Felaketler kaderimiz

İzmir depreminde mucizevi şekilde kurtulan Elif ve Ayda bebekler yanan yüreklere biraz da olsa su serptiler. Kurtarıcısının parmağını sıkı sıkı kavrayan küçük elleri, üç günü aşkın süreyle yıkıntıların altında kalıp da çıktığında bizlere hala gülümseyen yüzleriyle; bu güzel çocuklarımızın kurtulmasına ne de çok sevindik. (Sahi, bu çocuklara her şeye rağmen gülümsemeyi kim öğretti?) Bu çocuklar çok şükür kurtuldu ya, her çocuk onlar kadar şanslı değil. Nice çocuk dünyanın her yerinde ölüyor; depremlerde, salgınlarda, mülteci olarak düştükleri yollarda, açlıktan… Medeni dünyanın üstesinden çoktan gelmiş olduğu çağdışı hastalıklara dahi yenilerek yitip gidiyorlar. Olan da ölenin yakınlarına oluyor. Van’ın Başkale ilçesinde meydana gelen depremde dört çocuğunu kaybedip canlı cenaze halinde ağıtlar yakan annenin acısını tarif etmeye imkân yok. Azerbaycan-Ermenistan savaşında harabeye dönmüş bir evde ölen torununun resmini ve diplomasını yıkık binanın duvarına asıp, gece gündüz orada yas tutan kadının acısının tarifini yapmaya da imkân yok.

Bütün bu olanları, bu çocukların elimizden göz göre göre kayıp gitmesini film seyreder gibi seyrediyoruz televizyonlarda, sosyal medya kanallarında. O kadar çok ölüm, o kadar çok felaket haberi akıyor ki artık gördüklerimiz ruhumuzda yaprak kımıldatmıyor, hayatımızda hiçbir farklılık yaratmıyor, biz konforumuzdan zerre kadar ödün vermeden bir iki klişe lafla, yalancı ah ahlar vah vahlarla teskin olup hayatımıza devam ediyoruz. Oysa böyle zamanlarda hayat durmalı, her şey durmalı, sorular sorulmalı, telefonlara sarılmalı, e-postalar, mektuplar atılmalı, öfkelenmeli, küçük bir şey bile olsa muhakkak bir şey yapmalı. Bu memleket ne çekiyorsa adam sendecilerden, benden sonra tufancılardan çekiyor.

Her depremde bir iki müteahhidin günah keçisi ilan edilip asıl suçluların bu hengamenin arasında yok olup kaybolmasına alıştırıldık artık.

Her deprem sonrası, artık evden gibi olan birkaç deprem uzmanı adeta feryat ederek tehlikenin büyüklüğünü, alınması gereken önlemleri sıralıyor. Çok kısa bir süre olayın vahametine dair idrakimiz yükseliyor. Kısacık bir aydınlanma hali. Ama çok geçmeden birden başka bir şey oluyor. Ne idüğü belirsiz bir konu bütün gündemi kaplıyor ve deprem yeni bir felakete kadar unutulup gidiyor. Hiçbir şey değişmiyor. Sanki dünya dönmüyor. Belki bir yerlerde bir müteahhidin tutuklandığı haberi geliyor. O kadar. Ama bir bina yıkıldıysa bunun tek sorumlusu müteahhit olamaz ki. O binanın mevzuatlara uygunluğunu denetleyen biri, devletin bir yetkilisi olmalı. Bina yıkıldıysa bu denetleyeni de bulmalı, sonra ona bu yetkiyi vereni de. Devlet teşkilatındaki belki liyakatsiz, belki beceriksiz, belki de ahlaksız bir yapılanmaya işaret eden bu hiyerarşik zincir aşağıdan yukarıya tespit edilip, bu zincirin bütün halkalarından tek tek hesap sorulmalı. Ve bütün bunlardan bizim haberimiz olmalı. Ben şimdiye kadar bir depremin ardından yüksek düzeyli bir yetkilinin temsil ettiği kurum adına bir kez olsun sorumluluk üstlendiğine şahit olmadım. Aksine hep olayın sorumluluğunu bir önceki dönemdeki kadroya yıkmak gibi bir anlayış var. Hep bir takım kalabalık laflarla işin içinden sıyrılma telaşı.

İzmir depreminin ardından Prof. Dr. Ahmet Ercan’ın söylediği “deprem yoksulu vurur” sözü ne kadar yüklü. Ama yoksulluk kader mi ki? Ölümün kutsandığı, yaşamın ihmal edildiği bu topraklarda, üzerimize yağan her felaketi kader diye sineye çektikçe daha çok acılar çekeceğiz, kaderimizdir diyerek…

Twitter: @Bulent06975228

Instagram: engelsz_yasam

İLETİN YAYIMLAYALIM

Tüm engellilerin, engelli yakınlarının, engellilerin sorunlarına çözüm arayan kişi ve kurumların katkısını bekliyoruz.

halklailiskiler@aydinlikgazete.com