21 Mayıs 2024 Salı
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Hemingway çanları kimin için çaldı?

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Romanlarıyla aynı güçte ve derinlikte öyküler yazabilmiş çok az yazar vardır. Hayatı basit ve kısa olduğu ölçüde çarpıcı biçimde betimleyebilen yazarların başında şüphesiz Hemingway gelir. “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, “Silahlara Veda” gibi savaşın yıkıcılığını tüm çıplaklığıyla anlatan romanları kadar Hemingway “Francis Macomber’ın Kısa Mutlu Hayatı”, “Kilimanjore’nun Karları”, “Yenilmezler”, “Aydınlık ve Temiz Bir Yer” gibi öyküleriyle de aynı edebi zenginliği ortaya koymuştur.

Bazı yazarların öyküleri bir anlamda romanlarının hazırlık çalışmaları gibidir. Öykülerinden taşan mürekkep ileride kaleme alınacak romanları yaratır. Hemingway’in öykülerinde ise başka bir hava vardır. Öykülerindeki karakterler, olaylar yer yer romanlarında ortaya çıkacak gölgeleri oluştursa da yazarın öykülerinde görece bağımsızlık havası okuru etkisi altına alır. Gerçekçi yazarların toplumu sistemli ve bütünlüklü verme çabasına, dünyadaki zalimliğin ve adaletsizliğin karşısına eseriyle kendi ahlakını inşa etme amacının tersine; Hemingway çağının acımasızlığına ve yıkımlarına doğrudan tanıklık ederek, eylem halinde tavır takınmıştı. Öykülerinde hayatın acımasızlığı insanı rahatsız edecek şekilde doğrudan okurun gözleri önüne serilir. Öykülerindeki acıların doğal ve günlük dil ile anlatılmasıyla sizi de bu tanıklığın bir parçası haline getirerek, sizi de anlatılan hikayeye etkin şekilde tavır almaya zorlar. Hemingway’in öykülerindeki farklı hava buradan kaynaklanmaktadır.

Hemingway, yersiz yurtsuz bir yazardı, dünyanın pek çok farkı yerlerine seyahat eden bir gezgin, faşizme karşı savaşan bir direnişçi, vahşi doğada bir avcı, uçsuz bucaksız denizlerde kürek çeken balıkçı, Montmartre’in tepelerinde sanatının kavgasını veren bir bohemdi. Belki de birçok okurun, romanlarından daha çok öykülerini sevmesi, Hemingway’in edebiyat tarihindeki özgün yerine işaret etmektedir.

Burjuvazinin kısa mutlu hayatı

Dünya savaşı sonrası toplumsal değerlerin hızla bayağılaşması Hemingway’e göre, burjuvazinin ideallerinin gerçekte ne kadar yüzeysel, acımasız olduğunu ve şiddet içerdiğini göstermişti. Romain Rolland, Thomas Mann gibi yazarlar eserlerindeki “yolunu kaybetmiş burjuva” karakterleri aracılıyla burjuvazinin yaşadığı manevi krizi ortaya sererken, Hemingway bu burjuva değerleriyle yumruklarını sıkarak kavga etmeye hazır karakterler yaratmıştı.

“Francis Macomber’ın Kısa Mutlu Hayatı” öyküsünde, safariye gelmiş Amerikalı bir çiftin ilişkilerindeki açmazları, rehber ve avcı Robert Wilson’un gözünden anlatılır.

Hemingway öncelikle Macomber’ı betimler, çünkü bu adam Amerikan demokrasisinin dünyaya sunduğu orta sınıfın tipik bir yüzdür: “Francis Macomber epey uzun ve yapılı bir adamdı ve o uzunluktaki kemikleri, esmerliği, saçının kürekçilerinki gibi kesilmiş olmasını ve son derece ince dudaklarını önemsemezseniz, yakışıklı sayılabilirdi... 35 yaşındaydı, formuna çok dikkat ediyordu, kur yapmada iyiydi, birkaç tane büyük balık avı rekoruna sahipti ve daha yeni ve aleni bir şekilde ödleğin teki olduğunu cümle aleme göstermişti.” Macomber’ın karısı da tipik bir orta sınıf kadınıdır; Afrika’nın öldürücü sıcağında güzelliğiyle insanı serap görüyormuş gibi büyüleyen Margaret’ın tehlikeli çekimine karşı Hemingway okuru uyarır: “Bunlar diye düşündü, dünyanın en çetin kadınları; en çetin, en acımasız, en yırtıcı ve en çekici. Ve onlar kuvvetlenirken erkekleri yumuşamış ya da gerilim içinde ruhsal çöküntüye uğramıştı. Ya da acaba başa çıkabilecekleri adamları mı seçiyorlardı? Evlendikleri yaşta o kadarını bilemezler ama diye düşündü.”

