20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Oryantalizmin gölgesinde siyasal İslam’ı meşrulaştırmak

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Siyasi hareketlerin orta ve uzun vadede düşünsel hayata etkisini belirleyen örgütsel gücü kadar, bu siyasi hareketlere kimliğini veren, bir anlamda yol gösteren düşünürlerinin niteliği ve derinliğidir. Yakın zamanda vefat eden Şerif Mardin üzerine çok konuşuldu. Özellikle AKP iktidarıyla birlikte güncel siyasi tartışmalara yönelik açıklamalarıyla gündeme geldi. Sıkça söylenip dile getirilen “AKP’nin kendi entelektüeli” yok söylemini Şerif Mardin bağlamında yeniden düşünmek gerekir.


3 Kasım 2002 seçimleri sonrası AKP’nin iktidara gelişini Birikim Dergisi “Muhafazakar Devrim” diye alkışlamıştı. Seçimlerin hemen sonrasında Ahmet İnsel’ in “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafazakârlık” isimli makalesinde, “3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, beklenmedik biçimde, 12 Eylül rejiminden çıkış̧ kapısını araladı” demesiyle neoliberal sol ile AKP’nin ortaklığının zemini atılmıştı.

AKP’nin kendi yetişmiş̧ entelektüeli olmadığı için neoliberal sol ile ittifak yaptığını söyleyenler, özellikle cumhuriyetçi kesim içinde çoğunluktaydı. Gözden kaçan çok önemli nokta ise, Türkiye’de neoliberal solu yetiştiren ve ona Cumhuriyet’e saldıracak “ideolojik silahları” verenlerin başında Şerif Mardin’in geldiğidir. Mardin’in tarih yazımıyla yetişen Murat Belgeler, Ahmet İnseller, Ömer Laçinerler AKP’nin doğal entelektüelleridir. Bugün neoliberal solun dilinden düşürmediği “ceberut devlet”, “merkez-çevre”, “askeri-bürokratik vesayet”, “cemaatler ve sivil toplum” gibi Cumhuriyet’in ideolojik temellerini hedef alan bütün kavramların yerleşmesinde Şerif Mardin’in rolü göz ardı edilemez. Bundan dolayı 2010 referandumu sonrası AKP ve neoliberal sol arasındaki ayrışmayı “babalar ve oğullar” arasındaki tartışma olarak görmek gerekir.

Mardin’in eserlerindeki tezleri incelerken, bu tezlerin Soğuk Savaş̧ sonrası Batı’da üretilen, doğrudan Sovyetleri hedef alan, “Doğu Despotizmi” ve ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi’nde ideolojik işlev gören “Popülist İslam” söylemlerinin hakim olduğu iklimde üretildiğine dikkat edilmelidir.

TARİHİ TARİHSELLİKTEN KOPARMAK

Türkiye’de “sivil toplumcu” tezleri ilk ortaya koyanların başında Şerif Mardin gelmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bu topraklarda neden “sivil toplumun” gelişmediğinin cevabını arayan Mardin’e göre, demokratikleşme sorunlarımızın temelinde “sivil toplumun” hiç olmaması yatmaktadır.

Mardin’in “sivil toplum” ile neyi tanımladığına baktığımızda, bütün eserlerinde var olan “tarihi tarihselliğinden koparma” sorunuyla karşılaşırız. Hegel’in “Bürgerliche Gesellschaft” kavramını “sivil toplum” olarak kullanan Mardin'in, bu kavramı neden “burjuva toplumu” olarak kullanmadığına dair herhangi bir ize rastlanılmaz. Oysa bu kavram üzerinde çok zengin bir tartışma vardır, özellikle Alman tarihçileri arasında.

