Devletin itibarı

Koronavirüs’ün sarsıcı ilk dalgaları sonrası zihinlere kazınan en çarpıcı şey, devletlerin kriz karşısında yaşadıkları çaresizlikti. Özellikle Batılı devletler, dünya savaşları sonrasında bile kendi toplumlarının gözünde bu ölçüde itibarsız duruma düşmemiştir.

Devletlerin itibarlarını kaybettikleri, toplumdaki meşruiyetlerinin sorgulandığı bir dönemin içindeyiz.

ABD’de siyahi George Floyd’un öldürülmesi sonrası başlayan halk hareketi, devletlerin itibarsızlığı karşısında toplumun geniş kesimlerinin verdiği tepki, yaşanacaklara dair işarettir.

İnsanları sokak ortasında ölüme terk eden, toplumun güvenliğini sağlamaktan aciz bir devletin içine düştüğü durum karşısında, devletin kolluk kuvvetleri dahi protestocular karşısında diz çökmek durumunda kaldı.

Diz çöken polislerin görüntüleri belki bir dönemin kapandığına işaret etmektedir.

NEOLİBERAL DEVLETİN KRİZİ

Kapanan dönem şüphesiz neoliberalizm ve onun ‘güçlü devlet’ programıdır. Özellikle 2008 krizi sonrası, neoliberal programı ısrarla uygulamak isteyen partiler, seçim kampanyalarında bu güçlu devlet vurgusunu öne çıkarmışlardı.

Neolibralizm güçlü devlet söylemiyle devletin hangi gücünü vurgulamaktadır? Devletin refah yaratan ekonomik gücünü mü yoksa toplumsal adaleti tesis eden hukuk sisteminin gücünü mü? Geniş halk kitlelerinin sistem içerisinde toplumsal statü kazanmasını sağlayan güçlü eğitim sistemini mi yoksa toplumların kendi devletlerine olan güveni belirleyen güçlü sağlık sistemini mi? Ya da devletin çatısı altındaki insanların canını ve mülkiyetini korumayı vaat eden askeri gücü mü?

Kuşkusuz bir devletin gücü, bu unsurların bütünsel olarak sistemleştirilmesiyle elde edilir. Ekonomiden adalete, eğitimden sağlığa ve kolluk kuvvetine kadar devlet tüm bu alanlarda güçlü olduğu ölçüde itibar sahibi olabilir.

Devletin itibarinin mihenk taşı, tartışmasız temsil ettiği toplumun siyasi birliğini temin edebilmesidir. Devlet, bu alanların herhangi birinde zaafa düştüğünde, devleti diğer kurumlardan ayırt edici özelliği olan siyasi birliği sağlama kudreti zayıflar, meşruiyeti sorgulanır hale gelir.

Neoliberalizmin güçlü devletle topluma dayattığı, salt devletin kolluk gücü, yani devletin zor kuvvetidir.

Toplumsal eşitsizliğin tarihte görülmediği ölçüde derinleştiği bugün neoliberalizmin devlete biçtiği tek rol, mülkiyetin büyük kısmını elinde bulunduran azınlığın mülkiyet tekelini toplumun geniş kesimlerinin eşitlik talebi karşısında koruma görevidir.

Bütün bu sürecin sonucunda neoliberalizm ile devlet, ‘jandarma devletine’ dönüştürülmüştür. Bundan dolayı güçlü devlet sloganı, toplumsal eşitsizliği sürdürebilmek için devletin zor gücüyle toplumun geniş kesimlerini baskılayıp gözetim altında tutmasını ifade eder.

Son kriz sonrası kolluk gücünün de çözüldüğü, neoliberalizmin zor gücüyle toplumu baskılamasının sürdürülemeyeceği ortaya çıkmıştır.

Bir kurum ve kavram olarak devlet, neoliberalizmle belki tarihinde en itibarsız dönemini yaşamaktadır, çünkü neoliberalizm toplumsal olan her şeyi parçalarken aynı zamanda devletin toplumsal birliği sağlamak için ihtiyaç duyduğu kurumları, araçları da parçalamaktadır. Bundan dolayı devlet kendi siyasi birliğini temin edememektedir.

