21 Mayıs 2024 Salı
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Hoşgörünün sınırını aşmak

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Kavramlar mimari eserler gibidir, belli bir tarihe aittir, ortaya çıktıkları koşulların malzemesini ve anlayışını yansıtır. Tek farkla ki, kavramlar tarihin akışıyla zaman ve mekan içinde hareket eder ve anlamının içeriği sürekli değişim içindedir.

Hoşgörü kavramı kadar erken modern dönemden bugüne anlamı genişleyip değişen sayılı kelime vardır.

17. yüzyılda tüm Avrupa’yı yıkıma götüren din savaşlarına karşı, mutlakıyetin merkezîleşmesini savunan düşünürler, hoşgörü kavramını dile getirmişti.

Ancak Spinoza hoşgörü kavramını, dinin kökten eleştirisiyle laikliğin temellerini atarak bu kavrama ilk kez radikal anlam yüklemiştir.

İngiliz Devrimi sırasında hoşgörü kavramı, radikal mezheplerin devrimci süreçte en demokratik, eşitlikçi ve hatta özel mülkiyeti ortadan kaldırmayı hedefleyen fikirleri dile getirmesinin aracı olmuştu.

Resmi Anglikan kilisesine karşı yani devrimin kazananları toprak sahibi ve orta sınıfın teolojisine karşı bu radikal mezhepler, teolojilerini hoşgörü temelinde anayasal güvence altına almak istedi.

Aydınlanma döneminde başta Voltaire olmak üzere, birçok hümanist düşünür, kiliseye karşı bireysel hakları ve düşünce özgürlüğünü savunmak için hoşgörü kavramına sıkıca sarılmıştı.

Ancak Fransız Aydınlanma hareketinde ılımlı kanadı teslim eden Voltaire hoşgörü kavramını dile getirirken başka bir amacı hedeflemişti.

Voltaire bir taraftan Aydınlanma’nın radikal akımını temsil eden Baron d’Holbach ve Diderot’nun kilisenin varlığını temellerinden sarsan fikirlerine karşı, monarşinin ve onun temellerini koruyan kiliseyi savunarak kilisede reformu amaçlamıştır.

Voltaire, dinsel inançtan yoksun bırakılacak kitlelerin her türlü ahlak duygusundan bağımsız, her şeyi yıkabileceğinden - en çok da özel mülkiyeti- korkarak, kitlelerin ehlîleştirilmesi için kiliseyi ve dinsel öğretiyi toplumsal istikrar için gerekli görmüştür.

Batı kültürünün Tanrı ile olan inişli çıkışlı ve çelişkilerle dolu ilişkisi, bir anlamda Aydınlanma’daki bu ayrım ile başlamaktadır.

Büyük Fransız Devrimiyle Voltaire’nin korkuları gerçek oldu. ‘Kaba ve cahil’ devrimci kitleler önce Tanrı’nın yeryüzündeki sureti olan Kral’ı giyotine yolladı sonra da Tanrı’nın evini yerle bir etti.

Kısa bir süre sonra genç cumhuriyetin hayatta kalabilmesi için Jakobenler yeni bir ‘seküler din’ yarattılar: Yüce Varlık Dini. Bu yeni seküler din, yeni rejimin ve onun öğretisi aklı ve cumhuriyetin değerlerini kitlelere estetik ve duygusal bağlarla ulaştırma amacındaydı. Bu yeni din önemli ölçüde Rousseau’dan esinlenerek yeni sembolleri, ritüelleri ve bayramlarıyla Katolik inancın yerine geçmeye çalıştı.

Şüphesiz bu radikal devrimci dönemde, hoşgörü karşı devrimcilik, bozgunculuk olarak algılanıyordu. Hoşgörüyü dile getirenler Eski rejimin kalıntısı aristokrasiyi ve kiliseyi savunarak devrime ihanet edenler olarak görülüyordu.

