18 Mayıs 2024 Cumartesi
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

İlk psikolojik roman Eylül

Kemal Ateş

Kemal Ateş

Gazete Yazarı

A+ A-

Mehmet Rauf’un Eylül’ü, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su ile birlikte anılır, bir yıl arayla dünyaya gelmiş iki kardeş gibi birbirine yakın özellikleri vardır. İkisi de yasak bir aşkın romanıdır. Romanın “ahlaka mugayir” görüldüğü yıllarda her iki romanın yazılması bir kalem hüneri olduğu kadar, bir cesaret eseri de sayılır.

Bu iki romanla bizde şu anlaşılır: Toplum bu olaylara nasıl bakarsa baksın, iyi yazılır, iyi işlenir, iyi anlatılırsa yasak aşklar romancıların vazgeçemeyeceği konulardandır. Madam Bovary, Anna Karenina gibi dünya edebiyatında da bunun unutulmaz örnekleri vardır.

1891 yılında kitaplaşır Eylül. Suat ile Süreyya’nın evlilikleriyle ilgili dışa vurdukları herhangi bir şikâyetleri yoktur, Suat kocasını mutlu etmek, mutlu görmek isteyen bir eştir; ancak dedelerinden kalan bağ evinden karı kocanın hoşnut olmadıklarını anlıyoruz. Allah’ın kırı dedikleri bu ev, aslında açığa vurulmamış derindeki bir mutsuzluğun, huzursuzluğun, görünmeyen bıkkınlıkların işareti ya da bahanesi belki de... Bu arada romanın yalnızca bir yerinde ailedeki çocuk eksikliğine de dikkatimiz çekiliyor.

Aşk-ı Memnu gibi bu romanda da kadının yakın akraba erkeklerinden birine gönül vermesi vardır. Ancak bu romanda tensel bir ilişki hep beklense de yaşanmaz; bakışan, konuşan, seven, birbirini özleyen, birbirini kıskanan, bazen mutlu, bazen mutsuz, imkânsız bir aşkın acı verdiği iki âşık tanırız

Suat ile Necip arasındaki aşka o zamanın aşkı ya da o dönem romanlarının aşkı mı demeliyiz? Silik işaretlerle başlayan, nerdeyse hep silik işaretlerle devam eden masalsı bir aşk ilişkisidir yaşanan, “eli eline değmez” dedikleri türden bir aşk... Üstelik de bütün güzelliklerinin yanı sıra ne güzel anlatılır Suat’ın elleri... Âşıkların eli eline değmez ama, Suat’ın narin, güzel ellerinden çıkan bir eldiven hikâyesi karışır romana.

Eylül’de yaşanan imkânsız aşk, güzel Boğaz tasvirleri içinde anlatılır. Roman başta Boğaz olmak üzere, İstanbul güzelliklerinin romanıdır. Kahramanlarımızla birlikte Boğaz’ı, henüz haritadan silinmemiş semtleriyle o zamanki Boğaz’ı yaşarız âdeta. Denizi güzel anlatır Mehmet Rauf: Bazen bulutlarla solmuştur, bazen güneşle, mehtapla aydınlanmış, sessiz ve gamlıdır; bazen hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgacıklanır; köpüklü, öfkelidir bazen de... Boğaziçi, mavi sema ile taçlanmış denizinin nezaketiyle, teravetiyle, çevresindeki küçük tepeler silsilesi, yemyeşil ağaçları, uzaktaki dumanlarıyla âdeta bir şiire dönüşür. Her saatinde ayrı bir güzellik vardır. “Boğaziçi sabahının bekâretini görmeli Necip” diye sevdiği adamı düşünen kadının (Suat) sevdası bu güzellikler içinde anlatılır. Sandal sefası betimlenirken de şiirsel dil devam eder: Deniz köpükler içindedir... Rüzgâr etrafında fişek gibi çatlar... Yelkenler çırpınır... Sandal dalgaların göğsüne sarhoş gibi yaslanmıştır... Uçmak da değil, yüzmek de değil... Öyle bir hal ki...

Doğa betimlerini bu günün okuru da olağanüstü güzel bulacaktır.

Kırgınlıklarının nedenini anlatmak, konuşmak yerine, gözyaşı dökmek sanki daha kolay gelir kahramanlarımıza.

Özellikle Süreyya’nın karısına âşık bir adamı çok sık görmek istemesi, sürekli yalıya çağırması, bir kocanın okuru nerdeyse isyan ettirecek o saf hallerine baktıkça, aynı konuyu daha yeni yazarlardan biri, örneğin bir Fakir Baykurt, Orhan Kemal ya da Kemal Tahir yazsaydı bu durumu nasıl anlatırlardı diye düşündüm. Böyle bir insanı atalarımız nasıl anlatmışlarsa öyle anlatırlardı; “Bacısının âşığını kardeşi, karısının âşığını kocası getirir” gibi bir söz sanırım romanın bir yerinde karşımıza çıkardı. Biliyorum, böylesi sözler yalnız Mehmet Rauf’a değil, bu dönem romanlarına çok uzak. Köyü, kenar mahalleleri anlatan romanları çok sevmiş bir yazar olarak, Süreyya ile ilgili bölümleri okurken, bu atasözünden kendimi kurtaramadım.

Bu aşk ilişkisi yalnız kalplerde mezar bırakmaz, iki âşığı da gerçek mezara götürür.

Mehmet Rauf’un dili, Servet-i Fünun romanlarının hemen hepsinde gördüğümüz gibi Osmanlıcadır, Arapça ve Farsça sözcüklerle doludur. Ancak öyle Türkçe sözcükler de bulursunuz ki onda, öz Türkçedir çoğu, bazıları bugünkü Türkçe sözlüklere, hatta Derleme Sözlüğü’ne bile girmemiştir. “Hasretlenmek”, “dalgacıklanmak” “göresili”, “deprentisizlik”, “sorulu”, “katımlanmak”, “saldırım”, “duyumluluk”, “çekingi” gibi sözcükleri Saklı Sözlük’e almak üzere seçtim. Bunlara sakın yerel demeyin, “ihmal edilmiş sözcükler” diyorum ben. Yazarlarımızın ihmali, ilgisizliği yüzünden bunlar gibi daha binlerce sözcüğün geçmişte bir dil mezarlığına itildiğini biliyoruz. (Mehmet Rauf, Eylül, Ak Kitabevi, İstanbul 1969.)

Not: 25 Şubat (bugün) saat 19.00.’da Sanat Kurumu’nun düzenlediği bir etkinlikte “Kendi Diliyle Kavrulmak” üzerine konuşacağım. Yer: Türk İngiliz Kültür Derneği, Bestekâr SK. No: 32 Kavaklıdere.