ABD’nin kanıt sorunu

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo “Covid-19’un Çin-Wuhan’daki laboratuvarlardan çıkarıldığına ilişkin çok sayıda kanıt olduğunu” söyleyince, ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley bunu reddetti.

Milley, virüsün insan yapımı olduğu ve bir laboratuvardan sızdırıldığı konusunda kanıt olmadığını detaylı ifadelerle açıkladı.

Yani Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı ayrı düştü. Pompeo bozuldu, başka da bir şey olmadı.

Peki ya bundan bir önceki bakan-Pentagon ayrışması?

11 Eylül’den kısa süre önce Savunma Bakanlığı’na atanan Rumsfeld, 21. Yüzyıla uygun bir savaş konsepti yaratma derdindeydi. CNN’nin etkin katılımıyla seyirlik, Colin Powel’ın elde şişe sallama tiyatrosuyla psikolojik ve özel şirketler tarafından yürütülecek olmasıyla da kazançlı bir savaş ekonomisi modeli…

Bunun için ABD ordusunda köklü bir değişim planlıyordu ve ordu komuta kademesi aynı fikirde değildi.

İstihbarattan çatışmaya, depolamadan planlamaya, temizlikten tedaviye kadar her şeyi özelleştirmeyi planlayan Rumsfeld’in bu yeni özel ordusu, bir ekonomik modelin de üretim fabrikası olacaktı. Girdisi kan ve ölüm, çıktısı Irak petrolü.

Rumsfeld Savunma Bakanlığı’ndaki 10 Eylül tarihli toplantıda bu planlarını açıkladı ve buna karşı olduğunu bildiği Pentagon bürokrasisini açıkça düşman ilan etti (CNN Akşam Haberleri).

Devletin anayasal ulusal güvenlik görevini özel şirketlere devretmeye çalışıyordu. Bu da ordulaşan şirketlerin, dünyanın her yanında kendi çıkarları için yeni savaşlar çıkarabilmesi demekti. Hesabı, Dick Cheney’in meşhur % 1 doktrinini yeni bir solukla devam ettirmekti. Yani bir şeyin tehdit olma olasılığı % 1 bile olsa ABD’nin ona cevabının % 100 olarak kabul edilip verilmesi gerekir. Ben bunu ‘’Sezgi Hukuku’’ diye adlandırmıştım, saldırmak için kanıta gerek yok, hissetmek yeter.

Öyle bir şey olmalıydı ki, hem Pentagon’daki muhalifler bertaraf edilmeli hem de bu yeni sistemin hayata geçirilmesi meşrulaşmalıydı.

Sadece 1 gün sonra 11 Eylül saldırıları oldu. Pentagon’a düşen uçak yüzünden askeri bürokrasiden 125 kişi öldü, 110’u da ciddi biçimde yaralandı. Gn.Kur. Başkanı Shelton dışarıdaydı, yeni başkan olacak Myers’ın ofisi ise hiç zarar görmedi.

Bu, hem ABD ordusu hem de ABD’nin müttefikleri için yeni bir dönemin başlangıcıydı.

Aslında bu neo-con tayfasının ilk girişimi değildi. O sırada görevi bitmek üzere olan Gn.Kur.Bşk. Hugh Shelton, anılarında gayrıresmi bir kabine toplantısında bir bakanın ‘’Bize gerçekten lazım olan şey Saddam’ı acil karar almaya zorlayacak bizi de dünyanın gözünde iyi gösterecek bir olay. U-2’lerinizden birini Saddam’ın düşüreceği kadar alçaktan ve yavaş uçuramaz mısınız’’ diye sorduğunu yazacaktı.

Komuta kademesini buna ikna edemeyeceğini bilen Shelton da, ‘’tabii ki yapabiliriz, tek yapmamız gereken sizin kıçınızı o uçağı uçurmaya hazır hale getirmek. Sonra ben onu istediğiniz kadar alçaktan ve yavaş uçurturum’’ demişti.

