Bu hafta biraz siyaset

Bazı günler ekonomi, siyasetin gölgesinde kalır, gündeme oturacak bir gelişme olmaz. Öyle bir haftayı geride bıraktık. Ekonomide lokomotif olarak hükümetin hala inşaat sektörünü öne çıkarması bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Kamu bankaları aracılığı ile elindeki fonları ucuz kaynak olarak konut sektörüne aktarıyor. Allah akıl fikir versin. Dünyada konuşulan parasal genişleme ve faizlerin düşürülmesi, eğer bize de bu fonların akması bu CDS’lerle (Uluslararası kredilere uygulanan sigorta prim oranı) (yazının yazıldığı gün 398 = yüzde 3,98) mümkün olursa ki uluslararası kredi piyasaları için çok yüksek oran olup, bu oranlarla Türkiye’ye para kullandırmak isteyen finans kurumları yaklaşık yüzde 4 kullandırdığı kredi üzerinden sigorta primi ödeyecek.

Ondan sonra da para kazanacak oranı faiz olarak uygulayacak. Bu da çok yüksek faizlere tekabül eder ki, kullananın da canına okur. Böyle dönemleri bir sonraki dalgalı denize ulaşana kadar doğru kullanmak gerek. Umarım akılları başlarına çabuk gelir. Gelelim geçtiğimiz hafta yaşanan siyasi gelişmelere. Bana sorarsanız önümüzdeki döneme damgasını vuracak nitelikte siyasi gelişmeler bu haftaya damgasını vurdu. Kaz Dağlarında altın madeni çıkarma faaliyetleri nedeni ile ağaçların kesilmesi, yargı bağımsızlığının savunulması adı altında Saray’da gerçekleşecek Adli Yıl açılışına katılmama kararı alan 40 küsur baronun kararı, HDP’li 3 belediye başkanının görevden alınarak yerlerine kayyum atanması. Ben bu olayları çok önemsiyorum. Bu olaylarda alınan tavırlar mihenk taşı gibi tarafları açığı çıkartıyor. Tabi niyetleri de.

TÜRKİYE’NİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK SORUN İŞSİZLİK

Her ne kadar Mayıs ayı işsizliği yüzde 12,8 olarak açıklandıysa da düşük değil ancak, yıl başından bu yana düşme eğiliminde olması önemli belki. Ama mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik rakamlarına bakıldığında gerçek önümüze çıkıyor. Bu rakamların içine kamu çalışanlarında oranın yüzde 10 artmasına rağmen bu işsizlik oranı ortaya çıkıyor.

Bu arada şu gerçeği de söylemekte fayda var. Bakın kamu her zaman ilaç oluyor. 1 yumurtayı 4 kişiye taşıtsanız da hiç olmazsa sokağa atmıyorsunuz (Burada iktidar taraftarlarının işe alınmasını da göz ardı edelim). Kadife ya da renkli devrimleri hepimiz duyduk, içeriğinin ne olduğunu, emperyalizmin milli ve kendinden yana olmayan iktidarları devirmek için kullandığı yöntem. Gerekçeler ise genelde aynı; demokrasi, özgürlük, insan haklarının yok edilmesi vb. gibi.

Türkiye çok ciddi bir şekilde bu zemine uygun koşulların oluştuğu bir sürece giriyor. Emperyalizmin bağımsız devletlere müdahale etmesinin önünün açıldığı, istikrarsızlaştırma operasyonlarının uygulanacağı ortamın önünü açıyor. Burada bizim neslin, yani 78 kuşağının yaşadığı, 80 darbesi hemen sonrasında gençlikte oluşan bir değişimin hikayesini anlatmak istiyorum. 1980 darbesi hemen sonrası Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 3.sınıf öğrencisiydim.

