Dünden bugüne milliyetçilik

Orta Çağ’ın feodal devletlerinde iki karşıt sınıf vardı; büyük toprak sahipleri ve çalıştırılan serfler. Serfler karın tokluğu pahasına toprak sahipleri adına çalışıyor, ancak satılamıyorlardı.
Feodal toplumda üretim biçimi tarıma dayalıydı. Zamanla ‘manüfaktürlerin’ gelişmesiyle birlikte, toprağa bağımlılıktan kopmalar ve efendi-kul ilişkisinde çözülmeler başladı. ‘Bilgi tekeline’ hükmeden Orta Çağ Kilisesi’nin etkisi; aydınlanmanın, bilimin ve teknolojinin karşısında kırılmaya başladı. Matbaanın icadı ve İncil’in anadillere çevrilmesi, Tanrı’nın kelamını ‘aracılar’ olmaksızın kul ile buluşturdu. Üretim ilişkilerinin giderek değişmesi, tabuların yıkılması, halkın aydınlanması ve zamanın ruhu, Yeni Çağ’ın habercisiydi.

Yeni Çağ, kimin çağı olacaktı? Kilisenin mi, kralın mı, soyluların mı yoksa serflerin mi? Bilimin icat ettiği ve tarihin akışını değiştirecek anahtar, şehirli soyluların yani burjuvazinin elindeydi. Yeni Çağ’ın kapısını burjuvazi açtı. Devrimci burjuvazi feodalizmle hesaplaşarak, kulları, serfleri ve tarıma bağlı bireyleri ‘özgürleştirdi’. Burjuvazi feodal otoritelerin, toprak sahiplerinin ve kilisenin tüm arazilerine, mallarına ve mülklerine şiddet yoluyla el koydu. Dağınık yaşayan insan gücünü bir araya topladı ve kralın yetkilerini sınırlandırarak, güçler ayrılığı temelinde kendi düzenini kurdu. Burjuvazi egemenliği ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ adına, halka devretti.

Burjuvazi insanlık tarihinde daha önce hiçbir toplumun başaramadığını başarmıştı. Örneğin İngiliz burjuvazisi dünyanın gizemli bölgelerinden hammadde keşfederek, kendi ülkesine aktardı ve teknolojik atılımı gerçekleştirdi. Burjuvazinin Sanayi Devrimi, tarım toplumundan sermaye çağına geçişi sağladı. Kralın üretimde payı olmadığından dolayı, sermaye çağı dünyayı ona zindan etti ve varlığı anlamsızlaştı.

Yeni Çağ’ın üretim biçimi, emek sömürüsüne dayalı kâr ve sermayeyi hedefleyen kapitalizm oldu. Feodalizmin zincirlerinden kopartılan insan, artık ücret karşılığında emeğini satmakta ‘özgürdü’.
Kapitalizmle birlikte toplum, devlet ve ideolojik karakter şekillenmeye başladı.

Feodalizmde siyasi sınırlar, resmi dil, milli meclis, milli ordu, kimlik, vatandaşlık, zorunlu eğitim vs. gelişemezdi, çünkü toplumu birleştirecek ‘ortak değerler’ henüz anlam kazanmamıştı. Yeni Çağ’ın en ‘kutsal’ değeri, özel mülkiyet olacaktır.

Özel mülkiyet ve meta, nihayet çoğunluğun ‘fetişizmi’ olmalıydı. Fakat ticari malların serbest aktarımı önünde, engeller vardı. Ülkenin bir ucundan diğerine ulaşımda, bölgesel vergilerin ve farklı dillerin varlığı, burjuvazinin amaçladığı ‘üniter’ merkezi yapı önünde engeldi. Kral, saray ve çevresi yani azınlığın ‘ortak’ dili vardı, ancak çoğunluğun ortak dili yoktu. Çoğunluk kral karşısında dağınık ve örgütsüzdü. En geniş insan toplulukları, ortak iletişim olmadan nasıl birleşecekti?

Feodal dönemde insanlar kendilerini bağlı oldukları kral veya dini aidiyetlerle tanımlarken, kapitalist çağda burjuva soylu sınıfının etnik aidiyeti ve dili öne çıktı. Egemen olduğu coğrafyada ‘özgür’ bireyin ve ticaretin ‘millileşmesinde’ rol oynadı.

Toplumsal üretimin ve sermayenin artmasıyla birlikte, yerli üretime odaklanarak “milli pazarların” sınırları çizilmeye başlandı. Feodalizm ve Kilise’nin karşısında konumlanan “milliyetçilik”, milli pazarın içerisinden doğdu ve burjuvazinin ideolojisi oldu.