Napoléon ve Restorasyon sonrası Fransa’da devrimci halk kitleleri bastırılıp, kiliseye yeniden eski rolü verilmek istenirken, hoşgörüyü dile getirenler, tacın ve mihrabın düşmanı olarak damgalanıyordu.

Restorasyon sonrası Avrupa’da hoşgörü, kitlelerin devrimci hareketlerinin demokratik taleplerine eşgüdümlü şekilde laiklik ilkesiyle birlikte anılmasını gündeme getirdi.

TANRISINI ARAYAN HOŞGÖRÜ

Fransız Devrimi ile birlikte kilisenin temelleri sarsılmakla kalmamış, halk tutum ve değerlerini seküler bir dille ortaya koymaya başlamıştı.

Diğer taraftan, hızla ilerleyen sanayileşme toplumdaki bütün geleneksel bağları söküp atarak modern ‘kaba ve cahil’ bir işçi sınıfı yaratıyordu. Bu yeni sınıf hangi ahlaki öğreti ve sembollerle ehlîleştirilecekti?

Burjuvazi için kitleleri kontrol altına alabilmek için yeni bir dil ve semboller gerekmekteydi.

Radikal Aydınlanma’nın insanların özgürleşmesi için din yerine ikame etmeye çalıştığı Akıl başta olmak üzere modern seküler kavramlar bu kez burjuvazinin iktidarında, kitleleri burjuva toplumuna doğrudan bağlamak için kullanılır.

Terry Eagleton’un parlak bir şekilde ifade ettiği gibi “Modern tarih, Tanrı’nın yerine yeni bir vekil aranmasıydı.”

Burjuvazi bu yeni Tanrı’yı bulmak için mitolojiye, estetiğe, tragedyaya, sanata, kültüre Tanrı’nın yerine ikame etmek için başvurdu. Böylelikle kültür, 19. yüzyılın sonlarında kurulmaya başlanan burjuva uygarlığında merkezi bir rol oynadı.

Kilisenin katedrallerine karşı kendi seküler sembolleri olan opera binalarını, müzelerini, devlet binalarını inşa eden burjuvazi, böylelikle ‘kaba ve derinliği’ olmayan işçi sınıfını kültürün yüce ve soylu ruhuyla eğitmeye çabaladı.

Kültürün bu denli yüceltilmesi burjuvazi için toplumsal parçalanmışlığın ve sınıfsal çatışmaların panzeri olarak görülüyordu. Kültür, siyaseti dışlayan tutumlar toplamıydı.

Bu tarihsel kavşakta hoşgörü kavramı, kültürün menteşesi rolünü üstlenir. Burjuvazi, işçi sınıfı ve halk sınıflarına hoşgörü göstererek onların burjuvalaştırılması amaçlanmıştır.

Hoşgörünün sınırını aşmak - Resim: 1

Manet, İmparator Maximilien’in idamı, 1867.

POSTMODERNİZM VE KÖKTENDİNCİLİK

Ne var ki burjuvazinin bu yüceltilmiş kültürü, Batı kapitalizminin içeride ve dışarıda yaşadığı krizlerle eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulamamıştır.

Özellikle Marx ile birlikte sol akımlar bu kültürün parçalanmışlığını ve sınıfsal temellerini ortaya koyarken diğer yandan kökenleri Rousseau’ya dayanan sanatların ve kültürün temellerinin eleştirisi ‘yüce kültür’ mitini derinden sarsmıştır.

Adorno’nun ifadesiyle “kültür taşı altındaki bir yığın dehşet” yüksek sesle dile getirilmişti.

19. yüzyılın sonlarında Batı kapitalizminin yaşadığı ekonomik kriz ve sonrasında patlak veren Dünya Savaşıyla ‘ilerleme’, ‘akıl çağı’, ‘rasyonel toplum’ gibi burjuvazinin seküler mitleri yıkılmıştır.

Klasik Batı uygarlığının bu trajik çöküşüyle birlikte Batı, Tanrı’nın yerine vekil aramayı, bir anlamda bırakmak zorunda kalmıştır.

