21 Mayıs 2024 Salı
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Hız çağında yavaş okumak

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Klasik edebiyat eserlerine olan ilginin azalmasının nedenlerini tartışmak, yaşadığımız çağı daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Özellikle gençlerin klasik edebiyat eserlerini okumamaları, küresel ısınma sorunu gibi, gezegenimizin ortak sorunu haline gelmiştir. Eğitimdeki başarılarıyla her zaman övünmüş Fransa, Almanya bugün, liselerinde gençlere Proust’u, Thomas Mann’ı nasıl okutabileceğini tartışmakta, yaratıcı pedagojik yöntemler denemektedir.

Avrupa’da yapılan bazı anketlerden çıkan sonuca göre gençler, klasik eserleri okumamalarının nedeni olarak zevk almamalarını, sıkılmalarını, kitap hacminin büyüklüğünün kendilerini ürküttüğünü söylemişler. Buradan hareketle birçok sosyolog, yaşadığımız çağda bilgisayarın, internetin beraberinde getirdiği hızlı, temposu yüksek hayatın sonucu olarak klasik edebiyat eserlerine ilginin azalması sonucuna varıyor.

Bilgiye erişimin hızı arttıkça kendini ifade etmenin hızı da artmaktadır. İletişim kurarken insanlar dertlerini çok az kelimeyle, mümkünse, cümle dahi kurmadan anlatmak zorundadır. İnsanların görece uzun cümlelerle iletişim içinde olduğu yol tarifi sorma diyalogları da, ne yazık ki, harita gösteren akıllı telefonlarla birlikte sona erdi. Toplumsal iletişimin evrildiği bu koşullarda, Viktor Hugo’nun “Sefiller” kitabında 60-70 sayfa boyunca Paris’in su kanallarını betimlemesinin büyük bir zevkle okunmasını beklemek gereksiz iyimserlik olabilir.

Proust, “Kayıp Zamanların İzinde” romanını bitirdikten sonra Ollendorf yayınevine yollar. Bugün dünya edebiyatının en seçkin ve özgün eserlerinin başında gelen bu roman Mösyö Humblot tarafından geri çevrilerek basılmaz. Yayınevi adına Humblot romanı neden geri çevirdiğini Proust’a yazdığı mektupta içtenlikle açıklar: “Belki anlama özürlüyümdür, ancak bir beyefendinin uykuya dalmadan önce yatakta bir o yana bir bu yana döndüğünü anlatmaya neden otuz sayfa ayırmış olduğunu bir türlü kavrayabilmiş değilim.” Proust, 3000 sayfayı aşan devasa eserini yaklaşık yüz yıl önce kaleme almıştı. Modern hayatın hızından dolayı klasik eserlerdeki “ikincil ayrıntılara” okurların tahammül edemediğine dair görüşü Mösyö Humblot yanlışlamaktadır ya da Mösyö Humblot klasiklerin trajik kaderini yüz yıl önceden büyük öngörüyle dile getirmiştir.

Belki de klasiklere olan ilginin azalmasında hız çağının etkisi bir yere kadardır, sorun çok daha derinlerde olabilir.

Yaklaşık yirmi otuz yıl önce Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre New Yorklu çocukların çoğunun, süpermarketlerde gördükleri kutulanmış̧ sütü, Coca-Cola gibi yapay bir ürün zannettikleri ortaya çıktı. Geldiğimiz noktada, insanın doğaya yabancılaşması bu kadar çarpıcıdır. Sütü yapay bir ürün sanan çocuk bugün lisede, üniversitede ve biz ona klasikleri okutmaya çalışıyoruz. Tolstoy’un şu pasajı bu nesil için ne ifade edebilir: “Dışarıda taze bir gübreden yükseliyormuşa benzeyen bir sis ve nem var. Güneş göğün doğu yanına ve tüm avluyu çevreleyen geniş sundurmanın üzerindeki oltalara şen, parlak ışıklarını serpiyor; sundurmadaki otlar üzerlerindeki çiy yüzünden ışıl ışıl. Sundurmanın altında yemliklere bağlı atlarımızın düzenli geviş sesleri duyuluyor. Sabaha doğru kuru bir gübre yığını üzerinde hafifçe kestiren uzun tüylü bir köpek tembel tembel geriniyor ve kuyruğunu sallayarak hafif bir tırısla avlunun öte yanına geçiyor. Hamarat bir kadın avlunun gıcırdayan kapısını açıyor ve derin düşüncelere dalmışa benzeyen ineklerini böğürmelerin, melemelerin, ayak patırtıların duyulmaya başladığı sokağa çıkarıyor ve hala uykulu olan komşusuna bir şeyler söylüyor.” Çocukluğunda bırakalım bir köyü, inek dahi görmemiş bir kuşağın, doğayı en ayrıntılı biçimde betimleyen klasiklerden zevk almasını bekliyoruz, gübrenin kokusu ise çok ileri bir tartışma!