ULUS DEVLET VE MİLLİYETÇİLİK

Milli pazarın kalkınması için, etnik dini ve kültürel kökenlerine bakılmaksızın, toplumu oluşturan sınıfların seferberliğine ihtiyaç vardı. Ancak karşıt sınıfların ‘barışını’ sürdürebilmek için, milli pazarın hâkim sınıfı, silah tekelinede hükmetmesi gerekiyordu. Silah tekeli olmadan ortak toprak, ortak dil, ortak iktisat ve ortak kültürün güvenliği ve gelişimi sağlanamazdı. Bir adım ilerisi bireyin artık siyasi kimlikle tanımlanması oldu. ‘Vatandaşlık’ ulus devletin siyasi kimliğini temsil ediyordu.
Ulus Devlet’in tarih sahnesine çıkışı, modern sınıflı toplumun ürünüydü. İnsanlar önceki çağlarda çeşitli toplumsal örgütlenmelerle varlıklarını sürdürdüler. Kabile, kavim, ümmet, reaya, aşireti vs. sayabiliriz. ‘Millet’ bunların ‘sonuncusudur’. Örneğin Alman, Fransız, İngiliz ve Türk ‘Milleti’nin yaşı, yüz ila ikiyüz yılı geçmez.

EMPERYALİZM DÖNEMİNDEKİ MİLLİYETÇİLİK

Üretim fazlasıyla oluşan artı değer, malların yer değişimi ve sermaye birikimi ‘milli pazara’ sığmaz oldu. Burjuvazinin sermayesi ‘milli’ kabuğu parçalayarak, dünyalılaşmaya yöneldi. Önce yeni kaynaklar keşfedildi, sonra ordular gönderildi ve nihayet yabancı sermaye ‘üçüncü dünyanın’ yerli iktisadi gelişimini ezdi. Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm çağında, dünyadaki baş çelişme ezen ile ezilen milletler arasında oldu.
Bir dönem feodalizme karşı özgürlüğü temsil eden burjuva ‘milliyetçiliği’, evrim geçirerek ezen tarafta, sömürgeciliğe karşı direnenler ise diğer tarafta yer aldı. Burjuva hakim sınıfı artık ‘ezen ulus’ olarak anıldı. Ezen ulus milliyetçiliği, emperyalizme toprak kaptırdığı ölçüde, gerici karaktere sahip oldu. Ezilen ulus milliyetçiliği, emperyalizmden toprak kurtardığı sürece, ilerici konumda oldu. Lenin ‘ulusların kendi geleceğini belirleme hakkını’, özetle emperyalizme karşı kurtarılmış toprak üzerinde mümkün olabileceğini saptadı.

SOL VE MİLLİYETÇİLİK

Bağımsızlık, devrim ve sosyalizmin yükselişi döneminde, devrim sadece emekçi kitlelere değil tüm ezilen milletlere dayanıyordu. 19. yüzyılda emperyalizme karşı zafer elde eden sosyalist devrimler, vatan savunmasıyla başarı kazandı. Vatansever olmadan sosyalist olunamaz.
Bağımsızlık savaşı veren mazlum milletlerde, sosyalistler tarafından desteklendi. Örneğin Lenin önderliğindeki SSCB, Türkiye’nin Milli Kurtuluş Savaşını sadece teoride değil, araç gereç ve silahla destekledi. Lenin, Kemalist Devrim’in milli burjuva karakterine değil, dünyadaki baş çelişmede konumlandığı yere baktı. Türkiye Solu bu temelde yol ayrımına girdi. Kapitalizmle mücadele diyenler ‘Sosyalist Devrim’ tezini, baş çelişme emperyalizmdir diyenler ise ‘Milli Demokratik Devrim’ tezini savundular. Ancak kapitalizm, önce Avrupa’da gelişmişti, Anadolu’ya ‘gecikerek’ ulaştı. Osmanlı coğrafyasında, kapitalist bir sanayileşme gelişmeden, İmparatorluk ömrünü yitirmişti. Şartlar ancak Cumhuriyetten sonra Türk ticaret burjuvazisinin önünü açtı. İşçi sınıfının mücadelesi ve solun yükselişi de taa 1960’larda ivme kazandı.
Padişahı eleştiren ilk Türk milliyetçileri, Fransız Devrimi ve sosyalizmden etkilendiler. Mustafa Kemal daha sonra Hakimiyeti Milliye çalışmalarında, not defterine şu notu yazacaktı; ‘evvela sosyalist olmalı maddeyi anlamalı’. Gladyo’nun Türkiye operasyonu kapsamında, sol ve antiemperyalist Türk milliyetçiliğin arasına ‘ülkücülük’ yerleştirilerek, sol ve milliyetçilik karşı karşıya getirildi. Günümüzde Milli Demokratik Devrim sürecini tamamlamak, ancak Türkiye’nin halkçı, milliyetçi ve sosyalist birikiminin ittifakıyla başarı kazanabilir.

