21 Mayıs 2024 Salı
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Parlamentoların düşüşü

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

‘Tartışma ve kamusallık ilkeleri gerçekten ortadan kalkarsa, günümüzde parlamentarizmin yeni temelini nerede bulabileceğini ve parlamentonun bu durumda nasıl doğru ve adil olarak kabul edilebileceğini anlamıyorum’

Carl Schmitt

İngiltere’deki son seçimler öncesi, Başbakan Boris Johnson’un parlamentoyu askıya alması ve en son Trump’ın azil kararının senato tarafından onaylanmasıyla birlikte gündeme gelen parlamento kurumu, yeniden tartışılmaya başlandı.

Yaklaşık yüz yıl önce, 1. Dünya Savaşı sonrası Avrupa demokrasileri aynı krizle, parlamentonun hangi ilkeler üzerinde yükseldiği, anlamı ve işlevi sorularıyla karşı karşıya gelmişti.

Bugün de derin ekonomik ve toplumsal kriz içindeki Batı, burjuva demokrasisinin en kutsal yeri olarak yücelttiği bu kurumun içinde bulunduğu krizle yüzleşmektedir.

KAMUSAL ALAN VE PARLAMENTO

Carl Schmitt’in "müzakereyi ve kamusallığı parlamentonun temel prensiplerinden" saydığı görüşünü kabul etmekle birlikte, burjuva toplumunda kamusallık 1900’lerin başında çoktan çökmeye başlamıştı.

İki dünya savaşı arasında Avrupa’nın en önemli aydınları, Batı uygarlığının kalbi olarak gördükleri parlamentonun yaşadığı krizi aşmak için çabaladılar. Fakat Ekim Devrimi’nin Berlin’in kapısına dayanması ve içeride yükselen faşizm karşısında parlamentoların düşüşü engellenemedi.

Faşizme karşı Avrupalı liberallerle ittifak yapan Sovyetler ve Avrupa solu sayesinde, 2. Dünya Savaşı sonrası parlamentonun burjuva demokrasisindeki yeri yeniden tesis edilmişti.

Kamucu, refah devleti politikaları sonucu, devlet-sermaye-sendikalar arasındaki göreli denge sayesinde yaratılan kamusallıkla birlikte, parlamentolar baştaki kurucu prensiplerinden farklı anlamda da olsa, ‘eski saygın’ konumu geri kazanmıştı.

Ne var ki kamucu, refah devletinin terk edilmesi sonrası, son otuz yıldır uygulanan neoliberal politikalar sonucu, burjuva toplumunda itibarını en çok kaybeden kurumların başında şüphesiz parlamentolar gelmektedir.

Merkez sağ ile sol arasında neoliberal politikalar konusunda varılan konsensüsle birlikte, parlamentonun temsil ettiğini ileri sürdüğü ilkeler tek tek yıkılmaya başladı.

Karşıt fikirlerin çatışması, kamusal alanda müzakere edilmesi üzerine kurulan parlamento, neoliberalizmle tek bir sesin, uluslar arası sermayenin kürsüsü haline geldi.

Eski İngiltere başbakanı Tony Blair’in, "Tercih sol ve sağ iktisat politikası arasında değildir, iyi ve kötü iktisat politikası arasındadır" sözleriyle, bir anlamda politik sorunlar ancak uzmanların çözüleceği teknik meseleler haline gelirken, parlamentonun da teknik servis hizmeti veren bir şirketin departmanından farkı kalmamıştı.

Bunun kaçınılmaz sonucu, yurttaşların farklı politik programları tercih etmesi imkânsız hale gelirken, parlamento da tartışma ilkelerinden kopmuş, anlamını yitirmiş, işlevsizleşmiş ve neden var olduğu anlaşılmayan köhne bir kuruma dönüştü.

PARLAMENTARİZMİN KRİZİ

Toplumdaki geniş kesimlerin demokratik taleplerinin baskılanmasıyla, parlamento ile kitleler arasında yaşanan yabancılaşma, 2008 kriziyle daha da derinleşti.

Otuz yıllık neoliberalizme dünyanın dört bir yanından yükselen eylemlerle itiraz edilmeye başlandı. Özellikle son on beş yıldır neoliberalizmin baskıladığı kamusallık, meydanlarda yeniden ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu halk hareketlerinin devinimiyle canlanan kamusallık, parlamentoları yeniden eski işlevine ve saygın konumuna taşıyabilecek mi?

Geçmişe göre oldukça farklı bir dönemdeyiz.

Merkez sağ ile merkez sol partilerin konsensüsü yıkılırken, beraberlerinde parlamento da aşağı yuvarlanmaktadır.

Halkın sesini yeniden meydanlarda duyurma iddiasındaki aşırı sağ, Avrupa demokrasisinin seçkin parlamentolarını tek tek fethederken, kuvvetler ayrılığı dengesinin neoliberalizm tarafından altüst edilmesi sonucu, yasamanın yürütme ve yargıyı var gücüyle baskılaması olgusu yaşanmaktadır.