Gökdelenlerin gölgesinde hayal gücünü kaybetmiş modern insanın yapabileceği tek şey öğlen arası plazanın çatısına çıkıp kahvesini yudumlarken betonlara hapsolmuş şehrin manzarasına dalıp, yazın her şey dahil bir “tatil köyünde” yapacağı tatili hayal etmek. Şehrin kaosundan bıkan, doğaya özlem duyan orta sınıfın bir kısmı ise bahçeli ev özlemi içinde yanıp tutuşuyor; bahçesine ekeceği domatesin toprak kokusunu, işten evine geldiğinde boynuna atılacak golden cinsi köpeğin sevimliliğini düşünerek içi ısınıyor. Ancak şu satırları okuduğunda ruhunun derinliklerinde coşkun bir kıpırdanma gözlemlenmez: “Ama işte yağmur birden hafifliyor; kara bulut birkaç parçaya ayrılıyor ve güneşin olduğu yer aydınlanmaya başlıyor. Bulutların kurşuni beyaz uçlarının gerisinde masmavi gök görünüyor. Bir dakika sonra ise güneşin ürkek ışınları, yoldaki su birikintilerini, elekten geçiriyormuşçasına ince ince yağan yağmur iplikçilerini ve yol kıyısındaki yağmurla yıkanmış ıslak, pırıl pırıl otları aydınlatmaya başlıyor. Kara bulut yine korkunç, bu kez göğün karşı yanına doğru genişliyor, ama ben ondan korkmuyorum. Anlatılmaz bir yaşam sevinciyle dolu içim. Hızla korkunun yerini alan bir duygu bu. Ruhum yağmurla şenlenmiş, tazelenmiş doğa gibi gülümsüyor... Atların sırtı, kuskunları, dizginleri, koşumları, tekerleklerin lastikleri, her şey ıslak ve her şey güneş ışığında cilalanmışçasına pırıl pırıl. Yolun bir kıyısında kışlık ekim yapılmış bir tarla yemyeşil bir halı gibi gözerimi çizgisine dek uçsuz bucaksız uzanıyor; ıslak toprakların ışıldadığı tarla üzerinde yer yer yağmurun oluşturduğu küçük derecikler görülüyor; yolun öbür kıyısında ise, aralarda ceviz ve kuşkirazlarının da göründüğü bir titrek kavak korosu, sonsuz mutluluk içimdeymişçesine kıpırdamaksızın duruyor... Dört bir yanda, neşeyle ötüşen tepeli çayırkuşları uçuşuyor. Islak çalılıklarda küçük kuşların telaşlı kanat çırpışları duyuluyor; ormanın derinliklerinde öten bir guguk kuşunun sesi ta bizim bulunduğumuz yere dek geliyor.”

Yağmurda beyaz yakalının ruhu tazelenip şenlenmez, onun için yağmur işe geç kalmasına neden olan trafiği başlatan olumsuz doğa olayıdır. Zaten bu ağaçların hiçbirini görmemiş, bu kuşların seslerini hiçbir zaman işitmemiştir.

Bugün İstanbul’da böyle bir anket yapılsa, çocuklarımızın da sütü yapay bir ürün sanması, maalesef, yüksek ihtimal gibi gözüküyor. Amerikan filmlerindeki kapıya bırakılan şişe süt sahnesini birçok semtimizde görmekteyiz. Birer ikişer aldığı meyveleri kese kâğıdında taşıyan insanları normal karşılar olduk. Son yirmi yılda hızlı bir şekilde modern şehir hayatının kültürel yapılarını sorgulamadan gündelik yaşamımızın değişmez ritüelleri haline getirdik. Bunları ilerleme olarak görüp seküler anlamda yüceltirken, klasik edebiyatın doğayı yücelten betimlemelerinden zevk almaktan gittikçe uzaklaştık: “İlk yaz fırtınasından sonra ormanda yükselen kayın, menekşe, çürük yaprak, kuzumantarı, kuşkirazı kokuları öylesine büyüleyici ki, arabada daha fazla duramıyorum, aşağıya atladığım gibi çalılıklara koşuyorum; çalılardan üzerime dökülen yağmur tanelerine aldırış etmeden, kuşkirazının ıslak, çiçekli dallarını koparıp koparıp yüzüme gözüme sürüyor, derin derin soluyarak bayıltıcı kokularını içime çekiyorum.”

Modern hayatın gündelik ritüelleri içinde, uçsuz bucaksız doğanın insanın ruhuna sunduğu sonsuz renkli duygulardan yoksun haldeyiz. Doğaya olan özlem on metrekarede yetiştirilecek domatesin hayaliyle yatıştırılmaya çalışılmaktadır. Doğanın kokusunu kendinden geçercesine içine çekemeyen insanların klasiklerin derinliğini hissetmelerini belki de beklememeliyiz.