Darbe sonrasında birdenbire Sigmund FREUD, Simone de BEAUVOIR vb.gibi yazarların kitapları arkadaşlar arasında bolca dolaşmaya, fikirleri aramızda yayılmaya başladı. Fikirler çok özetle; sonsuz özgürlük, sonsuz cinsel özgürlük olarak tanımlanabilir. Tartışılan konular; tek eşlilik, resmi nikah, klasik aile gibi tanım ve kavramlardı. Ben İzmirliyim. Alsancak doğma büyümeyim. Yani Türkiye’nin bu fikirler açısından en açık tartışılabildiği, rahatlıkla kadın erkeğin bu konuları konuşabildiği bir yerde doğup büyüdüm. Ama bu fikirleri duyunca kendimden şüphe ettim. Ben acaba çok gerimi kaldım diye düşündüm.

Tabi sureti haktan gibi sanki doğru gibi duran bu özgürlük kavramlarını savunmadım, ama aklımda hep soru işareti olarak takılı kaldı. Daha sonraki yıllarda yeşiller, feministler vb.gibi akımlar, hele hayat kadınlarına sendika hakkı verilmesinin savunulması bu özgürlüklerin anlamının farklı olduğu, toplumun kafasını bulandırmak ve atomlarına parçalamak için kullanıldığı fikri bende sabit hale geldi. Düşünsenize özgürlükten, insan haklarından yanasınız ve hayat kadınlarına sendika hakkını savunuyorsunuz. Allah akıl fikir versin. Bu sendika kurma hakkı da bu kadınları özgürlüklerine kavuşturuyor. Gelelim bu hikayeden günümüze ve geçtiğimiz hafta yaşanan olaylara.

Belki en önemlisi ele almak yeterince açıklayıcı olacaktır. Üç HDP belediyesine kayyum atamak. Düşünsenize serbest seçim olmuş, adaylar incelenmiş, uygun adaylar olduğu onaylanmış, “özgür” seçimler sonrasında HDP adayları, oyları düşse de, yine de büyük farkla bu illerde seçimleri kazanmışlar.

İŞTE BU KADAR HAKLI BİR ZEMİN OLAMAZ.

HDP, PKK’ya, belediyelerin personel giderlerinin Belediye Kanunu md.49 uyarınca toplam bütçenin yüzde 30’unu aşmaması gerektiği yasal sınır olarak belirlendiği halde belediye çalışanlarına fazla maaş tahakkuk ettirerek, belediye bütçesinin yüzde 50-80’ine kadar personel maaşı vererek kaynak aktarıyormuş. Olsun kayyum atanan illerin halkı bunu bilerek yaptı, bize ne onların tercihlerinden. Yasa, halkın taleplerinden daha mı önemli.

Hem PKK’yı biz terör örgütü olarak görüyoruz. 3 il halkı PKK’yı terör örgütü olarak görmüyor. Gördünüz mü nasıl özgürlükler çiğneniyor. HDP’li belediyeler yöre halkı tarafından kendilerine hizmet etmeleri için değil, PKK’ya lojistik, mali ve meşruiyet sağlama aracı olarak seçildiler. Bize ne, onlar “özgür” iradeleri ile bu seçimi yaptılar. Bu işe Hitler’li bir cevap var da, artık çok klasik oldu. Diğer konularda da yazmak isterdim ancak çok uzun oldu. Bu konuya bir de ilave koyalım.

Atatürkçü olduklarını ileri sürenlerde bu konuda HDP’ye sonsuz destek. Ne demeli galiba Atatürk “Gençliğe Hitabe” ve “Bursa Nutkunu” kendileri için söylememiş. Vatansız solcular ve Abdullah GÜL, Ahmet DAVUTOĞLU için söylenecek söz yok. Artık bende yeter diyorum. Bir türlü bitmiyor.

Nerden nereye geldik. İşsizliğin bu boyutlara ulaştığı, çocuğuna ekmek götüremeyen babanın ne yasa, ne de düzen dinleyemeyeceği bir ortamda, bu tür “özgürlük” çığırtkanlıklarının toplumu çok rahatlıkla kaos ortamına, sosyal patlamalara sürükleyeceğini dillendirmek istedim.