20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Toplumun sağduyusu ‘hayır’ diyecek

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

“sanatçı, gerçeğin rahat rahat sokakta beklemediğini, parlak gün ışığında keyif içinde güneşlenmediğini, kaba ellerin okşamasına hazır olmadığını, iyi niyetli çabalara kanmayacağını bilir. Sanatçı, gerçeklerin kertenkeleler gibi mağaralarda yaşadığını, beceriksizce atılmış her adımda kaçacağının, elden avuçtan hızla kayacağının farkındadır. Onlara yaklaşabilmek için sessiz tabanlara, hafif, kıvrak bir ele ve alacakaranlıkta görmeye alışmış gözlere sahip olmak gerekir.”

Stefan Zweig

Sanat eserinin derinliğini belirleyen, en karamsar durumda insanın derinliklerinde var olan umudu ortaya çıkarmasıdır; bu eserin genişliğini belirleyen ise, alacakaranlığın kör noktasında ufuk çizgisini müjdelemesidir. Büyük başyapıtlar, toplumsal altüst oluş zamanlarında, kırılma noktalarında insandan, hayattan, yarından yana tavır almasıyla ölümsüzleşmiştir. Şüphesiz yarını yakalayabilmek, umudu ortaya çıkarabilmek için sanatçının, hayatın gerçekliğine nüfuz edebilmesi gerekmektedir. Hiçbir gerçeklik sanatçıyı sokağın bir köşesinde öylece beklemez. Gerçeklik, gündelik yaşamın içinde tecrübe edilen, yüzeyde görünen ilişkilerin altında saklıdır. Sanatçı gerçekliğe ulaşabilmek için toplumun derinliklerde var olan ilişkilileri, eğilimleri, çelişkileri hissedebilmelidir. Bunun için sanatçının yaşadığı toplumu “yakından tanıması” yetmez, bu toplumla kader birliği içinde olmalıdır, ancak tutkulu ruha sahip kişi sokakta karşılaştığı insanla duygusal birlikteliğe ulaşabilir.

16 Nisan’da gerçekleşecek referandumda ülkemiz için çok önemli bir karar vereceğiz. Bu kararın hepimiz için ciddi sonuçları olacak. Tarihin ilerleyen arabası yine sokaktaki insanın omuzlarına ağır sorumluluklar yüklemekte. Sadece kendi hayatının, ailesinin geleceğini değil bütün vatandaşların kaderiyle ilgili karar verecek. Bu sorumluluğunun ağırlığı altında karar verecek insanın derinliklerinde sakladığı duygular, hisler neler? Her geçen gün katılaşan, sağırlaşan gündelik siyasetin eğilimleri altında, insanların içten içe yaşattıkları, belki en yakındakilerine bile fısıltıyla söylemeye çekindikleri, özlemleri neler? Referandumdan çıkacak sonuç üzerine gazetelerde, televizyonlarda “stratejik” yorumlar yapan, büyük kehanetlerde bulunanların hiçbir zaman göremeyecekleri, ulaşamayacakları bir bilgidir sıradan insanın özlem ve kaygılarını anlayabilmek. Bir halkın duygularını anketlerle öngöremezsiniz.