Otuz yıldır parlamentoyu uluslararası sermayenin yatak odası haline getiren liberal demokratlar, aşırı sağın parlamentoyu fiilen askıya alması karşısında, dün küfrettiği anayasaya sarılmakta, kovduğu halkı parlamentoya sahip çıkmaya çağırmaktadır.

Faşizmin gelişini parlamentoyla engelleyerek anayasayı yaşatacağını düşünen Weimar Cumhuriyeti’nin iyimser liberal demokratları gibi; parlamentoyu savunarak demokrasiyi ayakta tutacağına inanan romantik Fransız liberalizminin, Vichy hükümetinin Nazilere teslim olmasıyla yaşadığı hayal kırıklığı, aynı trajedinin devamıdır.

Aynı şekilde Trump’ı senato kararlarıyla durduracağını sanan dar görüşlü Amerikalı demokratların sonu ise trajikomik olacaktır.

Asıl tartışılması gereken, neoliberal kriz ve parlamentoların düşüşü karşısında solun nasıl bir politik hat izlemesi gerektiğidir.

Var olan çatlaktan yararlanarak aşırı sağ gibi halkın geniş kesimlerini temsil ederek parlamentoları fethetmek mi?

Yoksa liberal demokrasinin tüm kurumları çözülürken, demokrasiyi radikalleştirerek siyasetin alanını parlamentonun ötesinde yeniden kurmalı mıdır?

Brezilya’da ABD karşıtı Dilma Roussef, bizzat uluslar arası sermayenin talimatıyla gerçekleşen ‘parlamentonun darbesiyle’ iktidardan düşürüldü.

Aynı şekilde Bolivya’da Morales yıllarca parlamentoyu elinde tutsa da, ordunun darbesine direnemedi.

Chavez birçok Amerikancı darbeyi halkı seferber ederek göğüslese de, Maduro parlamenter yapı içinde zorlu bir sınav vermektedir.

Şüphesiz bu ülkelerdeki parlamenter geleneğin zayıflığına dikkat çekilse de, bugün parlamentonun icat edildiği İngiltere’de de bu kurum çözülmektedir.

TÜRKİYE’DE PARLAMENTONUN ANLAMI

Parlamento kurumu bugün Türkiye için ne ifade etmektedir?

Tıpkı merkez kapitalist ülkelerdeki gibi, Özal’dan itibaren merkez sağ ve merkez sol parlamentoyu itibarsızlaştırıp işlevsiz hale getirmişti.

Erdoğan, ‘milli irade’ söylemini popülist biçimde ifade ederek, sistem tarafından dışlanan, sesini duyuramayan kitleleri, arkasına alarak iktidara gelmişti. Bununla birlikte, AKP hükümeti iktidara geldiğinden bugüne neoliberal politikalar uygulayarak iktidarını sürdürebilmişti.

Neoliberalizmin derinleşen krizi sonucu, uluslararası sermaye ile Türkiye sert biçimde karşı karşıya geldikçe, çözülen liberal demokratik kurumlar hızla dağılmaya başladı. 15 Temmuz darbesinin parlamentoyu bombalamasına rağmen, AKP parlamentoyu fiilen askıya alan Başkanlık Sistemi’ni getirdi.

Gelinen noktada, Batı’nın liberal değerlerine yaslanan ana muhalefetin tüm unsurları AKP’ye karşı yeniden ‘güçlü demokrasi, güçlü parlamento’ vurgusuyla bir araya gelmiştir.

Son otuz yılın neoliberal politikalarını uygulayan ya da destekleyerek demokrasiye ket vuran, parlamentoyu etkisizleştiren Kılıçdaroğlu, Akşener ya da Davutoğlu, Babacan parlamento vurgusuyla halkı kazanabilir mi?

İstanbul seçimlerinin iptal edilmesiyle birlikte, halkın geniş kesimlerinin sandıklara sahip çıkarak seçimlere ve parlamentoya inandıkları sonucu çıkabilir.

Fakat kapitalist sistemin merkezinde parlamentolar düşerken, muhalefetin bu konjonktürde parlamentoyu ayakta tutabilmesi ne kadar mümkündür?

Türkiye’de liberal demokrasinin ötesinde yeni toplumsal ilişkiler kurmak isteyen siyasi kuvvetler açısından bu tartışma çok daha çetrefillidir.

Yeniden kamucu, sosyal devleti kurmak isteyen, cumhuriyetin halkçı kamusal alanını yeniden inşa etmek isteyenler için, bugün parlamento ne anlam ifade etmektedir?

Kemalist Devrim’in birikimini savunanlar, zayıf da olsa cumhuriyetin parlamenter geleneğine sahip mi çıkacak yoksa bambaşka kurumlar mı yaratacaktır?

Belki de Schmitt’in "Halk, bir kamu hukuku kavramıdır. Halk, yalnızca kamusal alanda var olur. Yüz milyon bireyin oybirliğiyle savunduğu görüş ne halk iradesi, ne de kamuoyudur" yaklaşımından yola çıkarak parlamento krizini daha teorik zeminde tartışmak gerekir.