Osmanlı’nın iflası Abdülhamit’in ihyası

II. Abdülhamit dönemi dış borçlar ve Düyun-u Umumiye İdaresi

Ya da Osmanlı’nın iflası Abdülhamit’in ihyası

Düyun-u Umumiyenin “Genel Borçlar” anlamına gelmesi, bizi, bu konudaki araştırmalar açısından ilk dış borç alımına kadar götürüyor. Düyun-u Umumiye’ye kadar gelinen süreçte Kırım Savaşı ve onun ardından gelen dış borçlanmanın içsel-dışsal ve ekonomik-siyasi temellerini araştıracak olan bu yazı, aynı zamanda kapitalizmin ve emperyalizmin Osmanlı topraklarına yerleşme aracı olan Düyun-u Umumiye İdaresi hakkındaki tartışmalara yer verecektir.

Osmanlı’da ekonomik yapı

19. yüzyıl Osmanlı ekonomisi bürokratik kurallarla düzenlenen ve denetlenen bir yapıdaydı. İmparatorluğun tek ekonomik fazlası tarımdı. Ekonomik fazla, resmi olarak devlete ait olan toprakları kullanım hakkına sahip, az çok kendine yeten, geçimlik tarım yapan köylüler tarafından yaratılıyordu. Bu fazlaya, tımar sahipleri hiyerarşisinde toplanan vergiler aracılığıyla el konuyor ve bu fazla toplam vergi gelirlerinin önemli bir bölümünü (yüzde 50-60) oluşturarak İstanbul’daki merkezi bürokrasiye aktarılıyordu. Ekonomi ve mal akımı pazar mekanizması yerine loncalar, ticaret ruhsatları, sabit fiyatlar vb. aracılığıyla bir devlet politikası biçiminde düzenleniyordu.[1]

Bu dönemde sanayi, iç pazar ihtiyacını karşılamaya yönelik olan geleneksel yollarla büyük ölçüde insan gücüne dayanmaktaydı. Pazar sistemi henüz gelişmemiş Osmanlı’nın, Batı’nın dinamik ve sürekli değişebilen ticari, ekonomik ve teknolojik hamleleri karşısında, ticareti ve ekonomik anlayışı durağan kaldı, o zamana kadar iyi işlemiş ve yeterli olmuş Osmanlı ticareti ve ekonomik düzeni bozulmaya başladı. Özellikle Sanayi Devrimi’ni gerçekleşmiş İngiltere, Fransa gibi ülkeler Osmanlı ekonomik pazarını istilaya başladılar.[2]

Ekonomik yapıda bozulmalar

19. yüzyıldaki olayların akışını temelden etkileyen değişimlerin, aslında 17. yüzyıl başında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu dönemde, ticaret yollarının Afrika’yı dolanan yeni bir yola kayması sonucu Osmanlı İmparatorluğu, Doğu ile Avrupa arasındaki lüks madde ticaretindeki rolünü yitirmekle kalmadı aynı zamanda temel mallar ticaretine de başladı. Avrupa’nın gıda maddeleri ve ham madde talebindeki artışın yanı sıra, Avrupa’nın ucuz imalat malları arzındaki artış, imparatorluğun toplumsal ve ekonomik yapısını büyük ölçüde sarstı. Gitgide Avrupa sermayesinin denetimine giren ticaret, yerel zanaatları yok etmeye ve temel mallar ihracatını hızlandırmaya başladı. Pazar içinde katı kurallara dayalı olan Osmanlı ekonomisi, sistemi bütünü ile sarsan bir bunalıma girdi. Bu arada, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu süreçte küçüldüğü de göz önünde bulundurulmalıdır. İmparatorluk 1280’deki beyliklerden başlayan 1683’e değin sürekli genişleyen ve bu tarihten sonra gerilemeye başlayarak çeşitli eyaletlerin önce özerkliğini, daha sonra bağımsızlığını tanıyan bir yapıda seyretti. Büyük toprak kayıpları, topraklardan elde edilen gelirlerin de kaybedilmesi demekti. Tüm bu gelişmenin sonucunda merkezi otorite zayıfladı ve buna bağlı olarak da en önemli gelir olan vergi gelirleri büyük oranda azaldı.[3]

