21 Mayıs 2024 Salı
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Aklın düşmanları

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Hayal gücünü sınırsızca eyleme geçirmek isteyen Faust’un Mephistopheles ile yaptığı anlaşmanın betimlendiği sahnede, Mephistopheles vereceği güçler karşısında tek bir şey talep eder Faust’tan: “Yeter ki aşağıla aklı ve bilimi, insanın en üstün gücünü.”

Hümanizmin savunucusu büyük şair Goethe, yaşadığı dönemde akla ve bilime karşı başlayan irrasyonel başkaldırının ileride yıkımlara yol açacağını derin bir öngörüyle Faust eserinde dile getirmişti.

Goethe’nin hümanist mirasını takip eden Thomas Mann da, 2. Dünya Savaşı sonrası 1947 tarihinde kaleme aldığı Doktor Faustus romanında, akla karşı şeytanla işbirliğinin insanlığı nasıl trajik yıkıma götürdüğünü göstermiştir.

Doktor Faustus romanında, avangard besteci Adrian Leverkühn sanatsal yaratıcılığındaki sıkışmışlığı aşmak için şeytanla işbirliği yapar. Şeytan bir süreliğine bir profesör kimliğine bürünerek Adrian’ı etkisi altına alır ve klasik müziğin yıkıcı eleştirisiyle Adrian’ın sağduyusunu köreltir.

Şeytan’ın öğüdüne uyan Leverkühn tüm insani dayanışmadan, toplumsallıktan uzaklaşarak, sanatsal mükemmelliği gerçekleştirmeye yönelir. Karanlık bir yalnızlık içinde Leverkühn insani pusulasını kaybeder ve klasik müzikten, onun organik formlarından ve ahenkli aralıklarından kopar.

Leverkühn, şeytanla işbirliğinin bedeli olarak ölüm ve deliliğin sınırında son nefesini vermek üzereyken Doktor Faustus’un Ağıtı isimli bestesini tamamlar.

Bu beste, her açıdan Beethoven’in Neşeye Övgü eserine başkaldırıdır. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın iyimserliğine, insanın dünyayı daha adil ve eşit bir yere dönüştürme umuduna, yirminci yüzyılın kasvetli ve kötümser yanıtıdır.

Mann’a göre, hümanist geleneğin ideallerine sırt çevirmiş, Aydınlanma’nın mirasını reddeden, akla karşı bayrak açan, Fransız Devrimi’nin ilkelerini yadsıyan Alman entelektüeller ruhlarını faşizmin şeytanına teslim etmiştir.

Thomas Mann’ın romanından beş yıl sonra Marksist düşünür George Lukàcs Aklın Yıkımı kitabında, faşizmin üzerinde yükseldiği irrasyonel düşüncenin Romantik akımına kadar uzanan köklerini açığa çıkarırken, Mann’ın görüşlerinin felsefesi ve tarihsel dayanaklarını ortaya koymuştur.

AKLA KARŞI ROMANTİK İSYAN

Goethe, Faust eserinde dile getirdiği dizeleri, bir anlamda çağdaşı Alman Romantiklerini eleştirmek için yazmıştır.

Fransız Devrimi’nin, Terör Dönemi sonrası çözülüşü karşısında hayal kırıklığına uğrayan aydınlar, devrimin gerçekleştirmeye çalıştığı Aydınlanma’nın toplum modelini hedef almıştı.

Aydınlanma, doğa bilimi ve akıl üzerinde yükselen bir toplum inşa etmek istemişti. Aydınlanma’nın arızi nedenlerle değil, programı temelden yanlış olduğu için başarısızlığa uğradığı iddiasını ilk dile getiren Romantikler, bundan dolayı siyasi, ahlaki ve estetik olarak akla karşı konumlanmıştı.

Romantiklere göre, Aydınlanma ile aklın eleştirel faaliyeti, var olan tüm kurum ve değerleri kritik ederek, dünyanın büyüsünü kaybetmesine, insanların manevi evinin yıkılmasına neden olmuştu.

Çarpıcı olan Romantiklerin, Aydınlanma’nın aklı referans alan toplum modeline tavır alırken, muhafazakar düşünceyle yakınlaşmaya başlamasıdır.

Devrimden önce de Aydınlanmacı (Aufklärung) düşünürlerin akla toplumsal hayatı düzenlemeye yönelik misyon biçen görüşleri, muhafazakar düşünürler tarafından eleştirilmekteydi. Devrim sonrası bu eleştiriye romantiklerin de dahil olması önemlidir. Alman tarihinin bu anında, Romantik ve muhafazakar düşünce yan yana gelmiştir.

Romantikler, muhafazakârların savunduğu geleneksel monarşiye karşı temel eleştirileri ve muhalif tutumları olmasına rağmen, cumhuriyetin ve devrimin yani radikalliğin akılla özdeşleşmesi nedeniyle cumhuriyet düşüncesine de eleştirel yaklaşmışlardır.

Cumhuriyet idealinden uzaklaştıkça Romantikler tıpkı muhafazakârlar gibi, her bireyin eleştirel aklıyla belirlediği ahlaki ilkelerden hareketle politik hayattaki bağımsız eylemleri sonucu, toplumsal bütünlüğün parçalanacağını düşünmüştü.

