10 Mayıs 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Savaş alanı olarak felsefe

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Tüm toplumsal sistemler mutlaklar, idealar, ilkeler üzerine kuruludur. İnsanın var olan dünyayla ilişki kurmasını sağlayan, bireyin toplumla uyumunu sağlamlaştıran bu mutlaklar, idealar, ilkelerdir.

Bugün insanlığın yoksunluğunu en çok hissettiği şey mutlakların, ilkelerin olmayışıdır. İnsanlık ortak değer ve tutumlardan yoksun biçimde, yörüngesinden çıkmış gezegenler gibi evrenin boşluğunda, amaçsız ve hedefsiz nihilizmin kör karanlığında savrulmaktadır.

Her türlü ilke ve mutlağın yadsındığı bir toplum inşa eden, diğer bir deyişle ‘toplumsallık karşıtı bir toplum’ inşa eden postmodernizm, böylelikle nihilizmi toplumsallaştırmıştır.

Her bireyin kendi ilkeleri, gerçekliği kutsanarak, insanlığı ayakta tutacak ortak temellerin yıkılması sonucu, sonsuz göreceliğin neden olduğu anarşist karakterli bir toplum ortaya çıkmıştır.

Doğası gereği sürekli krizler yaratan kapitalizmin, kaotik ve yıkıcı karakterinin en uç noktasını ortaya çıkaran neoliberalizmin anarşist karakterine uyumlu bir toplum içinde yaşamaktayız.

Su damlalarının yavaş yavaş sağlam kayayı parçalaması gibi sürekli var olan spekülasyonlar toplumsallığı aşındırarak parçalamış, tüm toplumsal değerler, ilkeler borsadaki gibi an ve an değişir hale getirilmiştir.

Neoliberalizm küreselleşme politikası sonucu, devasa gökdelenler, plazalar, borsalar, bankalar, rezidanslar işte bu hiçbir temeli olmayan, akışkan postmodern toplum üzerine inşa edilmiştir.

Bugünkü krizle kendi yarattığı akışkanlığı dizginlemeyen neoliberalizmin, nehir üzerine inşa ettiği bu gotik toplum şelalenin uçurumuna doğru sürüklenmektedir.

Neoliberalizmin krizleri nedeniyle sürüklenen insanlığın tutunacağı bir dal, mutlaklar, idealler, ilkeler yeniden yaratılmalıdır. Bundan dolayı, her türlü mutlak, idea, ilke karşıtı fikirle topyekun ideolojik kavga kaçınılmazdır.

Savaş alanı olarak felsefe - Resim: 1

DEVRİMİN İLKELERİNİ BELİRLEYEN KANT

Bu köşede daha önce ‘Kriz nasıl aşılır’ yazısında, krizler karşısında yaşadığımız sürüklenmenin nedeninin, eyleme geçerek krize müdahale etmemizi engelleyen anlam krizi olduğuna değinilmişti. Aynı yazıda, bu anlam krizini ilk tetikleyenin Nietzsche olduğu belirtilmişti.

Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı yapıtında, "ahlaki olgu diye bir şey yoktur, sadece olguların ahlaki yorumları vardır" diyerek evrensel ahlaki ilkeleri yadsıyıp, toplumsallığın temellerini sarsarak postmodernizmin taşlarını döşemiştir.

Dikkat çekilmesi gereken nokta, evrensel ahlaki ilkeleri, mutlakları yadsıyan Nietzsche’den Foucault’ya bütün akıl karşıtı düşünürlerin, ilk önce Kant ile hesaplaşmaya girmeleridir.

Evrensel ahlaki ilkeleri yadsıyan irrasyonel düşünce geleneği, Kant’ın felsefesinde merkezi belirleyiciliği olan aklı hedef alır. Çünkü Kant’ın felsefesinde ahlaki ilkeleri belirleyen ve davranışlarımıza yön veren akıldır. Ahlaki ilkeler, insanın eleştirel aklının iradesi sonucu ortaya konulur.

Alman felsefesi bütün 18. yüzyıl boyunca aklın egemenliği sorunuyla ilgilenmişti, Fransız Devrimi sonrası aklın egemenliği sorunu giderek politikleşti.

Aklın egemenliği tartışmasıyla birlikte, aklın sınırlarını belirleme sorunu gündeme geldi. Akıl, temel ahlaki, dini, politik ve ortak anlayışa dayanan inanışları meşrulaştırma yetisine sahip midir?

Devrimden önce aklın egemenliği sorunu, teorik aklın sınırlarıyla (Tanrı, ruh, evren vs.) ilgiliyken, devrimden sonra pratik aklın sınırlarıyla yani aklın ahlaki ve politik davranışlarımıza yön verme yetisiyle ilgili olmaya başladı.

Bu sorular, 1780’lerde Kant’ın felsefesi etrafında tartışılmaya başlandı.

Kant, 1788 tarihinde kaleme aldığı Pratik Aklın Eleştirisi eseriyle “Saf akıl pratik midir” sorusunu gündeme getirdi.

Böylelikle Kant’ın felsefesi, Bastille sonrası tartışmaların merkezine oturdu. Devrim tartışmaları, Kant’ın kavramları üzerinden yapılmaya başlandı.

Gerek radikaller gerekse muhafazakarlar açısından Kant’ın felsefesi, Fransa’daki devrimcilerin akla dair iddialarının temellendirilmesi olarak görüldü.

Çünkü Kant akla, politik alandaki davranışlarımıza yön verme yetisi vermişti.

Eğer ahlaki değerleri yaratan şey insan aklının iradesiyse, o zaman insan yalnızca kendi yaptığı yasalara uymakla yükümlüdür ve bütün toplumsal, politik dünyayı yeniden yaratmaya hakkı vardır.