Bu süreçten itibaren imparatorluk sık sık mali bunalımlarla karşı karşıya kalmaya başladı. Burada önemli noktalardan biri, mali bunalımların sebebinin ekonominin güçsüzlüğünden ziyade merkezi devletin güçsüzlüğünden kaynaklanıyor olmasıydı; çünkü vergi gelirlerinin büyük bir kısmına taşradaki ayan ve yerel olarak güçlü diğer kesimler el koymaktaydı. Devletin en büyük zaafı vergi toplayamamaktı.[4]

Bunun yanında merkezi otoritenin zayıflaması rüşvet ve kayırmaları da oldukça arttırarak devlet gelirlerinin ve imkânlarının şahsi menfaatler için kullanılmasına olanak tanıyordu. Örneğin en önemli vergi olan aşarın toplanması valiye ihale olunabiliyordu. Bu konu da her zaman suiistimale açıktı. Bölgesel idarenin iyi çalışması için vali makamında adil kişilerin bulunması şarttı. Ancak valiler çoğunlukla rüşvete göz yummaktaydı. Böyle bir düzen ve memurların yolsuzluktan ötürü tatbikata uğramamalarını sağlayan kanuni himaye sonucu yolsuzluk imparatorluk çapında yayıldı. Bu durum kamu çıkarlarının korunmasını oldukça güçleştirmekte ve derinleşen ekonomik bunalımı daha da artırmaktaydı.[5]

Borçlanma ekonomisi

1840’lardan itibaren Avrupalı sermayedarlar ve Avrupa devletlerinin temsilcileri, mali sorunlara çözüm olarak dış borçlanmaya gidilmesi konusunda merkezi bürokrasiye baskı yapmaya başlamışlardı. Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarında tahvil satarak borçlanmaya başlaması, Avrupa sermayesi açısından çeşitli kesimlerine yarar sağlayacak kârlı bir durumdu. Tahvillerin Avrupa’nın belli başlı finans merkezlerinde satışını düzenleyecek olan bankerler büyük komisyonlar elde edeceklerdi. Osmanlı tahvillerini satın alan küçük ölçekli tasarruf sahipleri ise faiz geliri sağlayacaktı. Öte yandan merkezi devlet eline geçen fonların bir bölümünü çeşitli sanayi malları ve özellikle askeri araç ve gereç ithalinde kullanacağı için Avrupa sanayisine de ek talep yaratılmış olacaktı.[6]

İlk dış borç 1840’lı yıllarda Galata Bankerleri aracılığı ile kısa vadeli olarak Fransız bankalarından sağlandı. Ancak yoğunlaşan iç ve dış baskılara karşın, merkezi bürokrasi uzun vadeli dış borçlanma sürecini başlatmak konusunda tereddüt gösteriyordu. Nihayet Kırım Savaşı’nın getirdiği yeni harcamalar ve gelir-gider dengesinde yarattığı büyük açık, Avrupa para piyasalarında borçlanma sürecini başlattı. Osmanlı Devleti’nin uzun vadeli borç tahvilleri Londra, Paris, Viyana ve Frankfurt gibi borsalarda satışa çıkarıldı.[7]

Bu süreçte Osmanlı Devleti çok elverişsiz koşullarda diğer ülkelerin ödediği faizlerden çok daha yüksek faizlerle ve büyük miktarlarda borç para aldı. Bu fonların büyük bir bölümü cari harcamalarda, saraylar yapımında, askeri harcamalarda ve bürokrasinin maaşlarının karşılanmasında kullanıldı. Ekonomiyi canlandıracak, mali gelirleri arıttıracak hemen hemen hiç kaynak ayrılmadı.

Gelinen yirmi yıllık hızlı dış borçlanma sürecinin vardığı noktayı sayısal veriler ışında özetleyecek olursak; 1875 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin dış borçları 200 milyon Sterlin’e yaklaşıyordu. Anapara ve faiz ödemeleri ise yılda 11 milyon Sterlin tutuyordu. Buna karşılık aynı yıllarda Osmanlı maliyesinin tüm gelirleri 18 milyon Sterlin dolaylarındaydı. Bir başka deyişle dış borç ödemelerini sürdürebilmesi için devletin gelirlerinin yüzde 60’ını dış borç ödemelerine ayırması gerekiyordu.

