20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Avrupa merkezcilik ve parlamentarizm

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-
"Asya kültürünün niteliği ve alameti farikası despotizm, Avrupa kültürünün ise parlamenter rejimdir"
L. Gumplowicz, 1892
"Demokrasi, modern parlamentarizm olarak adlandırılan şey olmaksızın da var olabileceği gibi, parlamentarizm de demokrasi olmaksızın var olabilir"
Carl Schmitt, 1923

Avrupa kültürünün yaklaşık beş yüz yıllık egemenliğinin çözüldüğü bu dönemde, askeri ve ekonomik alanlardaki hegemonyası zayıflamasına rağmen, kavram ve kurumlarıyla da inşa ettiği ideolojik hegemonyası hâlâ direnmektedir.

Batı kapitalizmi uygarlığının ötesinde, insanlığın daha adil ve demokratik yeni bir uygarlık kurabilmesi için, öncelikle bu kavram ve kurumlar temelden, radikal eleştiriyle dinamitlenmelidir.

Her ideolojik tartışma, somut durumdaki güç ilişkilerinden kaynaklanır. Bu tartışma da soyut olmaktan ziyade oldukça somuttur.

Bugün geçiş dönemi içinde olduğumuz bir gerçek ve böyle dönemlerde kültürel hava ağırlaşarak insanlığın ufkunu engelleyen sis bulutlarına neden olur.

Geçiş dönemlerinde, ideolojik zeminler kayganlaşır, kavramlar muğlaklaşır, ilkeler eğilip bükülür.

Gramsci’nin dediği gibi, "interregnum": Eskinin ölmekte olduğu, yeninin henüz doğmadığı durumdayız.

Bu muğlaklık noktası aynı zamanda buharlaşma noktasıdır. Dün tek, bütün veya özdeş görünen şeyler geçiş dönemlerinde çözülerek ayrışır. Eklektik biçimde bir araya getirilen çelişkili kavramlar dört bir yana dağılır.

Minerva’nın baykuşunun kanatlanıp uçmaya başladığı anlardır.

İdeolojik hegemonya tam olarak bu konjonktürde çözülür ve yeni bir siyaset felsefesinin inşa edileceği yeni kıtalar oluşur.

PARLAMENTARİZMLE DEMOKRASİYİ AYIRMAK

Batı’nın ideolojik hegemonyası Avrupa merkezcilik olarak tanımlanırsa, bu ideolojinin merkezinde demokrasi ve parlamentarizm kavramları bulunur.

19. yüzyılın başından itibaren Avrupa, bu iki kavramın çıktığı toprak olarak kendisini tanımlarken; Asya’yı bu kavramın yokluğundan hareketle despotizm içinde tanımlamıştır.

Avrupa tartışmaların kamusal alanda yapıldığı, karşıt fikirlerin parlamentolarda özgürce dile getirildiği uygarlıktı. Asya ise, hiçbir özerk temsili kurumun olmadığı, kamusallığın ortaya çıkmadığı, bireysel özgürlüğün baskılandığı karanlık, kasvetli coğrafyaydı.

İdeolojik tartışma savunmada değil, rakibin sahasında yapılır.

Şüphesiz Avrupa merkezciliğin tarihsel iddialarının dayanaksızlığını göstermek önemlidir fakat, öncelikle Avrupa merkezciliğin kendi retoriğindeki çelişkiler açığa çıkarılmalıdır.

Avrupa merkezciliğin bir söylem olarak en büyük başarısı, birbirini yadsıyan, çelişen kavramları birlik ve bütünlük içindeymiş gibi formülleştirebilmesindedir.

Alman düşünür Carl Schmitt’in parlak bir biçimde belirttiği gibi: "Parlamentarizme, tartışarak yönetmek (government by discussion)’a duyulan inanç liberalizmin düşünce dünyasına aittir; demokrasininkine değil... Liberalizm ve demokrasi, modern kitle demokrasisini teşkil eden heterojen oluşumun anlaşılması için birbirinden ayrılmak zorundadır."

Bu bağlamda, demokrasi ile parlamento gibi, aslında birbiriyle çelişen kavramlar Avrupa merkezcilik çatısı altında benzer ve birbirlerini içeriyormuş gibi sunulur. Bu noktadan hareketle Batı, dünyayı kendi ölçütlerine göre şekillendirecek meşruiyet zeminini yaratır.

Demokrasi ve parlamento, Avrupa tarihinin bir döneminde, mutlak monarşiye karşı liberallerin ve demokratların ortak mücadelesi sonucu yan yana gelmiş, köken olarak ayrı ve birbirini yadsıyan iki kavramdır.Carl Schmitt de aynı olguya işaret eder: "Parlamentarizm, demokrasiyle aynı anda gelişim gösterdi ve bu ikisi arasında açık ayrım yapılmadı. Ancak günümüzde ikisi arasındaki zıtlık su yüzüne çıkmıştır."

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yükselen işçi sınıfıyla yakınlaşan demokrasinin, 1. Dünya Savaşı sonrası, görkemli dış cephesinden ibaret monarşinin son kalıntısı imparatorlukların yıkılmasıyla, liberalizmle olan tarihi ittifak son bulmuştur.

İki dünya savaşı arasında Avrupa’da yaşanan parlamenter krizin temelinde, demokrasiyle ittifakın sonlanması vardı.