Böylelikle Kant, aklın evrensel ilkeleri sonucu insanların toplumsal ve politik dünyayı kendi iradelerine göre değiştirme hakkına sahip olduklarını göstererek, Rousseau’nun İnsan Hakları kuramını daha sağlam temeller üzerine inşa eder.

Kant’a göre ahlaki değerin kaynağı dışımızdaki Tanrısal düzen değil, içimizdeki rasyonel iradedir. Kant’ın Copernicusçu devriminin gerçek derinlik ve etkisi bu noktadadır. Yalnızca epistemolojik açıdan değil, politik açıdan da devrimdir. Çünkü Kant ile felsefe, insanı evrenin merkezi olarak kabul eden bir nitelik kazanmıştır.

Daha adil, özgür, demokratik dünya için eleştirel akıldan hareketle ahlaki ve politik ilkeleri belirleyip, iradesiyle var olan dünyayı bu ilkelere göre değiştirme düşüncesi, Nietzsche’den itibaren hedeftedir.

İrrasyonel geleneğin aklı yadsıyarak, evrensel ahlaki ilkelerin belirlenmesine engel olmaya çalışmasındaki felsefi amaç, yeni bir ahlaki ilkeden hareketle insanın devrim yapma iradesini kırmaktır.

Savaş alanı olarak felsefe - Resim: 2

SOKRATES'İ SAVUNMAK

Ne var ki irrasyonel felsefe, akla karşı ideolojik meydan okumayı rasyonalizmintemellerini attığını düşündükleri Sokrates ve Platon’a kadar geriye götürür.

Nietzsche, bu konuda da öncüdür. Nietzsche’nin felsefesi, Sokrates ve Platon’un temsil ettiği bütün mantıksal-felsefi girişime yönelik bir saldırıdır.

Nietzsche'ye göre, Sokrates mantık ve diyalektiğin mucidi, açık seçik kavramlara, anlaşılabilirliğe ve katıksız anlamda bilinçli bilgiye sağlam bir inanç duyan, akılcı yöntemi uygulayan biriydi.

Bir mantıkçı ve diyalektikçi olarak o kadar etkileyiciydi ki “Grek kültürüne nüfuz edici bir eleştiri sürecini” sokmayı başarmıştı.

Sokrates, "her şeyin iyi olması için bilinçli olması gerekir" düsturuyla insan deneyiminin bütün yönlerini açık seçik ortaya çıkarmaya çalışan, anlama yoluyla düzen yaratmaya çalışan, teorik kavrayışın ışığı olan Apollon’dur.

Nietzsche'nin Sokrates’e itirazı tam olarak bu noktada düğümlenir: Sokrates "varoluşu düzeltmeyi" (das Dasein korrigieren) amaçlamış, bunu da teorilerden ve kavramlardan oluşan bir yapı inşa ederek gerçekleştirmiştir.

Nietzsche için, Sokrates yepyeni bir kültür sisteminin, "teorik insan" kültürünün kurucusuydu.

Nietzsche, Sokrates ve Platon’u "Dünyayı bilgiyle düzeltebileceğine, hayata bilimle yol gösterebileceğine ve aslında bireyi çözülebilir sorunlardan oluşan sınırlı bir alan içinde tutabileceğine” inandıkları için hedef almıştır.

Savaş alanı olarak felsefe - Resim: 3

PLATON'DAN MARX'A MUTLAKLIĞI SAVUNMAK

Liberalizmi partizanca savunan İngiliz düşünür Karl Popper, 2. Dünya Savaşısonrası yayımlanan Açık Toplum ve Düşmanları eserinde, mutlaklar, ilkeler üzerinde yeni bir toplum inşa eden diyalektik aklın üç büyük temsilcisini hedef alır: Platon,Hegel ve Marx.

Savaş alanı olarak felsefe - Resim: 4

Popper’a göre, bu üç düşünür diyalektik akılla belirledikleri ahlaki ve politik ilkelerle, insanın özgürlüğüne ket vuran totaliter rejimlere ilham olmuştur.

Sovyetler dağıldıktan sonra Amerikalı pragmatist ve Heideggerci felsefeciRichard Rorty, 1992 yılında kaleme aldığı Entelektüeller ve Sosyalizmin Sonu makalesinde: “Umut ederim ki, Platon ve Marx’ta ortak olan, haksızlığı sona erdirmenin büyük teorik yolları olması gerektiği inancından, nihayet kendimizi kurtarabileceğimiz zamana erişmiş bulunuyoruz” diyerek Popper’in tezini vulgar biçimde yinelemiştir.

Rorty’nin ortalama Amerikalı çapsızlığı sayesinde Nietzsche’den bu yana tüm diyalektik, teorik akıl karşıtı felsefenin ‘derin özlemi’ berrak biçimde ortaya serilmektedir: “Kapitalizme hiçbir alternatif bulunmadığına göre, dayanılmaz eşitlikleri ortadan kaldırmak için gerekli olan parayı elde etmek için tek umut, Henry Ford ve hatta Donald Trump gibi insanların faaliyetlerini kolaylaştırmaktır.”

Neredeyse son iki yüzyıldır akla karşı ittifak halinde olan liberal ve muhafazakâr düşünce, neoliberalizm sayesinde dün Reagan’la bugün Trump’la iktidara geldi.

Bugün Trump’ın başkanlığında, sokak ortasında insanların cesetleri akbabaların önüne atılırken, aklı savunmanın salt felsefi kavga olmadığı açıkça görünür hale gelmiştir.

Neoliberalizmin krizine devrimci müdahale için yeniden teorik, diyalektik aklın eleştirel keskinliğini sivriltme zamandır.