George Zarifi ve Abdülhamit’in büyük serveti

Zarifi, Sultan Abdülaziz devrinden itibaren başta Şirket-i Umumi olmak üzere pek çok şirketin kurucusu veya ortağı olarak devletin finansmanında önemli bir rol üstlenmişti. Abdülaziz'in tahttan indirilmesiyle başlayan siyasi istikrarsızlık dönemi, Zarifi'nin kariyerinde de en önemli devreyi başlattı. Sultan Abdülhamit'le henüz şehzadeliğinde kurduğu ilişki, onu, Galata'nın en önemli bankeri haline getirdi. Abdülhamit ise Zarifi sayesinde finans ve para işleri ile ilgili bilgi alırken, aynı zamanda ona servetinin idaresini de emanet etti. Ayrıca borsa ile tanışması da Zarifi’nin telkin ve tavsiyeleri neticesinde oldu. Zarifi aynı zamanda devletin acil ödemeler için kısa vadeli iç borç bulmasının da önünü açıyordu, fakat bu borçlar ödeme şartları açısından devletin üzerine ağır yükler bindiriyor, günü kurtaran tedbirler, ilerleyen mali krizi daha da derinleştiriyordu. Öyle ki savaş sırasında başta Zarifi olmak üzere Galata bankerlerinden alınan avanslara kaime (kâğıt para) rehin verildiği gibi, devletin en sağlam gelirlerinin adeta yok pahasına ipotek edilmesine başlandı. Zira alınan borçlara gösterilen teminatın değeri avansların iki katını aşıyordu. Devletin içinde bulunduğu kriz derinleştikçe Galata bankerleri de zenginleşen kesimlerden biri haline geldiler.[8]

Bu krizden servetini büyüterek çıkan sadece Zarifi değildi; onun finansal danışmanlığını yaptığı Abdülhamit, ülkenin içinde bulunduğu çıkmaza çareler üretmek bir kenara yabancı bankalarda milyonlarca altın stoklama çabasındaydı. Damadı Şerif Paşa’nın Paris’te yayımlanan hatıralarından öğrendiğimize göre; Abdülhamit’in Osmanlı Bankası’ndaki büyük servetinden başka, Deutsche Bank, Deutsche Orient Bank, Swissbank, Kredi Lione gibi yabancı bankalarda kişisel serveti vardı. Darphane’de basılan Hamidi denen altınlardan “Hiç kullanılmamış olanlar” yüzerlik “sucuklar” halinde ve onarlık destelerle Deutsche Bank ve Deutshce Orient Bank’a teslim edilmişti. Yalnız Deutsche Bank’taki parası 1 000 080 000 altın. Yazıyla: Bir milyon seksen bin altın.[9] Asıl servetinin hesabı ayrı, Abdülhamit’in yalnız Deutche Bank’taki altınları, bugünün parasıyla 1 Milyar Türk Lirası ediyor. Ancak bu parayı o zamanın millî geliri içindeki payıyla, o zamanın servetleriyle karşılaştırarak değerlendirebiliriz.[10]

Tüm bunların yanında Abdülhamit’in baskı politikaları mali anlayışlar üzerine de gerçekleşmiştir. Kendi servetini arttırmaya çalışırken buna engel olacak herhangi bir girişim onun tarafından bizzat bertaraf edilmekteydi. Ekonomik krizin yarattığı etkileri, buna karşı sarayın lüks içindeki durumunu, yanlış politikaları eleştirmek sürülme sebebi olarak ortaya çıkıyordu. Örneğin Bulgaristan ve Bağdat Valiliklerinde kalkınma yolunda pek çok büyük iş başaran dönemin en önemli valisi Mithat Paşa, Ziraat Bankası, Emniyet Sandığı, Sanat Mektepleri gibi çok yararlı kurumları başlatmıştır. Fakat Abdülhamit bunların olmasına izin vermeyerek Mithat Paşa’yı yok etmiştir.[11]

Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşu

Öncelikli olarak ödenemez duruma gelen iç borç neticesinde Galata Bankerleri ve hükümet arasında Rüsum-ı Sitte adı verilen bir idare kuruldu. Bu idare hükümetin vermiş olduğu en büyük tavizlerin başında geliyordu. Dış borç ödemeleri yapılsa dahi devletin yeni kredi ihtiyacı devam ediyordu. Rüsum-ı Sitte idaresinin kurulması şartıyla Galata Bankerleri devlete yeni kredi imkânları açmayı kabul ettiler. Buna karşılık olarak alkollü içkilerden alınan vergiler ile İstanbul balık avı vergisi, Edirne, Samsun, Bursa ipek aşarı gelirleri 10 yıl süre ile bankerlere bırakılıyordu. Üstelik söz konusu gelirler yıllık bedellerine yüzde 10 zam yapılarak iltizam edilecekti. Ayrıca ülkedeki tütün ve tuz gelirleri devletin denetleme hakkı saklı kalınarak bankerlere devrediliyordu.[12] Rüsum-ı Sitte İdaresinin kuruluşu Avrupalı tahvil sahiplerini harekete geçirdi ve alacaklarının temini noktasında onlara bir örnek teşkil etti.