Artık bunlara gerek kalmamış, ABD’nin savaş bahanesi yaratmak için, aradığı kanıt fazlasıyla oluşmuştu. Colin Powell’ın elindeki boş şişeyi sallayarak BM’ye ‘’işte kimyasal silah kanıtı’’ açıklaması yapması; ülkemize 40 bin ABD askerinin girmesine razı olmayan Türk askeri bürokrasisinin düşman ilan edilerek uydurma deliller ve kumpaslarla tasfiyesine karar verilmesi; askerlerimizin kafasına çuval geçirilmesi hep bundan sonradır. Bu pervasızlık, kuşkusuz ABD’nin o sıradaki eşsiz gücünden kaynaklanıyordu.

Bundan sonrası ABD’nin uydurma kanıtlarla çıktığı dünya hakimiyeti seferlerinin, hedeflerinde, müttefiklerinde ve kendisinde yarattığı dramatik değişimin öyküsüdür. Ve bu başka bir yazı konusudur.

Bugünkü ABD’nin ise o genelkurmay başkanını görevden alma gücü yok, Çin ya da başka bir ülkeye saldırmak için kanıt yaratma gücü yok, ama en önemlisi bir ülkeye saldırma gücü yok…

Bay Pompeo ve Bay Trump’ın uydurma kanıtlarına kendi ordusu bile inanmıyor artık.

Devir değişiyor…

CHP’NİN VİCDANI

Hastaneye gidip tahlil yaptırmayanımız yoktur, o tahlil sonuçlarının yazılı olduğu kâğıtları hatırlayın. Diyelim kan şekeriniz ölçüldü, önce limit değer, sonra tahlilde ortaya çıkan değer yazar, böylece değerlerinizin normalden ne kadar saptığını anlarsınız. Doktor da size izah ederken o limit değeri gösterir ve hastalığın boyutlarını anlatır.

CHP’nin tabanında ve ne yazık ki, artık sadece bazı milletvekillerinde olduğunu umduğum vicdana sesleniyorum. Dr. Atakan Hatipoğlu hocamızın ‘’CHP’nin İdeolojik Dönüşümü’’ kitabını okumalarını tavsiye ediyorum ki, limit değerleri ve partinin onlardan ne kadar saptığını anlayabilsinler. Çünkü ya göremiyor ya da bir nedenle ses çıkaramıyorlar.

Dersim yalanlarıyla Atatürk’ü hedef alan bir genel başkan varken, Sezgin Tanrıkulu’nun aynı konuda kanun teklifi verecek kadar ileri gitmesi elbette şaşırtıcı değil, ama…

Şu kadar zaman geçti, hendek çatışmalarında Türk Ordusu’na değil, PKK’ya ‘’omuz omuza direneceğiz’’ mesajını veren gençlik kolları başkanlarına…

Savcı, polis ve asker katili DHKP-C’nin legal görünümlü kolu Grup Yorum’a sahip çıkan gençlik örgütlerine…

FETÖ’nün yayın organlarına siper olan milletvekili arkadaşlarına…

Atatürk’e hakaret edeninden, Seyyit Rıza’ya saygı duruşu yapanına kadar; Ermeni soykırımı yalanından Dersim bölücülüğüne kadar yığınla rezalete tanık olan ama seslerini duyamadığımız CHP milletvekillerine ve yöneticilerine sesleniyorum.

Bu adamalara karşı ses verecek bir kişi de kalmadı mı o partide? İçlerinde teröre karşı savaşan askerler, memleketi temsil etmiş diplomatlar, kumpasa hedef olanlar var…

Hiç birinin vicdanı isyan etmiyor mu?

Ses verin de ölmediğinizi bilelim.

ODA TV MESELESİ

Silivri mahpusunda ben, Soner Yalçın ve Barış Pehlivan gazete okurken poz verdik fotoğrafçıya. O fotoğrafta benim önümde Aydınlık, Soner Yalçın’ın elinde Sözcü, Barış Pehlivan’ın elinde de Birgün gazetesi var. Bir tür siyasi görüş beyanı gibi de sayılabilir.

