05 Mayıs 2024 Pazar
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Aklım geçmiş yıllara gidince…

Yaşar Arslan

Yaşar Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Sayın Aydınlık okurları ve güzel Türkiyemizi seven kardeşlerim… Kafamın karıştığı yerde bocalıyorsam da, bugünkü yazımın başında spor ve bilhassa futboldan biraz uzaklaşarak, yıllar öncesinden bir bahar günündeki gemi gezisi hatıralarımı ve o gezi sırasında anımsadıklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

***

İngilizlerin İstanbul’a yerleşmelerinden iki ay sonra Fransız generalinin şehre gelişi de fazla gürültüye neden olmamıştı. Halk artık bir şeyler yapılamayacağını anlıyor, sanki umutsuzca kaderine boyun eğiyordu. 9 Şubat 1919 günü Hadisat’taki yazısında Süleyman Nazif ise eski bir Arap deyişini anımsatarak, halkın ortak özlemlerini dile getiriyordu sanki: “Isbir, feinnedehre yasbir.” (Sen sabret, zira zaman sabretmez.) Nazif, “Tüm bunlar geçecek, umutsuzluğa kapılmayalım. Tanrı her derde bir ömür biçmiştir.” diyerek Türk halkına umut ve moral vermeye çalışıyordu.
Bir buçuk yıldır el altından yayıldıkları İstanbul’a resmen girmeleri ile nasıl da dikilmişti işgalcilerin başları, nasıl da yükselmişti sesleri… Bir de utanmadan sıkıyönetim ilan ettiler diye yakınanlar oluyordu. İki kamyon askerle 10’uncu Kafkas Karargahı erlerinin bulunduğu Şehzadebaşı’nı bastıkları ve sağ kalan bir tek erin bile olmadığı söylenmişti…
Yüz altmış yedi gemi boğazı doldurmuştu. On altısı muharebe gemisi, on ikisi kruvazör ve muhrip, on biri denizaltı olmak üzere refakatçılarla birlikte toplam tam yüz altmış yedi gemi boğazımızı esir almıştı. Karaya çıkarılan üç bin beş yüz askerin iki bini Beyoğlu bölgesine, bin beş yüzü de Boğaz’ın Bebek-Rumeli Kavağı hattına yerleştirilmişti. Mondros şartlarına tamamen aykırı olarak İstanbul’u kontrol altına alan işgal kuvvetlerine karşı halk çare arıyordu…

İŞTE TAM O SIRADA…

Eşimin dirseği ile boğaz gezintisinde daldığım dünyadan ve düşüncelerimden uyandım. Eşimin “Yanımızdaki çift İngiliz. Dolmabahçe Sarayı’nı birbirlerine gösteriyorlar.” demesi ile eşimle yer değiştirip İngiliz adamın yanına oturdum. “Siz İngilizsiniz sanırım.” diye giriş yaptım. “Dolmabahçe Sarayı’nı muhakkak görmelisiniz.” diye bilendim İngiliz karı-kocaya. “Acaba biliyor musunuz, bir zamanlar, şu gördüğünüz Boğaz’da İngiltere’nin başını çektiği bir baskınla güzel Türkiyemizi paylaşmak için tam yüz altmış yedi savaş gemisi ve binlerce asker ile İstanbul’u ve ülkemizi işgal planları yaptığınızı?”
Adam ve karısı sapsarı kesilmişlerdi. Ne “yes”, ne de “no” diyebiliyorlardı. Genç çifti donup kaldıkları yerde bırakarak geminin arka kısmına geçtiğimizde çok rahatlamıştım doğrusu. O anda önümüzden elinde tepsi ile geçen arkadaşa iki sıcak çay ve iki bol kaşarlı tost ısmarladım. Hanımla tostumuzu yer, çayımızı da yudum yudum içerken omuz omuza vererek hiç durmayan dalgaları ile çalkalanan Boğazın tadını çıkardık...
Derdimi dökmüştüm gidiş yolunda. Rumeli Kavağı’na geldiğimizde beyaz peynirli poğaça ile birer bardak daha çay içerek sahilde dolaştık keyifle. Ta ki Şeref Stadı’nın olduğu yerden geçinceye kadar. Bu sefer de futbol takıldı kafama. Bir ara, Alman eşime, “Biliyor musun, bak şu taraftaki kaleye çok gol attım.” dediğimde gülümsedi. “Allah’tan orada Çırağan Sarayı var, saha yok.” demedi bana. Yanmış sarayın yerinde Şeref Stadı vardı, yıkılmaya yüz tutmuş eski tribünleri ve çatısı ile…
Eskileri, Başkan Baba Hakkı’yı, Baba Recep abiyi, Nazmi abiyi, Büyük ve Küçük Ahmetleri, Coşkun’u, kaleci Varol’u, Yüksel’i, Sabahattin’i, genç takımdan Kubilay, Turan, Selim Soydan, Vedat, Çağatay ve diğerlerini düşündüm. Gözümün önünden geçip gidiyordu hepsi. Beşiktaş vapur iskelesine geldiğimizde denize sıfır gazinoya elimizde sıcacık simitlerle yer bulup oturduk, vapurların gelip geçişini takip ederken eski günleri hatırlamak büyük zevkti.

YENİDEN FUTBOL VE BUGÜNE DÖNÜŞ

Oyuncu maaşları ile ilgili açıklama yapan Avrupa Kulüpler Birliği CEO’su Charlie Marshall bir kulübün gelirleri ile kıyasladığınızda oyuncu maaş limitlerinin yüzde 70 olmasını gerektiğinden bahsederek, “En iyi oyuncu en iyi parayı alır çünkü futbolda açık pazar ekonomisi uygulanıyor.” demiş. İçimden, bir sen eksiktin demek geldi.
Galatasaray Kulübü’ndeki sorunlar ise bitmek bilmiyor. Kısa başkanlık döneminde sarı-kırmızılı futbol takımını darboğaza sokan Burak Elmas’ın olağanüstü seçimde yeniden başkanlığa aday olmak istemesi, Torrent’in istifa etmesi beklenirken devamlı olarak “Benim sözleşmem var.” vurgusu yapması… Başkan adayı olacağını açıklayan Fırat Develioğlu’na mali genel kurulu mahkemeye taşıdığı için kulüpten ihraç istemi…
torrent deyince...
Torrent konusunda şunu da eklemek gerekiyor. Sen kalk, Galatasaray futbolunu tepetaklak yaparak sarı-kırmızılı takıma en kötü sezonunu oynat ve 1969 yılından bu yana ilk kez 13’üncü sıralara gerilemesine sebep ol… Ben kendisine Galatasaray tarihinin Don Kişot’u desem, sanırım ayıp olmaz.
İşte böyle…
Kalın sağlıcakla sayın Aydınlık okurları ve kulüp futbolunu seven kardeşlerim…

İstanbul Fransa Dolmabahçe Sarayı