Geç Ortaçağ’da hızla gelişen ticaret ve buna bağlı yükselen şehirler Avrupa tarihindeki önemli bir kavşağı temsil eder. Şehirlerde ticaretle uğrasan yeni bir sınıfın ortaya çıkmaya başlamasıyla feodal toplumda çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Güçlenen şehirler bir süre sonra feodal toplumun görece sıkı denetiminden kendini kurtararak bazı özel haklar kazanır. Şehirlerin elde ettiği bu özerk haklar, yargıdan vergilendirmeye, milis kuvvetlerini toplamaya kadar, Batı’daki “sivil toplumun” temelleri olarak görülür. Şüphesiz bu haklar tüzel niteliktedir, bireysel özgürlükten ziyade şehrin kolektif özgürlüğüne vurgu yapar.

Mardin’in yaklaşımındaki hatalar bu noktadan sonra başlamaktadır. Mardin “Şimdi sivil toplum teorilerde bir medeniyet aşaması olarak ele alınmaktadır. Toplumun vurgulanan özelliği de, siyasinin sultasından kurtulabilmiş̧ ilk toplumsal sistem oluşudur. Sivil Batı'nın bütün ‘hürriyet’ anlayışında, ‘siyasî güçlerin sultasından kurtulma’ bu kökeni dolayısıyla önemli bir yer kapsar. Genç Osmanlı İmparatorluğu ve devrimiz Türkiye’siyle bir karşılaştırma yaparsak, bu ‘kurtulma’ fikrinin bizde hiçbir zaman Batı'da olduğu kadar derin köklere sahip olmadığı görülür” demektedir. Avrupa’da “sivil toplumun” ortaya çıkmasında şehirlerin özerk haklar elde etmesini referans alan Mardin, bu hakların baştan sona siyasi haklar olduğunu görmezden ge- lir. Bir prensten ya da senyörden ayrı milis oluşturma, ayrı vergi belirlemek başlı başına siyasi mücadele sonucu ortaya çıkmıştır ve doğrudan siyasetin kendisidir. Burjuvazinin erken dönemde elde ettiği bu haklar sayesinde siyasetin sonucu olarak, burjuva toplumu ortaya çıkmıştır. Elbette Mardin, “sivil toplum” kavramını kullanarak burjuvazinin rolünü dolayısıyla burada- ki sınıf kavramını gizlemektedir.

Marksizm’e karşı Weber’ci tezleri kullanarak, sınıf olgusunun gizlenmesi Mardin’in çalışmalarında da gözlemlenir. Mardin’in muhafazakar Weber’ci tezleri, neoliberal sol tarafından “Marksizm” etiketiyle sosyal bilimlerde dolaşıma sokulmuştur.

Asıl can alıcı nokta Mardin’in “Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı'da devletin merkeziyle teba arasında bir köprü ya da tampon vazifesini gören ‘Stände’, ‘Rechtsgemeinschaften’ ya da mahallî ‘parlement’lar yoktur” yaklaşımıdır. Aristokrasinin ve ruhban sınıfının kıskançlıkla sarıldığı ayrıcalıklar, Batı’da “sivil toplumun” oluşmasının temeli olarak sunulur. Parlementolar; soylular ve ruhban sınıfının monarşi döneminde yereldeki hukuki haklarını savundukları mevkilerdi. Fransız Devrimi öncesi 350’ye yakın hukuki uygulamanın varlığı bunun somut göstergesidir. Mardin’in iddia ettiği gibi “sivil toplum” siyasetten arınma değil, bu sınıfların siyaseten merkezi monarşinin kurumlarına sızarak, kralın iktidarına ortak olmasıdır. Kaldı ki Avrupa’da modern yurttaş̧ ve demokratik toplum bu ayrıcalıklı yapıların ortadan kaldırılmasıyla ortaya çıkmıştır.

Fransa’nın neden İngiltere gibi bir toplumsal gelişim yolu izlemediğini sorgulayan Tocqueville gibi merkeziyetçilik karşıtı bir düşünür bile, soyluların bu hukuki ayrıcalıklarına sarılarak bir “kast sınıfı” oluşturmasını bu nedenlerin başında görür. Mardin, muhafazakârlık noktasında Tocqueville'i bile geride bırakmıştır!