16 Nisan’daki kararları ne olursa olsun, sandıktan ne sonuç çıkarsa çıksın, her iki koşulda da değişmeyecek tek gerçek var: insanlar artık aralarına örülen bütün önyargıların, siyasi ayrımların duvarlarını yıkıp yeniden kucaklaşmak istemektedir. İnsanlar yeniden birbirine kenetlenmek, birlik olmak istemektedir. Her geçen gün ağırlaşan ekonomik belirsizlik, bölgemizi saran emperyalist savaşın kasveti, işsizlik, patlayan bombalar insanların tek başlarına göğüsleyebilecekleri sorunlar değildir. Halkın belleğini gündelik siyasi manipülasyonlar bulandırabilirler, ne var ki halkın kendi tarihsel köklerinden beslenen belleğini eğip bükemezsiniz. Kültür dediğimiz şey halkın kuşaklar boyunca birbirine aktardığı bu bellektir. Halkın belleği sağduyusudur. Yaşadığımız büyük toplumsal sorunları, belli grupların tarafında yer alarak çözülemeyeceğini bu halk çok iyi bilmektedir. Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, terör karşısında, bağımsızlığımız ve cumhuriyetimiz hedef alındığı zaman Türk milleti, sağduyusuyla harekete geçip yekvücut olmuştu her zaman. Bu referandumda “hayır” diyerek kaybolan birlikteliğin yeniden sağlanabileceğini, sorunların ancak toplumun tamamıyla kucaklaşarak, kenetlenerek aşılabileceğini insanlar hissetmekte, bilmektedir. İnsanların sokakta kullandıkları gündelik siyasi kelimelerinin altında, onlara “hayır” demesini sağlayacak bu sağduyudur. Gerçek sanat, bu kelimelerin gölgesinde saklı sağduyuyu bulup çıkarmak, halkın belleğinin derinliklerinde akan coşkun özlemi dile getirmelidir.

Bu sayımızın kapak görseli bundan dolayı Nazım Hikmet’tir. Nazım, bu halkın duygularının, hislerinin gizine erişerek bilgeliğin Nirvana’sına ulaşmış, bilgeliğin tacını taşımış büyük sanatçımızdır. Bağımsızlığımızı “küçük Amerika” sürecinde kaybetmekte olduğumuzu dile getirdiğinde, Demokrat Parti’ye oy veren insanların çoğunluğu Nazım’ı dinlemedi. O, Cumhuriyet’in onurlu bir şairi olarak hapse atıldı, sürgün edildi, bu insanlar ise duyarsız kaldı, umursamadı. Her şeye rağmen, insanların gündelik siyasi tavırlarına rağmen, Nazım insanların derinliklerinde saklı özlemleri en zarif şekilde dile getirdi. Bundan dolayı bugün, toplumun hangi kesimden olursa olsun Nazım dizeleri insanların dudaklarındadır. Nazım “Kuvayı Milliye Destanı”nı halkın bu belleğini duyumsayabildiği için yazabilmiştir. Bugün insanlar siyasi çatışmalardan dolayı birbirinden uzaklaşsa da dün birlikte kurtuluşu için savaşmıştı yine yarın bu insanlar hayatına, vatanına sahip çıkmak için tekrar birbirine sarılacaktır.

Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanında unutulmaz bir sahnesi vardır, Nataşa’nın Dansı. Kendi diline ve kültürüne yabancı şekilde yetişen Nataşa, köye dayısını ziyarete gider. Çocukluğundan beri sadece görkemli balolarda vals yapmış Nataşa, dayısının evinde Rus halk şarkıları söyleyip dans etmeye başlayan kadınları görünce çok heyecanlanır, kendisini sahneye atar. Daha önce hiç dinlemediği ezgilere kusursuz şekilde bedeninin bütün uzuvlarıyla eşlik eder, bir köylü kadını gibi dans eder. Bu etkileyici sahneyi Tolstoy uzun ve ayrıntılı şekilde betimler. Aralarındaki kültürel farklara, siyasi ayrımlara rağmen dün bu insanlar Borodino Savaşı’nda vatanını birlikte savunmuştu. Bugün bir köy evinde aynı ezgiyle dans etmekte, yarın Kışlık Sarayı’nı basıp birlikte devrimini yapacak, Stalingrad’da yine yan yana öleceklerdir. Binlerce sayfa boyunca Tolstoy üç kuşak boyunca ailelerin hayatlarını anlatırken, aslında halkın kuşaktan kuşağa aktardığı bu belleği, sağduyuyu dile getirmek istemiştir. Bir ezgi bir umut yaratır, insanın bedeni bu davete karşı koyamaz, daha önce hiç görmediği, tanımadığı insanın elini tutar; ezginin ritmi onların bedenlerini birleştirir, sarılıp birleşen bedenler ortak hayaller kurar. Kucaklaşıp ortak hayaller kurabilen bir halkı ise hiçbir şey karamsarlığa sürükleyemez.