Gösterişçi olduğu kadar ödlek bir adam ile acımasız güzelliğe sahip bir kadının evliliği de tipik bir burjuva ailesinin temellerini oluşturur: “Karısının onunla ilişkisini daha önce bitirmişliği vardı ama hiçbir zaman çok uzun sürmemişti. Macomber çok zengin bir adamdı ve daha da zengin olacaktı ve karısı onu bir daha asla terk etmezdi... Onu terk etme şansını kaçırmıştı kadın ve Macomber de bunu biliyordu... Birlikteliklerinin sağlam bir temeli vardı. Margot, Macomber’ın boşanamayacağı kadar güzel, Macomber da Margot’nun terk edemeyeceği kadar zengindi.”

“Sağlam temellere” dayanan bu evlilik Macomber’ın bir aslanın izini sürerken aslan ile karşı karşıya geldiğinde yaşadığı korku sonrası sarsılır. Burjuva ilişkilerinde zayıflık gösteren darbelere hazırlıklı olmalıdır. Evliliklerin küçük dünyasında acımasız iktidar mücadelesi içinde birbirini tüketen bireyler, farkında olmadan felakete sürüklenirler. Zenginliğin altında kişiliği ezilen kadın, kocasının korkusunu yüzüne vurmasıyla, kendisini gerçek anlamda var edememiş adamı vahşi bir zafer kazanmak için kamçılar. Bu gerilimi yükselten diyaloglardaki konuşmaların yüzeyselliği, burjuva ailesi yaşamındaki çürümeyi ortaya saçar.

Yaşadığı sefil utançtan kurtulmak için Macomber, Wilson’ın desteğiyle yeniden ava çıkar. Wilson kendisini, orta yaşlarına gelmiş ama ergen gibi davranan bu “zavallı herife” destek olmak zorunda hisseder. Korkudan eli titreyen, adımını dahi atamayan Amerikalı, Wilson’un cesaretlendirmesiyle bir buffalo öldürür. Sefil korkunun yerini büyük bir coşku alır: “Macomber daha önce hiç hissetmediği vahşi, anlamsız bir mutluluk içindedir.” Macomber’ın omuzları yeniden dikilir, erkekliğinin zirvesindedir, karısına “biliyor musun, gerçekten de bir şey oldu bana. Kesinlikle farklı hissediyorum” diyerek Amerikalı bir burjuvanın manevi değişiminin ne denli yüzeysel olduğunu gösterir. Wilson, adama bakıp “Dün korkudan midesi bulanıyordu, bugünse kanlı canlı bir ateş yutana dönüştü” diye düşünür ve ekler: “Ama bir insan Amerikalıyı nasıl tanıyabilir ki?”

Hemingway, korkunun doğurduğu kör edici cesaretin Macomber’ın trajik sonunu nasıl hazırladığını anlatırken, bir anlamda dünyayı savaş cehennemine çeviren korkak, özgüvensiz, dayanaksız burjuvazinin kofluğunu, araya bir cümle bile eklemeden, okura hissettirir.

Ne var ki Hemingway, burjuvazinin iç yüzünü, yabani bir coğrafyada bir başına yaşayan, kendine güvenen ama yine de burjuva ilişkilerinin içinde sıkışmış bir karakterin gözüyle eleştirir. Wilson, safariye gelen zengin turistlerden nefret eder, onları küçük görür ama sonuçta geçimini onlardan sağlar. “Varlık ve Yokluk” eserinde Harry Morgen da böyle bir karakterdir. Zenginlerin dünyasına karşı tek başına savaşırlar, burjuva değerlerini yadsırlar. Ancak bu yadsıma hiçbir zaman Rimbaud gibi burjuvaziyi kökten reddeden radikalliğe ulaşmaz. Karakterler bütün öfkelerine rağmen bu toplumsal çeperin içinde kavga eder.