Mardin’in tezlerini doğru kabul edersek, Fransa’daki soyluların ve ruhban sınıfının merkezi monarşiye karşı gerçekleştirdikleri Fronde ayaklanmalarının Avrupa’nın demokratikleşme mücadelesi şeklinde ele alınması gerekir. Ne var ki 4 Ağustos 1789 gecesi bütün feodal ayrıcalıkların kaldırılmasıyla kamusal alan halka açılmıştır. Seküler temelde örgütlenen kulüpler ve gazetelerin varlığı ve devamında devrim dönemindeki uygulamalarla bu ayrıcalıklar kaldırılarak kamusal alan orta çıkmıştır. Mardin, kendi tezlerini doğrulamak için tarihsel olguları keyfince eğip bükmektedir. Daha çarpıcı olanı ise Avrupa’daki devrimlerin “ayaklanma” olarak gösterilmesidir: “Orta sınıflardan çok fazla fedakârlık istendiği zaman devletle orta sınıflar arasında bir çatışma çıktı. İngiltere’de 1640’ların ayaklanması, Fransa’da 1789 ayaklanması genelinde bu çatışmanın ürünü” diyerek devrimlerdeki uzlaşmaz sınıf çatışmalarını Weber’ci tezlerle gizlediği gibi devrimlerin gerçekleştirdiği toplumsal kırılma ve kopuşları perdeler. Fransa’daki en azılı devrim karşıtları bile 1789’a devrim derken Mardin’in ayaklanma demesi onun entelektüel derinliğini gösterir!

Elbette Mardin’in buradaki amacı merkeze karşı yerelliği evrensel bir tarih mitine dönüştürerek yüceltmektir. Jön Türkler’den Kemalizm’e merkezin karşısına yereldeki gerici unsurları demokrasinin temsilcileri olarak sunmak için Mardin böyle bir saptırmaya başvurmuştur.

ORYANTALİZMDEN MERKEZİYETÇİLİK DÜŞMANLIĞINA

Montesquieu, Şerif Mardin’in tezlerinin arkasındaki en önemli düşünürlerin başında gelir. Bilinenin aksine Montesquieu, “kuvvetler ayrılığı” ile yargının bağımsızlığını müjdelememiş̧, yereldeki soyluların bu hukuki ayrıcalıkların savunusunu yapmıştır. Mardin, yerelliği yüceltirken Montesquieu’nün fikirlerinden ilham alır. Bununla birlikte Montesquieu, “Doğu Despotizm” kavramını ilk ortaya koyan düşünürlerin başında gelerek Avrupa’da oryantalist söylemi başlatan düşünürdür. Mardin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye okumasını bu “Doğu Despotizmi” kavramı üzerine kurar. Mardin’in Cumhuriyet karşıtı tezlerin toplamda Asya karşıtı tezlerden beslenerek üretmesi gözden kaçırılmamalıdır. Soğuk Savaş̧ döneminde anti komünist Karl August Wittfogel’in “Hidrolik Toplumlar” eseri de Mardin’in çalışmalarındaki arka plana dair fikir verir. Wittfogel bu eserinde, Sovyetler'de bulunduğunu iddia ettiği “diktatörlüğün” coğrafi ve tarihsel olarak “kaçınılmazlığını” göstermeye çalışmıştır.