Özellikle postmodernizmle birlikte Batı kapitalizmi üretimden, üretim de insan ihtiyacından kopmuştur. Üreten, yaratan ve ilerlemeyi amaç edinmiş insan imgesi yerine artık tüketici, edilgen ve gerçek anlamda nihilist bir insan imgesi kendisini göstermektedir.

Tüm ‘modern seküler mitler’ bu üretici ve yeniyi yaratma enerjisinden yükseliyordu. Artık insan üretici ve yaratıcı değilse onun Tanrısal imgesine de gerek yoktur. Nietzsche’nin öldüremediği Tanrı’yı postmodernizm öldürmüştü!

Tanrı’nın ölümü kabul eden Dostoyevski’nin karakterlerinin yaşadığı ruhsal kırılmaya benzer şekilde, Batı kapitalizminin de Tanrı öldüğüne göre hesap verecek hiç kimse yoksa emperyalist politikaları kültür ve ilerleme gibi ‘etik’ biçimlerde sunmasına gerek yoktur.

Tarihin ironisi, David Harvey’in dediği gibi, “Sekülerleşmeyi yaratan Batı kapitalizmi aynı zamanda köktendinciliği de yaratmıştır.”

İdeolojilerin sonunu müjdeleyen postmodernizmin, sınıfların yerine kimlikleri koyarak bir anlamda bugün 11 Eylül sonrası kendisini dayatan dinsel kimlik politik söylemlerin çekim merkezi olması kaçınılmazdı.

Şüphesiz postmodernizmin başkentlerinin de köktendinciliğin şiddetini kendisine çekmesi aynı şekilde kaçılmazdı. Terry Eagleton’un altını önemli çizdiği gibi “Kadiri Mutlak’ın tabutunun çivileri, görünüşe göre, hiç de sağlam çakılmamıştır. Tanrı sadece adresini değiştirmiştir; ABD’nin İncil Kuşağı’na, Latin Amerika’nın evanjelik kiliselerine ve Arap dünyasının varoşlarına göç etmiş ve fan kulübü de sürekli genişliyor.”

HOŞGÖRÜYÜ ÖLDÜRMEK!

Bu bağlamda hoşgörü kavramı bugün, her türlü dinsel ve cinsel kimliklere saygıyı empoze ederken, tam da bu hoşgörünün sınırında sistemin en yoğun çatışmaları kaçınılmaz hale gelmektedir.

Geçmişte hoşgörü, devrimci dönemlerde laikliğin ve inanç özgürlüğüyle yükselen ütopyaların ateşi olurken; çöküş ve karşı devrimci dönemlerde her türlü nihilist yıkıcılığın aşırılığına ilham vermiştir.

Bugün Batı tüm kurumları ve değerleriyle çözülürken, hoşgörü kavramı, daha adil ve eşit yeni bir toplum kurmak isteyenlerin ayağındaki prangaya dönüşmektedir.

Batı emperyalizmi başta bölgemiz olmak üzere, tüm dünyada kin ve nefret tohumları ekerken, hoşgörü kavramını yalınızca bu ahlaksız savaşın taraftarlığını yapanlar savunmaktadır.

Batı tüm dünyayı dinsel ve etnik kimliklere bölmek isteyip, patlamaya hazır duruma getirmişken Voltaire’in hoşgörüsü, ne barışı ve bir arada yaşamayı koruyabilir, ne de Batı’da yükselen ırkçı hareketlerin önüne set çekebilir.

Ne de Haçlı Seferleri’nden, sömürgeleştirme politikalarına kadar Batı’nın Doğu’da yaptığı kıyım ve yıkımların neden olduğu emperyalist politikalar hoşgörüyle sonlandırılır.

Yeni toplumun eskizleri Diderot’un, Baron d’Holbach’ın masasında çizilir, Voltaire’in masasını devirmenin vakti çoktan geldi!