1876 yılında Osmanlı Devleti’nin dış borç ödemelerini durdurduğunu ilan etmesinden sonra Osmanlı hükümeti ve Fransız, İngiliz, Avusturyalı, Alman ve diğer alacaklıların temsilcileri arasında başlayan ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle kesintiye uğrayan görüşmeler 1881 yılında Hicri takvime göre Muharrem ayında imzalanan bir anlaşma ile sonuçlandı. Muharrem Kararnamesi olarak adlandırılan bu anlaşma ile dış borçların miktarları indiriliyor, ödeme koşulları yeniden düzenleniyordu. Ancak buna karşılık Osmanlı Devleti, imparatorluk içinde yabancı alacakların temsilcisi olarak çalışacak ve devletin vergi gelirlerinin bir bölümünü yabancı alacaklar adına toplayarak Avrupa’ya aktaracak yeni bir örgütün kurulmasını kabul ediyordu. Bu yeni dönemle birlikte Galata bankerlerinin parlak devri kapandı. Osmanlı maliyesinin gelir kaynakları arasında tuz ve tütün tekelleri, damga resmi, balıkçılıktan ve alkollü içeceklerden toplanan vergiler, ham ipekten toplanan öşür ile Doğu Rumeli vilayetinin ödediği verdi, Düyun-u Umumiye İdaresi adı verilen ve yabancı alacaklılar tarafından yönetilen bu yeni kuruluşa teslim ediliyordu.[13]

Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasından sonra, Osmanlı devleti Avrupa para piyasalarında tahvil satarak borç almayı sürdürdü. Osmanlı maliyesi üzerinde kurulan ayrıntılı ve etkin denetim, Osmanlı tahvillerinin riskini azaltmıştı. Bu nedenle, Avrupa para piyasalarında daha elverişli koşullarla, daha düşük faizlere borç bulabiliyordu. Ancak Düyun-u Umumiye İdaresi sayesinde Avrupalı alacaklılar borç ödemelerini eksiksiz olarak ve zamanında yapılmasını sağladılar. Böylece 1881 sonrasında Osmanlı Devleti’nin anapara ve faiz ödemeleri, alınan yeni borçların çok üzerinde seyretti. Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde Avrupa mali sermayesi, Osmanlı Devleti’ne verdiği yeni borçların yaklaşık iki katını anapara ve faiz ödemeleri olarak Avrupa’ya aktardı.[14]

Avrupa iktisadi yayılımına önemli örnek: Demiryolları

1850’lerden sonra Avrupa sermayesi dış borçlar dışındaki alanlarda da yatırım yaptılar. Yatırım yapmak isteyen Avrupalı sermayedarlar, Osmanlı hükümetine başvurarak gerekli imtiyazı koparıyor ve bir anonim şirket olarak örgütleniyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde dış borç dışındaki alanlara 75 milyon İngiliz Sterlini dolaylarında yabancı sermaye yatırıldı. Bu miktar, Osmanlı dış borçlarına yatırılan yabancı sermayenin yaklaşık yarısı kadardı. Bu yabancı sermaye yatırımlarının üçte iki gibi büyük bölümü demiryolu şirketlerine yatırıldı. Merkezi devletin yabancı sermaye tarafından demiryolu yapımından, tarımsal vergilerin daha etkin bir biçimde toplanabilmesi, iç güvenliğin sağlanması ve devletin gücünün imparatorluğun uzak köşelerine ulaştırılması gibi beklentileri vardı.

