03 Mayıs 2024 Cuma
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Çukurova'da dil oturumları

Hidayet Karakuş

Hidayet Karakuş

Eski Yazar

A+ A-

Bu yıl 11. Uluslararası Çukurova Sanat Günleri’nde üç oturumda Türkçeyi konuştuk Kemal Ateş’le. O, yeni yayımladığı Saklı Sözlük üzerine kurdu konuşmasını. Ben Türkçenin kirlenmesinin nedenlerine değinmeye çalıştım.

İlk konuşmayı Çukurova Sanat Sokağı’nda Fotoğrafya Derneği Salonu’nda yaptık. Bu yıl Çukurova Sanat Günleri’nin ana konusu ‘sınır’ olarak belirlenmişti. Bu nedenle bütün konuşmalar, sanatsal etkinlikler ‘sınır’ın her alandaki çağrışımıyla ele alındı sanırım. Bütün etkinlikleri izleme olanağımız olmadığından hangi alanda nasıl sınırlar çizildi bilmiyoruz ancak bizim konumuz “Türkçede Kirlenmenin Sınırları”ydı.

Bu tür toplantılarda, konuşmacılara, hangi konuyla bağlantılı konuşacakları önceden söylense de her konuşmacı bildiğince konuşur doğal ki.

Kemal Ateş de, ben de Türkçenin kirlenme sınırları konusunda somut bir şey söylemedik. Söyleyemezdik de zaten. Ancak dilimizin kirlenme nedenlerini konuşurken bunun nerede duracağının bilinmediğini vurgulamaya çalıştım her üç konuşmamda da.

Her yazarın kendi halkının diline kulak vermesi doğal olanıdır. Türkçenin anlatım olanaklarını yazarken de, konuşurken de yeni durumlara, yeni üretilmiş ürünlere, nesnelere, kavramlara göre geliştirmek yalnızca dilcilerin değil her yurttaşın görevidir ama öncelikle yazarların, ozanların, bilim insanlarının görevidir. Bugün kimi yazarların yalnızca hazır dili kullanarak okurlarına yeni bir söz değeri katamamaları, onların kendi sırça köşklerinde eldekiyle yetinmeleri anlamına gelir.

Dilin kirlenmesinde küresel kültür sömürgeciliğinin izlerini görüyoruz. Ekonomik gücü elinde bulunduran ülkelerin dili, emeğini, varsıllılarını sömürmeye çalıştıkları ülkelerin dillerine de egemen oluyor. Bugün için en önemli etmenlerden biri bu. 1998’deki bir sayılamayı anımsıyorum. Ülkemizde yayımlanan günlük gazetelerin dili o yıl % 52 Türkçe, % 48 yabancı sözcüklerden oluşuyordu. Yalnız Cumhuriyet gazetesiyle Yeni Yüzyıl gazetesinin % 75 oranında Türkçe kullandığı saptanmıştı.

Ülkemizde özellikle 1980’den sonra başlayan İngilizce hayranlığı, işbirlikçi hükümetlerin, aymaz eğitim izlenceleriyle tam bir sömürge eğitimine dönüştürülmüştür. Hiçbir ülke kendi dili dışında yabancı dille matematik, fizik, kimya okutmazken biz çocuklarımıza önce İngilizce dayattık. Neredeyse Türkçeyi de İngilizce okutacaktık!

İngiltere’deki dil okullarında bizim en başarısız öğrencilerimizin bile sınıflarında birinci olduğu dikkati çekmişti 1996’da. Eşim İngiltere’ye öğrenci götürdüğünde bir özel okul adına, İngilizler, bizim tembellerin nasıl olup da İngilizcede böylesine başarılı olduğunu merak etmişlerdi. “Biz pek çok dersimizi İngilizce yapıyoruz” yanıtını alınca oradaki bir yetkilinin yanındakine sorduğu soru, utanç vericidir bizim için:

“Türkiye bizim sömürgemiz mi?”

Anneler, babalar bir İngilizce tutaraklığıyla Türkçeyi küçümsediler. Bu anlayış, öylesine yaygınlaştı ki üniversitelerde görevi bilim yapmak olan birtakım öğretim üyeleri Türkçe’yle ancak peynir ekmek alınabileceğini düşünmeye başladılar. Öyle ya, onlar İngilizceyi ana dilleri gibi öğrenmişlerdi; Türkçeyi bilmemeleri önemli değildi!