Montesquieu’den Wittfogel’a, Asya’nın toplumsal geriliği, sınıfların yokluğu, özel mülkiyetin zayıflığı, devletin despotik gücü gibi kavramları alan Mardin, buradan hareketle “merkez-çevre” kavramını sunar: “Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılı (structured) ve organize bir cemaat mevcuttur. Bu cemaatin aynı zamanda bir iktisadî ve bir hukukî sistemi vardır. Bu kopuklukta dinî kuralların pekiştirdiği bir ‘cemaat’ da vardır, fakat bu ‘cemaat’ düzeni sağlayıcı otoriteden yoksundur. Tam anlamıyla ‘otorite’den bahsedilecekse, bu otorite devlet monopolündedir. Hatta sivil toplumu tanımlarken kullandığımız ‘iktisadî sistem’ – ‘hukukî sistem’ kavramları bile Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı'dakine eş bir anlam taşımaz. Bu fark ise ancak Osmanlı İmparatorluğu Batı'dan değişik çizgilerle gelişmiş̧ sosyal tarihi çerçevesi içine yerleştirildiği zaman anlaşılabilir. Batı'daki kutuplaşmaların yarattığı çatışmalar yerine, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çatışmalara uzun vadede bakıldığında, bunların cemaat / devlet ekseninde odaklandığını söyleyebiliriz.” Mardin “çevre” ile neyi söylemek istediğini gizlemez. Batı’daki tampon yapıların yerine Türkiye’de cemaatler, tarikatlar merkeze karşı “sivil toplumun” doğmasını sağlayacak yereldeki “demokratik” kuvvetlerdir. Kuşkusuz Mardin’in son dönemdeki açıklamaları bu cemaatlerin otoriteyi nasıl ele geçireceklerine yönelik eylemsel taklitler sunmaktaydı.

Diğer taraftan Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaklaşık 8 yüzyıllık tarihi tek çizgi halinde, bütün farklılıkları yok edip düzleştirerek sunarak, tarihi tarihsellikten bir kez daha koparmaktadır. Bu yanlış̧ tarih yazımı “sol eğilimli” olarak algılanan Çağlar Keyder, İdris Küçükömer gibi yazarların çalışmalarında aynı metotla yinelenmiştir.

Bu bağlamda Mardin’in oryantalist tezlere belli itirazları bulunmaktadır! “Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Doğu Despotizmi görenlerin Şeriatın garantilediği bir özel mülkiyet alanını gözden kaçırdıkları oranda, onların tarifine uyan bir ‘sivil toplum’ dinamiğinin öğlelerinin kısmî mevcudiyetinden bahsedebiliriz. Genel özel hayatın ‘Örf-i Sultanı’dan uzak, bir çeşit masuniyetle korunmuş̧ olarak cereyan etmesi açısından ‘sivil toplum’un varlığını ileri sürebiliriz” diyerek Mardin, Batı’da “sivil toplumu” yaratan dinamiklerin yokluğunda, “kendimize özgü koşullarda”, “sivil toplumun” cemaatler ve tarikatlarla oluşturulabileceğini iddia eder. Bu tezini Osmanlı’daki merkeze karşı çevredeki cemaat ve tarikat ayaklanmalarıyla temellendirmeye çalışır; "Sade Vatandaş’ın hayatı çok daha emniyetlidir. Kendisine bu güveni sağlayan da Şeriat’ın günlük hayatları üzerine açtığı şemsiyedir” der ve devamında “Devletin karşısında odaklanan ikinci bir küme de tasavvuf kuramlarıydı. Genellikle tasavvuf bizde oldukça soyut bir fikir odağı olarak görülür, oysa bu spekülasyonları ayakta tutan unsur tarikatların somut varlıkları ve İslam dünyasının her yerine nüfuz eden haberleşme ağlarıydı. Tasavvufun, bu somut biçimiyle 13.-15. yüzyılları arasında Selçuklular ve Osmanlılar’a kök söktüren ayaklanmalar da çıkardıklarını unutmamamız yerinde olacaktır.” Ne var ki olgulara tarihsel bakamayan Mardin, aynı yüzyılda Avrupa’da da dinsel referanslı köylü ayaklanmalar dönemi olduğunu gözden kaçırır. Sanki 13. yüzyılda Avrupa’da şehirli sınıfa dayanan “çevre” hareketleri varmış̧ gibi olguları örtbas eder.