Demiryollarının yapımını ve işletmesini üstlenen İngiliz-Fransız, Avusturyalı, Belçikalı ve Alman sermayedarlar açısından ise demiryolları, özellikle Osmanlı Devleti’nin kilometre garantisi uygulaması sonucunda kendi başlarına kârlı birer yatırım durumuna gelmişlerdi. Ayrıca demiryolları, Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist Avrupa devletleri arasında nüfuz bölgelerine ayrılması sürecinde önemli rol oynamıştır.[15]

Bu noktada, Cumhuriyet dönemi yapımı gerçekleşen demiryolları ile Abdülhamit döneminde yapılan demiryolları arasında bir karşılaştırma yapmak, aradaki siyasi farkı görmek açısından çarpıcı olacaktır. Ülkenin topyekûn kalkınmasını hedefleyen Cumhuriyet Dönemi yöneticileri İzmir İktisat Kongresi kararları doğrultusunda, ülkenin gelişmesinin ana unsurlarından birisinin de ulaştırma alt yapısı olduğu görüşünden hareketle, başta demiryolları olmak üzere ulaşım imkânlarının geliştirilmesi için çalışmalara başlamışlardır. Bunu yaparken yabancı siyasi etki ve nüfuzlarına yol açacak herhangi bir görüşe hayat hakkı verilmemiştir. Milli Mücadele’den bağımsız bir devlet olarak çıkan Türkiye Cumhuriyeti, demiryolu politikasını ülke çıkarlarına uygun bir şekilde belirleyecek bir güce sahipti. Osmanlı döneminde olduğu gibi dış baskılarla değil, ülke gerçeklerine dayalı, ülkenin kalkınması ve savunulması gibi milli ihtiyaçlara göre tespit edilen milli ve bağımsız bir demiryolu politikası izlenmiştir. 15 yıllık sürede yabancı şirketlerden satın alınan 3387 kilometre demiryolu için 42.515.486 TL ödenmiş, yine aynı dönemde 341.599.424 TL harcanarak 2815 kilometre demiryolu inşa edilmiştir. Böylece 1923’de 4112 kilometre olan demiryolu uzunluğu; 1938’de 6927 kilometreye ulaşmıştır. 1938’den günümüze kadar geçen 57 yılda yaklaşık, 1500 kilometre demiryolu yapıldığı göz önüne alınırsa, Atatürk döneminde yapılan demiryollarının önemi daha iyi anlaşılacaktır.[16]

Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kaldırılışı

Düyun-u Umumiye idaresi, İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimi döneminde 1914 yılında kaldırıldı. Dönemin yöneticileri çağdaş bir ülke kurma yolunda pek çok adım atarken, bunun ancak ülkenin bağımsızlığı sağlandıktan sonra gerçekleşeceğini biliyorlardı. Bunun ilk koşullarından biri ise iktisadi bağımsızlıktı. Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kaldırılması Batı tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Zira ilk protesto Alman Büyükelçiliği’nden geldi. İttihat ve Terakki’nin önemli liderlerinde Hüseyin Cahit bu konu ile ilgili şunları ifade etmiştir: “Türkiye’yi benimsemiş ve sağmal bir inek gibi kullanmaya alışmış olan Avrupa’nın mali mahfilinde bu cüreti kıyamet kopardı. Hatta Düyun-u Umumiye Meclisindeki üyelerden biri hükümeti protesto etmeye kalkışmıştır. (Fikir Hareketi, Sayı 133.)” Burada da vurgulandığı üzere bu adım ülkenin iktisadi bağımsızlığı için oldukça önemli bir hamleydi.[17]

Sonuç

II. Abdülhamit dönemi sadece siyasi ve toplumsal başarısızlıklarla değil, aynı zamanda mali bunalımlar, ekonomik krizler ve bunların yanında kendi şahsi servetleri peşinde koşan devlet yöneticileri ile anılır. II. Abdülhamit dönemi bir imparatorluğun tüm kaynaklarının Avrupalı emperyalist şirketlerce nasıl yağmalandığının talihsiz ve ibretlik tarihidir. Son zamanlarda daha da artan II. Abdülhamit’i ve politikalarını model olarak gösteren söylemlerde bulunanlar Osmanlı’nın geldiği noktadan ibret almalıdır.