Kilimanjaro dağında kaybedilen hayaller

Hemingway’in romanları gibi öykülerinin de ağırlıklı olarak safari ve benzeri egzotik yerlerde geçmesi önemlidir. Burjuva toplumunun korunaklı duvarları ortadan kalkınca bu yıkıcı kültürün insanın derinliklerine ne denli nüfuz ettiği ortaya çıkar. Vahşi doğada burjuva kültürünün vahşi güdüleri zifiri karanlıkta bile gözlemlenir. Ancak burjuva toplumsal ilişkilerinin belli bir vahşi mekanda incelenmesi, sahnenin yoğunlaşmasını değil, eserin toplumsal çeperinin daralmasına neden olur.

Balzac'ın toplumsal ilişkilerin derinliğine inerken kat ettiği yüzlerce sayfa yolu, Hemingway birkaç sayfada kateder. Ne var ki hız, toplumsal bütünlüğün belli ölçüde bulanıklaşmasına neden olur. Yine de Hemingway amacına önemli ölçüde ulaşır. O, bu toplumun çürümesini ve ikiyüzlülüğünü lafı uzatmadan anlatmak ister.

“Kilimanjaro’nun Karları” öyküsünde yine safariye gelmiş zengin bir çiftin başından geçen trajik olay anlatılır. Bu kez trajedi bir buffalonun güçlü ayak sesleriyle, bir aslanın korkutucu kükremesiyle gelmez. Basit bir diken sıyrığının neden olduğu iltihaplanmayla başlayan kangren ile yazar Harry’nin trajedisi başlar. Vahşi doğanın karanlığında ölüm yaklaştığını hisseden Harry, hayatının muhasebesini yapmaya koyulur. Bu geç kalınmış bir muhasebedir, faizi oldukça kabarık bir fatura koyar Harry’nin önüne. Pişmanlığın ağırlığı arttıkça Harry, ona refakat eden hayat arkadaşına karşı acımasız olur, “hayatta kalmak için öldürmeye çalışır” sanki itiraflarıyla. Kadını sevmediğini söyler, her şeyin sorumlusu olarak onun parasını görür, kadının zenginliğine küfreder. Kadın sarsılmış halde ne olduğu anlamazken, Harry birlikte olduğu kadınların neden hep bir öncekinden daha zengin olduğunu fark eder ansızın. Harry’e başarı ve konfor getirmiş burjuva masklarının şimdi onu ölümden koruyamayacağını anlar, nefretle bu masklardan kurtulur. Bu yıkıcı bir yüzleşmedir.

Harry Afrika’ya “ruhunun etrafında toplanan yağları, vücudundaki yağları eritmek için dağlarda antrenman yapmaya giden bir dövüşçü gibi yakabileceği” umuduyla gelmişti. Konforlu hayatından birkaç hafta ayrılarak yeniden yaratıcılığına kavuşacağına, yarım kalmış eserlerini tamamlayabileceğine inanmıştı. Kangren olan bacağı bu yanılsamanın çok kısa sürmesine neden olur. Artık ne hatalarını telafi edebilecek ne de not aldıklarını yazıya dökebilecektir. Çaresizce kadını ve onun servetini de suçlamayı bırakır Harry, yeteneğini kendi kendine yok etmişti: “Yeteneğini kullanmayarak, kendine ve inandığı şeylere ihanet ederek, algısının keskin yanlarını köreltecek kadar çok içerek, tembellik, üşengeçlik ve züppelik, gurur ve önyargıyla, öyle ya da böyle, bir şekilde yok etmişti... Neydi ki yeteneği? Onu kullanmak yerine ondan faydalanmıştı.”