Elbette, eğilip bükülen bütün bu tarihsel olguların varmak istediği nokta; Jön Türkler’in, Kemalistler'in anti emperyalist savaş̧ vererek, Ortaçağ gericiliğine karşı mücadele ederek modern yurttaşa dayanan çağdaş̧ Cumhuriyet kurma iradesine cepheden karşı çıkmaktır. Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının da “çevredekileri” dışlayan merkezi politikaların devamı olduğunu söyleyen Mardin böylelikle, devrimin halk kitlesi için önemli değişimler getirmediğini iddia eden muhafazakârların “süreklilik” tezini yineler. Mardin’in çalışmalarında merkezi şeytan, yereli melek gibi sunan muhafazakârların tarihsel mitleri, neoliberallerin “yukarıdan inme devrimler” mitiyle kucaklaşır.

Demokrat Parti ile birlikte “çevrenin” ilk kez merkeze yönelerek “sivil toplumun” ortaya çıkmaya başladığı, böylece Osmanlı ve Cumhuriyet elitlerinin temsil ettiği merkezin, çevreye açılarak merkez ile çevre arasındaki kopukluğun giderilmeye başlandığı dile getirilir. Mardin bu görüşünü “Bu açıdan AP ve ANAP'ın programları ve uygulamalarının bazı yönlerinin popülist-eşitlikçi olması bizi şaşırtmamalıdır.” şeklinde temellendirir. Ahmet İnsel de “1980’den bu yana, otoriter devlet merkezli anlayışta açılan yegâne ciddi gedik, Turgut Özal’ın ustalıkla öncülüğünü yaptığı, iktisadî plânda liberalleşme girişimiydi” diyerek bu tezi devam ettirir.

Mardin 12 Eylül sonrası kaleme aldığı 1987 tarihli makalesinde: “Bugünkü Türkiye'de ‘ikinci küme’ (taşra, şeriat, sokaktaki adam kümesi) günlük hayatımıza damgasını vurmaya başlamıştır. Bunu ‘sivil toplumun’ artık toplum yapısına girdiği şeklinde mi algılamamız gerekir? Soruya cevap verebilmek için önce sivil toplum kavramının Batı'da beraberinde getirmiş̧ olduğu ‘kişi haklarına’ bir göz atmak gerekir” şeklinde konuyu ele alırken, Amerikancı darbe sonrası bütün demokratik hakların geriye döndürüldüğü, siyasal İslamcılığın Yeşil Kuşak Projesi bağlamında canlandırıldığı koşullarda soyut kişi haklarından bahsetmektedir.

KILIÇDAROĞLU’NUN ŞERİF MARDİN SEVGİSİ!

DP’den AKP’ye kadar Cumhuriyet karşıtı siyasi hareketleri “çevrenin” merkezi ele geçiren demokratik fatihleri olarak yücelten Mardin’in izleklerinin neoliberal solda görülmesinin yanında, bugün Cumhuriyet’i kuran partinin genel başkanının da bunlara sahip çıkması tarihe düşülmesi gereken acı bir nottur. Başka bir açıdan bakarsak Kılıçdaroğlu kendisiyle tutarlı biçimde Mardin’e sahip çıkmıştır. Mardin’in bütün çalışmaları Cumhuriyet’in merkezi, üniter, laik karakterine saldırarak yerelliğin kutsaması üzerinedir. Bugün yerelde cemaatlerin, tarikatların yanında bölücü siyasi hareketler de bulunmaktadır. HDP ile flört eden CHP’nin merkezi hedef alırken bunun ideolojik önderliğini yapmış̧ olan Mardin’e sahip çıkması tutarlıdır! Tıpkı bugün Cumhuriyet gazetesinin Mardin’in öğrencileri olan neoliberal sol tarafından yönetilmesi gibi, CHP kendi içinde tutarlı bir politika izlemektedir!