LİBERAL-MUHAFAZAKAR İTTİFAKIN DEVLET KARŞITLIĞI

Modern devletin egemenliği belli ilke ve prensipleri referans alarak siyasi birliği temin edebilmesiyle tarih sahnesine çıkmıştır.

Neoliberal dönemde liberal ve muhafazakar kuvvetler ittifak halinde, modern devletin dayandığı bu ilke ve prensipleri dinamitleyerek, devletin siyasi birliği temin edeceği sütunları parçalamıştır.

Bu noktada tartışılması gereken, neoliberalizmin neden liberal partiler tarafından değil de muhafazakâr partiler tarafından hayata geçirildiğidir. Reagen, Thatcher gibi muhafazakar liderlerle neoliberal politikaların uygulanması, Sarkozy, Berlusconi tarafından devam ettirilmiştir.

Aynı şekilde ülkemizde de 12 Eylül darbesi sonrası bu politikalar, Özal’la başlayıp 2002’de Erdoğan hükümetiyle hızla devam ettirilmişti. Batı kapitalizminin merkez ülkeleri gibi Türkiye’de de neoliberal politikalar muhafazakarların önderliğinde hayata geçirilmişti.

Gerek Batıda gerekse ülkemizde liberallerin neden bu süreçte ‘kenarda durarak’ muhafazakar partileri desteklediğini irdelemek yakıcı sorudur. Bu sorgulama sadece Türkiye’nin son kırk yıllık, AKP’nin on sekiz yıllık dönemini çözümlemek için değildir.

Aynı zamanda, AKP karşısında dizilen geniş ve farklı muhalefet partilerinin liberal çizgide konumlandıklarının altını çizmek ve bu liberal hattaki muhalefet partilerinin neden kaçınılmaz olarak Gül, Babacan ve Davutoğlu gibi eski AKP’li muhafazakarlarla yan yana gelmek zorunda olduğunu da göstermek için gereklidir.

Güncel tartışmanın zeminini ideolojik olarak berraklaştırmak gerekmektedir.

Neoliberalizmin güçlü devlet söyleminin altında her zaman devlet karşıtlığı kendisini gösterir. Neoliberalizmle devletin siyasi birliğini temin etme görevinin reddedilmesi, yani merkezi yapının parçalanması gündeme gelmiştir.

Devletin siyasi birliği sağlaması, egemenlik iddiasını sürdürebilmesi için gerekli, ekonomiden eğitime, sağlıktan hukuka kadar tüm alanlardaki birliğin alt üst edilmesi bunun göstergesidir.

Liberalizm doğası gereği devlete negatif bir rol biçer. Devlet, güvenlik dışındaki alanlarda toplumsal yapıya müdahale etmemelidir. Liberalizm devletin sınırlarının kesin biçimde çizilmesini talep eder. Devlet toplumdaki uzlaşmaz sınıflar arasında tarafsızlık ilkesini savunmalıdır.

Liberalizm bu devlet etiği gereği, devlete kamusal hayatta olumlu, pozitif politik ve ahlaki rol vermez. Devletin her türlü müdahalesine, bu devlet etiğinden hareketle karşı çıkılır.

Liberallerin neden muhafazakârlara ihtiyaç duyduğunun cevabının bir kısmını Carl Schmitt dile getirmiştir:

“Burjuva liberalizmi doğası gereği devleti ve siyasalı inkar eder; burjuva liberalizminde devletin ve siyasetin nötrleştirilmesi ve depolitikleştirilmesi... devleti ve siyasal iktidarı hedef alır. Ama söylenenler ne bir devlet teorisi ne de siyasal düşünceye denk düşer.

Liberalizm, devleti radikal anlamda reddetmemekle birlikte, pozitif bir devlet teorisi ve kendine özgü bir devlet reformu da bulamamıştır; yalnızca siyasal olanı ahlakla bağlamaya ve ekonomiye tabi kılmaya çalışmıştır. Liberalizm, kuvvetler ayrılığı ve dengesi esasına dayanan bir düzen kurmuştur.”

Devletin sosyal rolünü nötrleştirmek yani mülkiyetin devlet eliyle tabana görece paylaştırmasını engellemek için, negatif devlet etiği dışında bir devlet teorisi ve siyasal ilkeden yoksun liberalizm kaçınılmaz olarak, Yeni Sağ ideolojinin toplumsal muhafazakârlığına tutunmuştur.