Balzac’tan bu yana burjuva toplumunda birey ile toplumun çatışmasında, ya bireyin hayallerinin yıkılışı ya ideallerinden ödün vermeyen karakterlerin dramatik ölümü ya da topluma karşı mücadelesinde pes edip kendi hayallerine ihanet eden karakterlerin ufalanması resmedilmişti. Hemingway de Harry karakteriyle, Balzac’ın “Sönmüş Hayaller”deki Lucien de Rubempré, Gogol’un “Portre” öyküsündeki ressam Çartkov gibi zenginlik, yükselme ve itibar için kendi sanatına ihanet eden sanatçıların anlatısını devam ettirir.

Harry “dünyanın değişmesine şahit olmuşu. İnsanların farklı zamanlarda nasıl olduklarını hala hatırlıyordu. Bunun tam içinde yer almıştı, bunun hakkında yazmak boynun borcuydu.” O sadece savaşın içinde dayanılmaz acıların üstesinden kahramanca gelen insanları görmemişti. Henüz genç bir yazarken Paris’in yoksul mahallesindeki sıradan insanların tutkulu hayat mücadelesine de tanık olmuştu: “O zamanlar bu bölgedeki komşularını tanıyordu, çünkü hepsi çok fakirdi... Bu insanlar Komün Üyeleri’nin torunlarıydı... Paris’in böylesine sevdiği başka bir köşesi yoktu.”

Bir sırtlanın insanın midesini bulandıran çığlıklarını duyarken Harry arkasında hiçbir şey bırakmadan ölmek istemektedir. Zaten Harry’nin elinde kalan tek şey “çürüme ve şiirdir. Kokuşmuş şiir”dir, kokan bacağını da çürümüş şiirini de Afrika’nın ıssızlığında, burjuva toplumundan çok uzakta toprağa gömmektedir. Harry de tıpkı Lucien de Rubempré, Çartkov gibi burjuva toplumunun kurbanı olarak yenik düşer.

Sığınacak bir yuva arayışı

Savaş sonrası evine dönen Krebs’in gündelik hayata uyum sorunun anlatıldığı “Asker Yuvaya Döndü” öyküsünün ayrı bir önemi vardır. Bir savaş kahramanının savaş sonrası toplumda değersiz bir birey olarak nasıl görmezden gelindiğini anlatır Hemingway: “Çok geç gelmişti. Kasabadan askere yazılan erkeklerin hepsi dönüşlerinde şaşalı şekilde karşılanmıştı ve epeyce bir histeri yaşanmıştı. Ama artık bu tepkiler sönmüştü.” Krebs her ne kadar savaşla ilgili konuşmak istemese de cebinde anlatacağı başka bir hikayesi de yoktur. Konuşma ihtiyacı hissettiğinde ise kimse onu dinlemez, toplum savaş hikayelerine doymuştur. Krebs, dikkat çekebilmek için, istemeden hikâyelerini abartmaya, abarttıkça da kendisinden ve savaştan daha çok tiksinmeye başlar.

Toplumsal hayattan yalıtılmış şekilde yaşar, evde de kendisini odasına kapatır. Gündelik hayat ona savaştan çok daha karmaşık gelmektedir, dostu ve düşmanı kimdir ayırt edememektedir, kendini savunmasız hisseder. Savaşta gösterdiği cesarete karşın gündelik hayatta kendine yer açacak gücü bulamaz. Yaşadığı hayattan tat alamaz, ruhundaki ateş sönmüş gibidir, yaşamdaki hedefleri sislerin içinde kaybolur, amaçlar hatırlanamayacak kadar eskilerde kalmıştır.

Hissizleşme, savaş sonrası burjuva toplumunun üzerine çöken ölü toprağıdır. İnsanlar faşizme karşı, emperyalist savaşa karşı özgürlüğünü savunmak için savaşmışlardır. Fakat savaştan sonra nasıl bir toplumda yaşayacağını çok azı düşünmüştür. Büyük yıkımlardan sonra bu fedakar insanları bekleyen kapitalist toplumun insani ufalayan monotonluğudur. Her şeye rağmen insanın hayata tutunması, nefes almaktayken küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmesi gerektiğini düşünür Hemingway.