Siyasi fikirlerimiz farklıydı ama bu benim Oda Tv’de yazmama engel değildi. Çünkü neredeyse bütün yöneticileri hapisteydi. Siteyi ayakta tutabilmek için olağanüstü çaba harcıyorduk, zaman zaman başka isimlerle ya da isimsiz yazdığım bile oluyordu. Aramızdaki bakış farkı zaman zaman bazı konularda ayrı düşmemize sebep olsa da bunları konuşabiliyor, birbirimizi eleştirebiliyorduk.

Hapisten çıktıktan sonra da irtibatımız hep devam etti, dile kolay iki yıl aynı hücrede kaldık, kavga arkadaşlığı yaptık, unutulur mu?

Ben Vatan Partisi Gn. Bşk. Yrd ve Basın Bürosu Başkanı iken yaptığımız görüşmelerde de olaylara bakış farklılıklarımız oluyordu, yarın da olabilir; hem yazarak hem de telefonla konuşarak karşılıklı eleştirilerimiz de oluyordu, yarın da olabilir. Çünkü benim bir vicdanım ve siyasi görüşüm var. O görüş ışığında ama vicdan terazisinde oluşturduğum bir Türkiye ve dünya tasavvurum var. Tıpkı Barışlar gibi, tıpkı pek çok insan gibi…

Şimdi ise Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu iki aydan fazladır tutuklu, üstelik ayrı koğuşlarda, yalnız ve tam tecrit durumundalar. Gerekçe hepimizin bildiği o haber yüzünden MİT kanununa muhalefet. Savcılık tek suçlamaya, iki farklı maddeden 19 yıl istiyor, ayrıca Oda Tv de kapatıldı…

Vicdanım buna sessiz kalmama izin vermiyor. Barış Pehlivan’ı ve Barış Terkoğlu’nu tanıyorum, yargılamadan kaçacak adamlar değillerdir. Eğer haklarında bir suçlama varsa gelir yargılanırlar, bugüne kadar kaçmadılar. Delilleri karartmaları zaten mümkün değil, çünkü haber yapılmış, suçlamaya konu eylem bitmiş. O halde neden tutuklular? Bu yargılama hangi vazgeçilemez nedenden dolayı tutuksuz yapılmıyor?

Türkiye’de tutuklu yargılama hakimin vicdani kanaatine bağlı, bazen çok daha ağır suçlamalara muhatap olanların tutuksuz yargılanabildiğini biliyoruz. Sonra, Oda Tv neden kapalı? Siyasi fikirlerimiz ayrı olabilir, bazı haber ve yazılarını beğenmiyor olabiliriz, oldu; bunları eleştiririz, eleştirdik; kabul etmediğimiz iddiaları olunca cevap yazarız, yazdık; kızarız, kızdık; hatta doğrudan gazetemi ve partimi hedef alan çok yanlış ve maksatlı yayınlar da yaptılar. Onlara da tepki gösterdik ama kapatmak nedir, nedendir?

Biz hapisteyken FETÖ ile el ele yayın yapan, şimdi de neredeyse gün aşırı Atatürk’e, cumhuriyete ve Türkiye’nin milli değerlerine dil uzatan, söven yazarlar, gazeteler, TV’ler var, onların konuşma ve sövme özgürlükleri var. Ama… Oda TV kapansın öyle mi?

Yanlıştır kardeşim, vicdanımızı kapatabilirsek, Oda TV’nin kapanmasını da onaylarız, vicdanımızı susturabilirsek, Barışların, hapsedilmesini de onaylarız, ama ben vicdanımı kapatamam… ‘’Saray savaşı’’ saçmalığına karşı vatan savaşını konuştuğum Barış Pehlivan dahil pek çok kişiye karşı savunurken de aynı vicdana dayanıyordum, ‘’darbe tiyatrosu’’ yalanını mahkûm ederken de aynı vicdana dayanıyordum, CHP-HDP işbirliğini kanıtlarla ifşa ederken de aynı vicdana dayanıyordum, Oda TV’deki kimi haberleri hem köşemde hem de şahsen arayarak eleştirdiğimde de aynı vicdana dayanıyordum. Bugün de aynı vicdana dayanıyorum…