Özellikle Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Osmanlı hükümeti ve Osmanlı halkı yararına olduğu şeklindeki fikirler gerçeği yansıtmamaktadır. Düyun-u Umumiye kapitalizmin ve emperyalizmin Osmanlı topraklarına girme ve yerleşme aracıdır. Osmanlı ülkesinde yabancı çıkarlarını gözeten ileri bir karakol, onların güdümünde ikinci bir maliye nezareti, Osmanlı borçlarının idaresinin ötesinde Batı emperyalizminin bir sömürü aracı ve takviye edilmiş kapitülasyonlarla donatılmış bir teşkilattır. Ülkenin her yanında şubeler açarak, binlerce memuru ile koskoca bir örgüt oluşturan Düyun-u Umumiye, bu örgüte dayanarak devlet gelirlerinin büyük bir bölümünü kendi pençesine düşürdü. Öyle ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun Maliye Nezareti’nden daha güçlü bir hale gelmişti. Maliye Nezareti’nde çalışan memur sayısı 5.000 dolayında iken, Düyun-u Umumiye’de çalışan memur sayısı 80.000’e ulaşmıştı. Bu dev kadro ile devletin vergi gelirlerinin yüzde 70’ini tahsil etmekteydi.[18]

Türkiye Cumhuriyeti Düyun-u Umumiye’ye olan borcunun son taksitini, ilk dış borcun alınmasından tam yüz yıl sonra, 1954 tarihinde ödeyebildi. İktisadi bağımsızlığı sağlamak Cumhuriyet Devrimi kadrolarının birinci önceliklerindi. Lozan görüşmelerinde üzerinde en çok durulan ve kesinlikle taviz verilmeyen nokta kapitülasyonların kaldırılması ve iktisadi bağımsızlığın sağlanması olmuştu. İsmet İnönü’nün bu noktadaki başarıyla yürüttüğü görüşmeler neticesinde Osmanlı’nın Batı’ya tanıdığı tüm tavizler kaldırıldı. Tüm imkânsızlıklardan imkânlar yaratan Mustafa Kemal ve dönemin devrim kadroları, emperyalist baskılara karşı göğüs germiş ve bitmiş, yıkık bir imparatorluktan çağdaş, kendi ayakları üzerinde durabilen, bağımsız, başı dik, üreten bir Cumhuriyet yaratmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı kahraman Türk halkı, ülkesi savaş ve açlıkla boğuşurken yabancı bankalarda altın depolayan II. Abdülhamit’leri değil, varını yoğunu ülkesi uğruna feda etmiş Mustafa Kemal’in izinde gittiği için bugünlerdedir ve mücadelesine devam etmektedir.

Dipnotlar

[1] Emine Kıray, Osmanlı’da Ekonomik Yapı ve Dış Borçlar, 4. baskı, İletişim yayınları, İstanbul: 2010, s.14-15.

[2] İsmail Yıldırım, “19.Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt II, No:2, Kasım 2001, s.315.

[3] Emine Kıray, a.g.e, s.22.

[4] Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi tarihi (1500-1914), İletişim Yayınları, İstanbul: 2003, s.228.

[5] Donald Blaisdell, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi, Doğu – Batı Yayınları, İstanbul: 1979, s.17-18-19.

[6] Şevket Pamuk, a.g.e, s.230.

[7] Şevket Pamuk, a.g.e, s.231.

[8] Murat Hulkiender, Bir Galata Bankeri’nin Portresi: George Zarifi (1806-1884), Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, İstanbul: 2003, s93-105.

[9] Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri 3, İstanbul: Kasım 1966, s.107.

[10] Doğu Perinçek, “Sultan Abdülhamit’in Yabancı Bankalardaki Milyonlarca altını”, Aydınlık, Nisan 16, 2017, (Çevrimiçi) https://www.aydinlik.com.tr/sultan-abdulhamitin-yabanci-bankalardaki-milyonlarca-altini

[11] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İş Bankası Yayınları, İstanbul: 2007, s.34.

[12] Donald Blaisdell, a.g.e., s.78-84.

[13] Şevket Pamuk, a.g.e., s.232.

[14] Emine Kıray, a.g.e., s. 170-175.

[15] Şevket Pamuk, a.g.e, s.237.

[16] Unsal Yavuz, “Askeri Strateji Açısından Türkiye’deki Demiryolları (1856-1923)”, Birinci Askeri Tarih Semineri Bildiriler II, Ankara: 1983, s. 187.

[17] Sina Akşin, 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Gerçek Yayınevi, İstanbul: Mart 1980, s.53.

[18] Rıfat Önsoy, “Muharrem kararnamesi ve Düyun-u Umumiye İdaresi”, Osmanlı Ansiklopedisi, İktisat Cildi, s.175-177.