Her türlü siyasal ilkeden yoksun liberalizm ihtiyaç duyduğu ahlaki ilkeleri muhafazakârların eşitlik karşıtı radikal ideolojisinden almıştır.

Bundan dolayı son kırk yıldır neoliberalizm sürecinde iktisadi muhafazakârlık, liberalizmin tarafsızlık ahlaki ilkesiyle birlikte ilerlemiştir.

Ne var ki son kırk yıldır, kamucu devletin parçalanması sonucu devletin siyasi birliğini toplumda tesis edemeyen, toplumsal meşruiyeti sorgulanan muhafazakar iktidarlar, kriz dönemlerinde devletin gücü adına ellerinde kalan kolluk gücünü daha sert ve sınırsızca kullanmak için kuvvetler ayrılığı ilkesini de parçaladı.

Bugün tüm dünyada kendisini gösteren liberaller ile muhafazakarlar arısındaki çatlak bu yarıkta kendisini göstermektedir.

2002’de liberalizmin sağından sol kanadına kadar tüm bileşenlerinin desteğini alan AKP’nin, liberallerle olan ittifakının krize girmesinin nedenlerinin bir kısmı bu bağlamda anlaşılır.

Aynı şekilde bugün ‘güçlü parlamento’, ‘kuvvetler ayrılığının yeniden uygulanmasını’ talep eden Gül, Babacan, Davutoğlu çizgisine liberallerin desteği de bu bağlamda netleşir.

DEVRİMİN KILICI

Kuşkusuz liberallerle muhafazakarlar arasındaki ittifakın krize girmesinde her ülkenin kendine özgü iç dinamikleri de belirleyicidir.

Kaldı ki Batıda son kriz sonrası tabanda yükselen hoşnutsuzluk sesi ve halk hareketleri karşısında liberallerin muhafazakarla yeniden yan yana gelmesi de muhtemeldir.

Liberal-muhafazakar ittifakı Batı merkezlerinde dahi bozulurken, krizdeki neoliberalizme Batı’da dahi alternatif aranırken, başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin neoliberal programda ısrar ederek Babacan-Davutoğlu-Gül eksenindeki muhafazakar çizgiyle girdiği ittifak hattı dağılmaya mahkumdur.

Ancak Ayasofya’da devletin kurucu liderine edilen lanetler, AKP’nin de devletin siyasi birliğini sağlayan ilke ve prensiplerle olan kavgasının sönümlenmediğini göstermiştir.

2002’de gündeme getirilen fakat uygulanmayan, merkezi yapıyı hedef alan Kamu Yönetimi reform tasarısının arkasındaki neoliberal zihniyet bugün Çoklu Baro sistemiyle yeniden ortaya çıkmıştır.

Kamucu politikaları hayata geçirmede yaşanan ürkeklik, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesi ve büyüyen işsizlik, alt üst edilmiş eğitim sistemi, bürokrasinin dini ve etnik gruplarca talan edilmesi, hukuk sisteminin içinde bulunduğu yapısal sorunlar ortadayken, emperyalizmle mücadele eden Türkiye’nin bölgede askeri gücünü koruyabilmesi güçleşecektir.

Kaldı ki, tüm bu alanlar, kurucu ilke ve prensipler temel alınarak yeniden bütünlüklü bir sistem haline getirilmezse, devletin siyasi birliği de tehlikeye girecektir.

İktidarı boyunca AKP toplumsal birliği sağlayacak politik ve ahlaki ilkeler sunamadığı gibi siyasi birliği dinamitleyecek kurucu ilkeleri tartışmaya açmaktan da vazgeçmemektedir.

Devletler itibarını, siyasi birliği temin edeceği kararları

yetkin biçimde almasıyla sağlar. Büyük kriz koşullarında bu siyasi birliği ancak devrimci programı olan hareketler yerine getirebilir. Fransa Robespierre, Rusya Lenin, Çin Mao, Türkiye Atatürk ile siyasi birliğini inşa edecek ilke ve eylemlere kavuşmuştur.

Egemenliğini devrimin kılıcıyla tesis eden devletin siyasi birliğine karşı kılıç kuşananların Türkiye’nin yarınında yeri yoktur.Türkiye