Kirlenme böyle böyle başladı. Günümüzde İngilizce tabelalardan, İngilizce sözcüklerle kendini göstermelerden başımızı alamıyoruz. Bu ülkede kendi beldesine yerleşen İngilizlere, İngilizce elektrik su faturaları bastıran, böylece ne denli öngörülü olduğunu gösteren Türkiye Cumhuriyeti belediye başkanları bile çıktı.

Bu İngilizce tutkusu öyle bir noktaya ulaştı ki çocuklarımızın beyinlerinde Türkçe bir gün yok olacak, bütün dünyada İngilizce konuşulacak, gibi bir yargı oluştu.

Nitekim derslerimden birinde, ben Türkçeye titizlendikçe rahatsız olan bir çocuğumuz şöyle dedi:

“Öğretmenim, neden Türkçe de Türkçe diye tutturuyorsunuz. Bir gün bütün dünya nasıl olsa İngilizce konuşacak.”

Tüylerim ürpermişti. Bereket bir başka öğrencim, aynı zamanda o günlerin hükümetinde bir bakan olan Mehmet Köstepen’in kızı Hande hemen karşılık verdi arkadaşına:

“Ama burası bizim ülkemiz öğretmenim. Elbette Türkçe konuşacağız, Türkçe yazacağız.”

Hande’yi kutlamıştım sınıfta.

O günlerden bugünlere, Türkçenin resmi dil olduğunu yazan Anayasanın 3. Maddesini sürekli çiğneyen, bu konuda sesini çıkarmayan, en küçük yaptırım uygulamayan belediyelere, hükümetlere geldik. Şimdi de Arapça hayranlığı, dinsel bulamaçla birlikte aldı başını gidiyor.

Dil Devrimi’ni Mustafa Kemal Atatürk’ün uluslaşma bilincini geliştirmek, yerleştirmek için yaptığını gericiler, satılmışlar düşünmezler. Bundan rahatsızdırlar. Ancak Dil Devrimi’nin verimlerinden de yararlanmaktan kurtulamazlar. Dil Devrimi’nin çalışmalarıyla bilim dili, sanat dili, felsefe dili olan Türkçemizin bugünkü kirlenme sınırları nerede duracak acaba?

Türk Dil Kurumu’nun başına gelenleri geçenki yazımda belirtmiştim. Kirlenmenin sınırlarını Adana’daki Fotoğrafya Salonu’ndan sonra ertesi gün sabah Adana Koleji’nde, öğleden sonra da Mersin Atatürkçü Düşünce Derneği’nde konuştuk Kemal Ateş’le.

***

Çukurova Sanat Günleri’nin yaratılmasında, sürdürülmesinde gazeteci, yazar dostumuz Çetin Yiğenoğlu’nun büyük emeği var. Onun yanında yürütme kurulu üyelerini Mehmet Karasu, Yaşar Öztürk, Hülya Başak Ekmekçi, Demet Duyuler Doğan, Nazan Arabacı Balcı, Mustafa Özke, Kubilay Altuntaş Taner Nart, Erdal Akpınar da etkinlikler için ter dökenlerden. Etkinlikler yalnızca Adana’da Mersin’de değil Tarsus, Bodrum, Antakya, Silifke, İskenderun, Londra, Sdney, İngiiltere Brighton gibi merkezlerde de yapılıyor.

Bu geniş bir sanat etkinliği. Her yerde temsilciler bulunmuş, oralarda da sanatın türlü alanlarından sanatçılar ürünlerini, gösterilerini sunmuşlar. Bizimle akşam yemeğinde tanıdığımız bir Suriyeli öykücü Mustafa Tacettin Al Musi’nin öyküsünü Adana Koleji’nde çevirmeni aracılığıyla dinlemiştik. İlginçti.

Çukurova Sanat Günleri’nin bir haftada bu kadar merkezde birçok etkinliği gerçekleştirmesi kutlanacak bir çaba. Çetin Yiğenoğlu’nu da, çalışma arkadaşlarını da kutlamak boynumuzun borcu olmalıdır.