Güneyde kayıp dili konuştuk

Uluslararası Çukurova Sanat Günleri yaklaşık 10 yılı aşkın bir süredir etkinliklerini sürdürüyor. Gittikçe büyük bir kültürel çoraklığın içine itilen, nereye yuvarlanıp gittiği belli olmayan ülkemizde hâlâ sanata inanan, sanatın gücünü, değerini bilen bir avuç aydının gecesini gündüzüne katarak büyük bir özveriyle yürüttüğü etkinliklere yerli yabancı 250 sanatçı katıldı bu yıl. On kentte 85 etkinlik... Üç kişiyi bir araya getirmenin ne demek olduğunu iyi bilirim, bu arkadaşlar 250 kişiyi bir araya getirmişler. Bir kez daha alkışlıyorum, kutluyorum Çetin Yiğenoğlu’nu, Demet Duyuluer’i, Hülya Başakçı Ekmekçi’yi ve emeği geçen diğer arkadaşları.

HALK ÇOCUKLARI HEP YOKSUN

Üç yerde konuştum ben. Adana Koleji’nde söyleşiden sonra öğrencilerle, okulun değerli yöneticileriyle, öğretmenlerle yemeğimizi yedik. Adana’da bilimin, eğitimin (hurafelerin değil) gereğini yapan pırıl pırıl bir eğitim kurumu Adana Koleji... Koridorları Orhan Kemal, Sabahattin Ali gibi değerli yazarların fotoğraflarıyla süslenmiş. Bizleri söyleşi için genellikle devlet okulları değil, kolejler çağırır. Devlet okulları, dolayısıyla halk çocukları bu tür etkinliklerden yoksun bırakılır. Devlet okullarının bu hale gelmesine gerçekten çok üzülüyorum.

Adana’dan sonra Hidayet Karakuş’la birlikte Mersin Atatürkçü Düşünce Derneği’nin de desteklediği bir açıkoturumda Mersin’de konuştuk. Bu toplantıyı DTCF’den arkadaşımız Fikret Babuş yönetti. Fikret’in daha yüzünü görünce 68 olayları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. DTCF merdivenlerini en hızlı inip çıkan militandı Fikret Babuş. Onun telaşlı adımları, yağmuru önceden haber veren bünyenin romatizmalı yerleri gibi, olay çıkacağını önceden haber verirdi. Herhalde kafasına en çok darbe alan militandı da... O darbeler bu değerli arkadaşın beynini bitirmemiş demek ki, sayısız kitap yazdı. Onun Aşk ile Çıkmıştık Yola (Ozan Y. 2011) kitabını dönüşte uçakta okuyup bitirdim.

FETVAYLA MAĞDUR EDİLEN TÜRKÇE

Konumuz “dil kirlenmesi”ydi. Ben dilimize yabancılaşmanın geçmişine, tarihine değindim. Türkçeyi, halkın dilini “lisan-ı avam” sayan Osmanlının geçmişte bıraktığı dil mezarlığında dolaştırdım dinleyicileri. Verdiğim örnekler konukları çok şaşırttı, hüzünlendirdi, öfkelendirdi de... Bunlar dinleyenlerin ilk kez işittikleri sözcüklerdi, kendi dilimizin nasıl saklı tutulduğunu, unutturulduğunu anlattım. Pencere’nin dilimizde “ışıklık”, “görgüç”; “mutfak”ın “aşlık”, “ocaklık”, “aşdamı”; “mefruşat”ın “evbezeği”; first lady”nin “ulukadın”; “meşrubat”ın “içit”; “mahkeme”nin “yargı yeri”, “maganda”nın “yabaneri” olduğunu Saklı Sözlük’ten (Destek Y. 2016) örnekler vererek anlattım. Bizim kendi dilimize yabancılaşmamız bir Macar yazarının öyküsüne de konu oldu, Dil Hurafeleri’nde bu öykünün uzun bir özetini verdim.

Şimdilerde Osmanlıcayı âdeta mağdur edilmiş, gadre uğramış dil gibi gösteriyorlar. Oysa asıl Türkçe kendi yurdunda mağdur edildi. Bilim dili, edebiyat dili sayılmadı. Osmanlı bir yasa çıkararak Türkçeyi yasaklamadı ama daha beter etti. Cennette konuşulan dilin Arapça ve Farsça olduğuna dair fetva bile çıkardı Osmanlı; yasadan, yasaktan da beter bir durum... 18. yüzyılda bu fetvayı veren Şeyhülislam’ın adı Yenişehirli Abdullah Efendi’dir.