Romantik ve muhafazakar düşünürler, modern toplumun yeniden bütünlüğe, birliğe kavuşmasını sağlayarak birey-toplum uyumunun yeniden tesis edileceği yer olarak, geçmiş zamanları işaret etmiştir.

Geçmişteki şehir devletleri ya da doğallığının bozulmadığını düşündükleri erken dönem Hristiyan toplulukları yani sınıfsal ayrışmanın, yabancılaşmanın henüz ortaya çıkmadığını düşündükleri, homojen cemaat topluluklarına özlem duymuşlardı.

Romantiklerin geçmişte kaybedilmiş bu altın çağa özlemi ve bu çağlara geri dönüş imkânına dair umutları, Romantizmin estetik anlayışındaki mit kültünü, arkaiklikteki doğallığa, bilinçaltı ve bilinçdışına, geceye olan ilgisini açıklar.

Romantiklerin geçmişe dair bu referansları, onları muhafazakârlık kadar dinsel düşüncenin zemine de kaydırmıştır. Alman romantizminin, Alman idealizmin içinde kendine özgü yer edinmesini sağlayan, Romantiklerin bu politik ve estetik tutumlarıdır.

Aklın düşmanları - Resim: 1

MUHAFAZAKÂRLAŞAN LİBERALİZM

1790’ların sonunda Aydınlanma ve Devrim’in ilkelerine karşı Romantiklerin ve muhafazakârların itirazını paylaşan diğer düşünce akımı liberalizmdi.

Bilinenin aksine liberalizm, hiçbir zaman Aydınlanma ve hümanizmle yan yana gelmemiştir, her zaman aralarında gerilimli ilişki olmuştur.

Aydınlanma ve liberalizm aynı tarihsel kavşakta yolları kesişip, ters yönlere doğru hareket ederek, iki farklı dünya özlemini dile getirmiştir. Bu anlamda, ne Aydınlanma ne de hümanizm, burjuva ideolojisinin doğal bileşeni olmamıştır.

Liberalizm, Aydınlanma ilkelerinin uygulanması sonucu “Aydınlanma despotizminin” ortaya çıkacağı ve bunun sonucunda bireysel özgürlüğün, insan haklarının, basın ve ifade özgürlüğünün tehlikeye gireceği iddiasını savunmuştu.

Sorun şu ki, 18. yüzyıl liberal düşünürlerin çok azı cumhuriyeti yönetim biçimi olarak savunuyordu. Jacobi ve Herder’in, liberalizmin bireysel özgürlüklerini savunurken Aufklärung düşünürlerini eleştirmesi bu bağlamda okunmalıdır. Liberalizmin en kararlı savunucusu Humboldt, cumhuriyet yerine anayasal monarşide bireysel hakların daha güvende olacağını dile getirmişti.

19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde liberalizm, Aydınlanma düşüncesiyle arasına kalın duvarlar örmüştü. Gittikçe büyüyen işçi sınıfının demokratik talepleri karşısında liberalizm, akla karşı muhafazakarlarla olan düşüncel yakınlığını, işçi sınıfına karşı siyasal ittifaka dönüştürmüştür.

19. yüzyılın son çeyreğinde meydana gelen krizle birlikte yaşanan toplumsal çöküş sonucu liberalizm, Fransız Devrimi şafağında dile getirdiği tüm gençlik ideallerine ‘ihanet ettikçe’ muhafazakârlaşmıştır.

KRİZ VE İRRASYONEL GELENEK

19. yüzyılın son çeyreğindeki kriz ve siyasal yapıdaki dönüşüm sonucu, akla karşı isyan Nietzsche ile nihilist karaktere bürünmüştür. Nietzsche, Romantiklerin görece naif itirazlarını, hakikati yadsıyacak noktaya kadar taşıyarak, aklı kategorik olarak imha etmeye çalışmıştır.

Bu tarihten itibaren, gericileşen kapitalist sistemin emperyal yapısı ortaya çıkmış ve kendi yarattığı krizleri aşmak için attığı her adımda irrasyonalizmin güçlenmesini sağlayacak kültürel iklimi yaratmıştır.

Bu iklimle birlikte 19. yüzyılın son çeyreğindeki krizle Nietzsche, 1. Dünya Savaşı ve 1929 Buhranı sonrası Heidegger, neoliberalizmi gündeme getiren 1970’lerin başındaki krizle Michel Foucault sahneye çıkmıştır.

Bugün koronavirüs krizi sonrası neoliberalizmin önlenemez çöküşü yaşanırken, sistem kendi krizinden çıkmak için dağılmakta olan liberal-muhafazakar ittifakı yeniden tesis etmeye çalışacaktır. Eğer bu ittifak gerçekleşirse, irrasyonel gelenek daha da kasvetli biçimde güçlenecektir.

Bu krize meydan okuyarak, krizi her anlamda kopuşa dönüştürmek isteyen devrimci, ilerici kuvvetlerin ilk hamlesi yeniden Aydınlanma’nın aklına ve hümanizmine sahip çıkmak olmalıdır.

Akıldışı sistemin kutsadığı irrasyonalizme karşı, hangi geleneğin hattında mevzilenerek aklın savunabileceğini, Engels Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi kitabında berrak biçimde tanımlar: “Biz Alman sosyalistleri, sadece Saint-Simon’dan, Fourier’den ve Owen’dan değil, aynı zamanda Kant’tan, Fichte’den ve Hegel’den geldiğimiz için gurur duyuyoruz.”