05 Mayıs 2024 Pazar
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Acemi Büyücüler

Seyyit Nezir

Seyyit Nezir

Eski Yazar

A+ A-

Duyular ve akıl bileşkesi olarak usduyunun gerçekliğe erişimde yetersizliğini tarih boyunca araçlarla gideren insan, 20. yy. başlarında artık tam tersine, dille birlikte her türlü aracın gerçekliği doğru kavramada olduğu kadar, yanlışa yöneltmede kullanıldığını görür. Fotoğraf ve sinemanın gerçekliği çok açık sergileme olanağı, aynı zamanda gerçekliği bozma gücünü kanıtlar. Teknoloji; düşleyen için etkili bir donanım sağlar. Dünya ile insanın, nesne ile öznenin oluşturduğu arakesit, başta dil olmak üzere tarihin en eski düş olanağının ortamı olmaktan çıkarak tekniğin işgal ettiği bir alana dönüşür. Sözcüklere, insanın dayattığı ses ve renklere direnen varlık, düş ve hayallerin araçlarla zoraki biçimlendiği durumları olumsuzlamak yerine, ona boyun eğer.

DÜŞ-KURANIN MEKÂNI

Günümüzde "düş-kuran"ın konumu ve gücü, Bachelard'ın 1940'larda saptadığı ortam ve düzeyle bugün çok daha örtüşük bir noktadadır; dahası düşkuran, kullandığı araçlarla tüm varlığı teslim alma, başka özneleri yönlendirme ve kullanma konumundadır: "Düş-kuranın varlığı, kendisine dokunanı istila eder, dünyaya dağılır. Dünya ile insanı ayıran ara bölge, gölgeler sayesinde dolu bir bölgedir ve bu, yoğunluğu düşük bir doluluktur. Varlık ile varlık-olmayanın diyalektiğini işte aradaki bu bölge yumuşatır. Hayalgücü, varlık olmayanı bilmez. ... gölgeler bölgesine adım atmak için yeterince yalnız kalmış filozof, hiçbir varlığın hayır demediği, engelsiz bir ortama dalar. Düşleme sayesinde, varlığıyla, yarı-varlığıyla homojen olan bir dünyada yaşar. Düşleyen insan, bir hacmin mekânında yer alır hep: ... her

yanıyla dünyanın içindedir, dışarısı olmayan bir içeridedir. ... Düşlemede hayır'ın bir işlevi kalmaz." (Düşlemenin Poetikası, İthaki Y.)

GERÇEĞİN ASLI TA KENDİSİDİR

Düşkuranın internetle yaydığı radyasyon gücündeki düşlerin her türlü etkisine sonuna kadar açık olan bireylerin düşe hayır deme şansı nerdeyse hiç yoktur. Oysa düşlem, gerçekliği algılamak ve doğru tanımlamak için kullanıldığında, daha başında dünyaya hayır deme peşindedir. Lenin, "Hegel'in Mantık Bilimi" yazısında bunu çok çarpıcı biçimde vurgular: "[olayı] Canlı izlemekten soyut düşünceye, oradan praksise... Nesnel gerçekliği bilmenin, Hakikat'i anlamanın yolu budur işte." Öznenin gerçekliğe yönelttiği keşif yetisinin coşkusunu Metaverse köpüğünde yaşama imkânı kalmamışken, "Büyülü gerçekçilik gizemi aslına, gerçeğe dönüştürür…" görüşünde ısrar etmek, tümüyle bir teslim oluş anlatımıdır (Güray Öz, Birgün, 18.12.22). Gizemle gerçeklik arasında hiçbir bağlam ve düzeyde örtüşmeden, karşılıklı gelişten, hakikatten söz etmek mümkün değilken, "gerçeği gizemin aslı olarak göstermek", akıl alır bir düşünce olmayı bırak, tam bir yanılsama ve safsatadır. Gerçeğin aslı, onun yanılsamadan arındırıldığı hakikatin ta kendisidir.

GÖLGE ASLINA DÖNÜŞMEZ

Geçen haftaki yazımızda, Nazlı Eray'ın önünde, "büyülü gerçekçi yazar oluşu vesilesiyle selama durmaya" dokunmakla yetinmiştik (Yüklem, Büyübozan Gerçekçilik, 15.12.22). Oysa görülüyor ki, dijital donanımlı Yeni Ortaçağ'da safsatanın kazandığı yaygınlık ve güçten, gerçekliği daha vurgulu sergilemede gizem ve büyüden medet umma hastalığının cazibesine ve büyüsüne soldaki nice yazar birer birer kapılmaktadır. Sanatla büyü ilişkisine köklü ve kapsamlı olarak eğilmiş olan Fischer (Sanatın Gerekliğiliği, De Y., 1968), "gerçekliğin yitirilmesi ve bulunması" girişimlerini daha 1950'lerde eleştirirken yaşanan yanılsamayı çok açık göstermiş, gerçek adına öne sürülen olgularınsa onun gölgesinden başka bir varlığı olmadığını vurgulamıştı:

"Bildiğimiz aldatıcı dünyanın yerini, özel, ama daha gerçek olmayan bir dünya alır. Bundan amaç insanın belirsiz ve 'zaman dışı' varlığını, zamansız bir karanlık içinde göstermektir. Oysa Hegel'in de yazdığı gibi, 'varlık kendi başına hakikat değildir, yalnız anlaşılmış olan dünya hakikattir.' Marx'a göre de, 'Yalnız anlaşılmış olan dünya hakikattir.' [yitirilmiş gerçekliğin peşindeki] Bu edebiyatın özü olan gerçeksizlik, kalıplaşmış aldatıcı dünyaya karşı bir başkaldırışın sonucu olabilir: oysa gerçekte bu, o dünyanın bir gölgesinden başka bir şey değildir."

Hiçbir gölge aslına dönüştürülemez.