Öyleyse, Avrupa merkezciliğin, despotik Doğu, Asya söyleminde demokrasinin yokluğu değil, liberalizmin yokluğu bulunur ki; tarihsel olarak İngiltere’deki liberalizm ve parlamenter geleneğin Almanya’da dahi zayıf olduğu düşünülürse, Avrupa merkezciliğin Batı-Doğu ayırımı ters yüz olur.

LİBERALİZM KRİZİNİ ANLAMAK

Tartışmanın diğer yönü, Avrupa’da ortaya çıkan diktatörlüklerdir.

Liberal düşünürler diktatörlükleri, Batı uygarlığının gelişiminden bir sapma olarak değerlendirseler de Schmitt’in itirazı çarpıcıdır: "Bolşevizm ve faşizm, her diktatörlük gibi anti-liberaldir, ancak zorunlu olarak anti-demokratik değildir."

Bu tezin mantıksal devamı takip edildiğinde, Doğu’nun, Asya’nın iddia edildiği gibi despotik karaktere sahip olduğu varsayılsa bile, bunun aynı zamanda anti demokratik olduğu söylenemez.

Ne var ki liberalizm, Bolşevizm ve faşizmi, demokrasinin en büyük düşmanı olarak göstererek parlamenter sistemin zayıflığını bu radikal hareketlerin yükselişine bağlamıştı. Bugün de yükselen aşırı sağ ve sol popülist hareketler, parlamenter krizin nedeni olarak gösterilmektedir.

Yüzyıl sonra yeniden parlamenter kriz, demokrasi kriziyle birlikte derinleşmektedir. Bu iki krizin farklı kaynaklardan ortaya çıktığı gözden kaçırılırsa, tıpkı dün olduğu gibi bugün de liberalizm kendi krizini, demokrasi krizi olarak göstererek, sokakta isyan eden kitleleri kapitalizmin sınırlarında tutabilir.

Bundan dolayı parlamenter sistemin yani liberalizmin özündeki çelişkiden doğan kriz analiz edilmelidir. Schmitt krizin kökenine dair şu tespiti yapar: "Bolşevizm bastırılsa ve faşizmle araya mesafe konsa bile, çağdaş parlamentarizmin içinde bulunduğu kriz biraz olsun aşılmış olmaz. Kriz, bu iki rakibin ortaya çıkması sonucu doğmamıştır; onlardan önce de vardı, onlardan sonra da var olacaktır.

Kriz, modern kitle demokrasisinin yarattığı sonuçlardan... liberal bireycilik ile özü siyasi ideallerin tahakkümü altında olan demokratik devlet anlayışı arasındaki zıtlıklardan doğmuştur."

BATI LİBERALİZMİNE KARŞI ASYA'DA DEMOKRASİYİ İNŞA ETMEK

Muhafazakar bir düşünür olmakla birlikte Schmitt’in liberalizm eleştirisinin radikalliği, Avrupa merkezci demokrasi söylemini boşa çıkardığı gibi; demokrasinin, liberalizmin ve parlamenter sistemin ötesinde kavramlaştırılarak kurumsallaştırılabileceğine dair imkânları açığa çıkarmaktadır.

Bugün Asya coğrafyası açısından can alıcı nokta, liberalizmin kök salamadığı bu topraklarda, çöken beş yüz yıllık liberal Batı’nın karşısında, yeni toplumun nasıl bir demokrasi ve hangi kurumlarla tanımlanacağı sorunudur.

Ancak Batı’nın beş yüzyıldır empoze ettiği değerler, kurumlar kendi topraklarında çökerken, Asya’nın hangi tutum, değer ve kurumlarla yeni uygarlığı inşa edeceği muğlaktır.

Bugün Batı’da parlamenter sistem, demokrasisi olmaksızın, menteşeleri paslanmış mekanik kurum olarak dururken; Asya’da parlamentarizmin ilerisinde nasıl bir demokrasinin yeşereceği belirsizdir.

Bu buharlaşma noktasında, Batı zayıflayan hegemonyasına rağmen demokrasi, özgürlük, eşitlik, bireysellik gibi kavramlara yüklediği ideolojik angajmanlarla Asya’yı yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır.

Çok yakın zamanda Beyrut’ta sokağa çıkan kitleler, bugün Tahran’da başlayan eylemler karşısında yaşanan çekinceler, ikircikli tutumlar bir anlamda bu muğlak noktada düğümlenmektedir.

İsyanın temelinde, son otuz yıllık neoliberalizmin tahribatı ve son iki yüzyıllık sömürgecilik ve emperyalizmin yıkımı vardır. Ancak, halkın haklı eylemleri, demokrasi, özgürlük söylemleri arkasına gizlenen Batı emperyalizmiyle çıkmaz sokaklara sürüklenebilir.

Ne var ki, bölgemizdeki her halk hareketini endişeyle izlemektense, Batı’nın ideolojik hegemonyasını aşacak yeni siyaset felsefesiyle özgün ilkeler yaratılarak, isyan halindeki Asya halkları kökten Batı’nın hegemonyasından kurtulabilir.

Bunun için bir adım daha atarak, Eski Yunan’da Atina demokrasisi ile başlayan Avrupa demokrasisinin emperyalist karakteri de radikal eleştiriye tutulmalıdır.

Batı’nın ‘Arap Baharı’nı, Asya’nın Devrimler Baharı’na dönüştürmenin mümkün olduğu sıra dışı dönemlerdeyiz.