekçidir; ama onun bireysel (içedönük) başkaldırısı öznel, edilgen, çaresiz ve romantiktir.

İşte bu ikili durumun başkaldırısı ile Brecht’in oyunlarının diyalektiği de anlaşılabilir. Bu çatışma, yaşamının sonuna dek sürüp gitmiştir. Bu çatışma içinde, o, bireyin tarafını hiç tutmamıştır; daha doğrusu o, kapitalist burjuva düzeni içinde bireyin gerçek olamayacağına, yine bu düzen içinde ahlaksal deneyimin şarlatanlıktan başka bir şey olmadığına inanmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında, daha önce onda uyanmış olan burjuvaya ve kurulu düzene karşı olma duygusu, içinde yaşadığı düzeni şiddetle eleştirmesine neden olmuştur. Bu düzen içinde Brecht’in karşı olup eleştirdikleri karaborsacılık, her türlü spekülasyon, toplumsal yozlaşma, her kafadan çıkan sesler, gerçeklerin saklanması, fraksiyoner parçalanma ve benzeri şeylerdir.

1920‘lerde, savaşın sonuçları toplum içinde etkin bir durumdaydı. Halk ayaklanmaları, öğrenci gösterileri, sanatçıları da, katı ahlakçılığa ve burjuva kalıplarına karşı başkaldırmaya yöneltmişti. Bunun sanat ve yazın dünyasındaki yansıması, zorbalık, şiddet, korku verici konular ve kahramanlar bu kaskatı kesilmiş anlayışı bir nebze olsun parçalamak için ortaya atılıyordu. Brecht’in konuları da, suç, içki, kız kaçırma, ırza geçme, cinayet, fahişelik ve halk ayaklanmaları olaylarını içeriyordu.

Brecht, Almanların katı ve fanatik tutumuna ve kapitalist düzenin yozlaştırdığı kurumlara olan kızgınlığından dolayı, yeni bir düzen vaat eden Marksist görüşü benimsemeye başladı. O, Alman klasiklerine, okul kitapları gibi katı ve tek yönden bakılmasına karşıydı. Ona göre, Alman halkının bir devrim yapıp yepyeni bir düzene kavuşması gerekiyordu. Alman halkının artık bir özeleştiriye gereksinimi olduğunu anlaması zorunluydu.

O, Marksizmi, yapıtlarında, kendine göre biçimlendirmiştir. Marksizmi kabul etmesiyle, yazarlığı ve sanatçılığı gelişmiştir; çünkü onun anarşist ve karamsar eğilimleri Marksizm ile önlenmiş ve onu entelektüel bir disiplin düzeni içine sokmuştur. Brecht’in çok yakın dostu, Walter Benjamin, onun Marksist ilkelere olan eğilimini hümanist olmasına bağlar. Brecht, A.B.D.‘nde, Senatör McCarthy’nin kaynattığı cadı kazanı sırasında, onu çağıran kovuşturma komitesine hiçbir partiye kayıtlı olmadığını söyledikten sonra şöyle demiştir: “Ben, tabii ki, Marx’ın tarih hakkındaki önerilerini inceledim. Bence bu çağda bu inceleme yapılmadan aklı başında hiçbir oyun yazılamaz”. An die Nachgeborenen (Gelecek Kuşaklara -1938) adlı şiirinde

“Hedef çok uzaklarda

Belli ki erişemeyeceğim ona

Onu apaçık görüyorum oysa”,

diyen Brecht’in Marksizmin öğretilerini yaymak gibi, bir görev yüklenmediği anlaşılıyor. O bu düşünceleri yalnızca çağdaş yaşamın bir aynası olarak görür. Bir incelemeci, Brecht’in tutumunu şöyle açıklar: “Brecht, özellikle komunist denebilecek bir yapıt yazmamıştır. Ana onun bu alandaki göze görünür tek örneği olup birçok yönden de en mükemmel oyunudur”. Görülüyor ki, Brecht’in Marksizmi kendisine özgü, onu disipline alan bir eğilimdi; onun için de hiçbir partiye ve örgüte bağlanmamıştır.

Almanya’da Nazizm güçlenirken Danimarka’da olan Brecht, Willi Bredel ve Lion Feuchtwanger ile Das Wort (Söz) adlı dergiyi çıkartmayı aklına koydu. Bu derginin hazırlıkları için, 1935 yılında, Moskova’ya giden Brecht, orada sürekli yaşayabilip yaşayamayacağını denedi. Ama ancak birkaç gün dayanabildi. Orada neden kalmadığını soranlara, “Çayıma ve kahveme atacak kadar şeker bulamadım”, yanıtını vermiştir. Brecht’in aktardığımız bu sinik yanıtı, aradığı düzeni orada da bulamadığını gösterir. Daha sonra o, 1941 yılında, Nazi Almanya’sı ile Stalin Rusya’sının emperyalist amaçlarla anlaştığını görmüştür. Bu da bir noktada onun doğruyu gördüğünü belirtir. Hemen hemen vatansız duruma gelen yazar, bu karışık ve gülünç durum üzerine A.B.D.’ne gitmiştir. Orada film çeviren ve oyun yazan Brecht, beş yıl A.B.D.’nde kaldıktan sonra, orada da yaşayamayacağını anlayıp Avrupa’ya dönmüştür. İsviçre’de mi yoksa Avusturya’da mı yerleşmenin doğru olup olmadığını düşünmüştür. Ama Doğu Berlin’de emrine verilen ödenekli tiyatronun başına geçmeyi kabul edip etmeme konusunda da uzun uzun kararsız kaldığını izleriz. Bir ara Münih’e yerleşmeyi aklından geçirmiş, ancak oranın da Amerikan askeri güçlerinin denetimi altında olduğunu görüp bu fikrinden vazgeçmiştir. Böylece, sonunda Doğu Berlin’in önerisini kabul etmeyi doğru bulmuştur. Brecht üzerine güzel bir inceleme kitabı yazan Esslin, onun gerçek bir yaratıcı olduğuna değinir ve “Gerçek yaratıcı bir sanatçı hangi inançları olursa olsun, onun kaynağı bilinçli ve rasyonel düşüncenin ilerisinde oluyor”, diye yazar.

Yazarı inceleyen Brustein ise yazarın ulaştığı noktayı şöyle açıklar: “Brecht, yaşamı sürekli reddederek yaşamla barışma yolunu bulmuştur – politik dalgayla sürüklenerek ruhsal dehşetini ve bunalımını yenmiştir. Brecht’in çift taraflı başkaldırısında ulaştığı sentez budur. Kötülük içinde kaybolmak suretiyle iyi için çalışabilmiş; yıkıcı güçleri sıvazlayarak yaratıcıların seviyesine yükselmiştir”.