FİNANS KAPİTALİN EMRİNDEKİ MİLLİYETÇİLİK

Hâkim sınıflar, insan gücünü bir arada tutmak için ‘manevi ve milliyetçi’ duyguları her zaman canlı tutmaya çalışırlar. Mevcut dünya düzeni ‘rekabet’ üzerine kurulduğundan dolayı, kalıcı ‘barış’ olanaksızdır. Sınırlar bir devletin özgürlüğünün bittiği, ancak diğerinin başladığı noktadır. Belli periyodlarla kapitalizmin krizleri savaşları tetikliyor ve saldıran ile savunan taraflar netleşiyor. 1929 büyük buhranın patlak verdiği yıllarda, Alman sermaye çevreleri savaş düzenine göre hazırlıklara başlamışlardı. Nazi partisi bankaları, patronları ve sanayicileri ikna ederek saflarına kazanmıştı. Bunlar daha sonra Nazi iktidarının ekonomi bakanlıklarında yerlerini alacaktı. Alman şirketleri Nazi egemenliği döneminde, kamplardan ücretsiz insan çalıştırdılar. Bu şirketler üretim patlaması yaparak daha sonra tekelleştiler ve dünya markası oldular. Nazilerin işgal ettiği her ülkede bankaları, hazineyi, altınları ve sermayeyi ele geçirdiler. Alman ırkçı-milliyetçiliğinin arkasında, işte bu büyük sermaye gücü vardı. Nazilerin Alman milliyetçiliği, mitolojik efsanelerle bağ kurarak ‘üstün ırk’ hayalleriyle tek başına egemenliğini sürdürmesi imkansızdı. Finans kapitalin en gerici, en şovenist en emperyalist ve açık terörcü diktatörlüğü olarak tarihe geçti. Savaş sonrası Nürnberg mahkemelerinde ABD hukukuna göre yargılanan Naziler, insanlık suçlarını itiraf ettiler. Ancak Nazilerin ekonomi bakanları, bankacıları, sanayicileri ve patronları bir kaç yıl sonra serbest bırakıldı. “Biz olanları biliyorduk ama mal, mülk ve sermayemize el konulmasın diye,mecbur kaldık” savunmalarıyla sıyırdılar. Çünkü ‘kutsal’ özel mülkiyet ve sermaye, insan hayatından daha değerliydi. Sonraki yıllarda Alman üretim tesislerini, ABD askeri üslerin gölgesinde yönetmeye başladılar.
Subay rütbelerindeki Naziler ise, daha sonra NATO’nun Avrupa’da komünizme karşı kurduğu ‘gizli’ ordularda, yani Gladyo’da görev aldılar.1946’da kurulan Alman istihbaratının başına da bu elemanlar yerleştirildi.

AB’DE MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELİŞİ

Avrupa’da ‘milliyetçi’ partiler yükseliyor. Bazılarıda hükümetlerde yerlerini aldılar. Peki milliyetçi partiler neden yükselişte, hangi milliyetçilikten söz ediliyor? Birden fazla ‘milliyetçiliğin’ olduğunu saptayabiliyoruz. Mesela ABD karşıtı milliyetçilik, yabancı karşıtı milliyetçilik, Müslüman karşıtı milliyetçilik ve ırkçı-milliyetçilik gibi. Uzmanlar eski sol ‘yeni sağdır’ şeklinde analizler yapıyor ve solun, işçileri sağa kaptırdığını öne sürüyor. Diğer yandan Almanya örneğinde olduğu gibi, siyaseti yöneten akıl ‘çoğunlukta’ olan muhafazakârları, sağcıları ve milliyetçileri muhalefete, ‘azınlık’ olan sol liberal koalisyonu ise hükümete taşıdı. Hükümet emperyalist savaşların krizine dahil ve taraf oluyor ve toplumun geleceğini, varlığını ve ekonomik durumunu ‘belirsizliğe’ sürüklüyor. Hedeflenen ‘büyük savaşa’ hazırlık için, milliyetçilik kaynatılıyor ve yükseltiliyor. Almanya’yı adım adım savaşa sürüklemek öncelikle milliyetçiliği tabanda güçlendirmek, sonra ‘seçim’ yoluyla iktidar yapmaktan geçer. Bu ‘stratejik akıl’ dünya sermayesinin önde gelen ‘Black Rock’ gibi tekellerin ürünüdür. Tekeller için en tercih edilen müşteri profili, uzun vadeli “üniter yapıya dayanan ve diktatörlükle yönetilen” devletlerdir. Demokrasiyle dört yılda bir seçilen ‘güçsüz’ hükümetler istenmiyor. Yani günümüzdeki milliyetçilik ‘kendiliğinden’ yükselmiyor. ‘Milliyetçiliğe’ öncülük eden partilerin, küresel tekeller tarafından (dolaylı) yönlendirildiği ortaya çıktığında, durum netleşecektir. Öte yandan olası savaştan dolayı mülteci akımlarını Avrupa’ya sokmamak için, NATO kuvvetleri Avrupa’nın güney sınırlarına, güvenlik seti inşa ediyor.