Balık tutmanın, kayak yapmanın, ormanda yürüyüş yapmanın basit ama insanı hayata bağlayan zevklerini zengin biçimde betimler. Kahveden alınan bir yudum, sabahın sessizliğinde nehrin akışı insanların yaşadığı trajediyi unutturmaz ama onlara tutunacakları bir dal uzatır. “Koca Bir Nehir” öyküsünde bir başına alabalık tutan Nick’in sıradan bir günü anlatılır. Savaşı görmüştür, Hemingway’in birçok karakteri gibi zorlukların üstesinden gelmiştir. Geçmiş acıları insanları ansızın yakalar, böyle anlarda cesur olmalı, hayattan zevk almanın değeri bilinmelidir: “Alabalık hareket ederken Nick’in kalbi sıkıştı. Tüm o eski duygular bir anda geri gelmişti...Yine de mutluydu. Sanki her şeyi geride bırakmış gibi hissediyordu.”

Hayata yenilmemek

Hemingway, hayattan zevk almak için çabalayan insanların öyküsünü anlatmaya başlamadan önce öykülerinin başına kısaca ya bir çarpıcı savaş sahnesi ya da insanı hayretlere düşüren bir boğa güreşi sahnesi koyar. Bir anlamda insanın içindeki teslim olmayan, onurundan ödün vermeyen olağanüstü durumları göstererek, gündelik hayata sıkışmış insanların arayışındaki isteklere ve bir o kadar da çıkmazlara işaret eder. “Dünyanın Başkenti” öyküsünde “ilkel, yiyeceği kıt, lüks nedir bilmeyen Extremaduro köyünden” Madrid’e garsonluk yapmak için gelen Paco’nun hikayesi anlatılır. “Paco hem iyi bir Katolik hem de iyi bir devrimci olmak, aynı zamanda bunun gibi sabit bir işte çalışmak ve bir boğa güreşçisi olmak” ister. Paco kendi sınırlarını aşmasını sağlayacak; ona onur, heyecan, var oluş amacını verebilecek devrime sempati duymakla birlikte, bunu bilicine çıkaracak bir ideolojiye sahip değildir henüz.

Paco’nun trajedisi de tam bu noktada başlar. Sıradan günlük hayatın içinde sıradan insanları ani, coşkun duygu patlamalarında başlarına gelebilecek felaket Paco’yu bulur. “Babam”, “Yenilmezler” öykülerinde Hemingway aynı konuyu bir jokeyin ve matadorun hikayesiyle derinleştirir. Geçmişin parlak başarılarını tüm canlılığıyla hatırlamaya devam eden bu insanlar, tutkularını dizginleyemez. Hayatın durağanlığını kabul etmezler, hayatla uzlaşmaktansa bir matador ölümü cesurca kucaklar.

Arenadaki matador hayata karşı taviz vermeden sadece kişisel sorunlarının üstüne gitse de Hemingway’in insan sevgisi ve insana olan inancıyla, karakterler kendi gerçekliğinin ötesindeki toplumsal gerçekliğe ulaşır. Paco’nun çalıştığı oteldeki bir matador kendi ölümünün ötesinde, toplumu felakete götüren gizli güce işaret eder: “Madrid, İspanya’yı öldürüyor.” Devrimci bir garson ise karşılık verir: “İspanya’nın iki belası karşımda, boğalar ve rahipler.” Boğalar boynuzlarıyla matadorları öldürürken, Franco’nun idam sehpasında ölümü bekleyen garsonun kulağına son duasını rahipler okur.

Toplumsal ilişkileri bütünlüklü şekilde resmedecek, kendi içinde tutarlı bir ideolojiye sahip olmasa da Hemingway, üzerine çöken savaşın karamsar havasını dağıtmak için demokratik ruhla özgürlük ve hümanizm için kavga eden insanların umudunu kucaklamıştır. Böylelikle eserlerinin toplumsal çeperlerini genişletebilmiştir. Hemingway, sıradan insanı hayatın tüm zalimliğine karşı taviz vermeden, onuruyla ayakta durmasını yücelttiği için öyküleri insanlara her zaman direnecek güç vermiştir.