Sıkıyönetim ve Camus’nun başkaldırısı

Işıltılı meydanların boşaltıldığı, sokakların sessizliğe terkedildiği, insanların evlerine kapatıldığı koronavirüs krizi sonrası, Albert Camus’nun Veba romanı çok gündeme geldi.

Camus’nun Veba romanından bir yıl sonra 1948 yılında kaleme aldığı Sıkıyönetim tiyatro eserine bu süreçte neredeyse hiç ilgi gösterilmemiştir.

Oysa Camus, Sıkıyönetim oyununda da veba imgesini anlatısının merkezine yerleştirmiştir.

Dünyanın her yerinde sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı, olağanüstü hal durumunun gündelik hayatın sıradanlığının parçası haline geldiği, orduların sokakları denetim altına aldığı, toplumsal disiplinin giderek arttığı bu sıradışı kriz koşullarında, Camus’nun Sıkıyönetim eseri en az Veba romanı kadar ilgiyi hak ediyor.

CAMUS'NUN ÖZGÜRLÜK SAVUNUSU

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Avrupa’nın ihtişamlı şehirlerinin harabeye döndüğü, yıkımın ağır kokusunun insanların ruhlarına sindiği dönemde yazılan Sıkıyönetim oyunu, İspanya’nın Càdiz şehrinde geçer.

Camus bu oyunla korkunun, baskının, şiddetin iktidarı ele geçirdiği Avrupa’da, insanın boyun eğmeyen özgürlük mücadelesini, Akdeniz ruhunun şiirsel diliyle onurlandırmayı amaçlamıştı.

Veba romanındaki gibi Sıkıyönetim oyununda da Camus, otoriter rejimlerin toplumları baskı altına alıp korkuyla yönetme şeklini veba hastalığıyla tasvir eder.

Camus, İkinci Dünya Savaşı’ndaki otoriter rejimleri veba metaforuyla ahlaki eleştirinin merkezine koyar. İnsan suretinde gelip iktidara el koyan Veba karakteri bir anlamda Hitler’i, Mussolini’yi, Franco’yu temsil eder.

Oyunda Càdiz halkının, Veba’ya karşı verdiği mücadelesi ise denizden esen özgürlük rüzgârıyla tasvir edilir: “Denize! Denize koşalım! Hangi hastalığa, hangi savaşa boyun eğmiş ki bu deniz! Kaç hükümet görmüş, kaç hükümeti gömmüş bu deniz! Ondan armağandır bizlere kızıl sabahlar, zümrüt aksamlar; suların uğultusu kıyılar boyu dinmez yıldızlarla bezeli göğün altında!”

Veba-deniz karşıtlığı üzerinden yükselen mücadele Diego karakterinin korkuya başkaldırıp sesini yükseltmesiyle denizden rüzgârlar esmeye başlar: “Susmak haksızlık karşısında, kaybetmek demektir zeytin ekmeği ve yaşama hakkını! Ekmeğinize sahip çıkmak için dahi yenmeye mecbursunuz korkunuzu! Uyan ey İspanya, uyan artık!”

Veba ve deniz sembolleriyle faşizmin bireysel özgürlüğü ezen baskısı ve bu baskıya yönelik başkaldırı, oyuna lirik bir üslup katmaktadır. Fakat, buradaki veba ile baskının salt bir soyutlama olarak ele alınışı faşizmin tarihsel dinamiklerinin gölgede kalmasına neden olmaktadır.

Aynı biçimde insanları baskı ve kötülüklerle savaşmaya iten, somut tarihsel güçler de gölgelenmektedir. Baskı ve kötülük gibi özgürlük ve başkaldırı da tarihin dışında, toplumun dışında betimlenir.

Veba’nın kovulmasından sonra eski yöneticilerin gelişini görüp kent halkına haber veren nihilist Nada karakteri: “İşte dönüyorlar! Geliyor mazinin, geliyor her devrin evlatları... Rahatla ey vatandaş, başlayacağız baştan! Sıfırdan başlayacağız! Dilsiz geldik bugünlere, sağır yaşayacağız bundan böyle” diye haykırır.

Kötülük gelir, geçer ve gider. İlerler ve çekilir, ama yok edilemez. Sisifos’un sürekli omuzlarında taşımak zorunda kaldığı kaya gibi, kötülük her an insanlığın ufkunu karartır.

Veba gider ama ne Camus ne de kahramanı Diego onun temelli gittiğine inanır.

Başkaldıran İnsan denemesinde “1789 devrimi de 1917 devrimi de modern devletin daha güçlenmesini beraberinde getirmiştir” diyerek Camus, kitlelerin tarihi yaratan bir güç olmasını, sıradan yoksul insanların en temel insan haklarını savaşarak, bedel ödeyerek dünyayı adım adım değiştirmesinden ziyade, insanlara birçok acılar getirmiş olan modern çağın ağırlıkla dramatik ve karanlık yanını betimlemiştir.

OTORİTERLİĞİ YANLIŞ OKUMAK

Şüphesiz Camus’den önce, modern dönem öncesi yaşanan büyük salgınlar sonrası toplumsal hayatta gerçekleşen değişime, disiplinin ve otoritenin yükselişine dikkat çekilmişti.

Camus’den sonra ise, bu eğilim faşizmin yıkımının trajik deneyimleri sonrası, modern otoriter rejimlerin köklerini irdeleyip ifşa etmeye yönelmişti.

Özellikle 1968 sonrası işçi sınıfının ve geleneksel solun gerilemesiyle birlikte, rejimlerin politik farklılıklarını göz ardı ederek modern devleti neredeyse otoriterlikle özdeş gören, modern olan her şeyin arkasında baskının basıncını hisseden Yeni Sol, akademide sahneye çıkmaya başladı.

Bu akademisyenler Ortaçağ’daki cüzzam ve veba gibi hastalıklarla mücadele etme yöntemlerinden yola çıkarak, modern devletin toplumu kontrol mekanizmalarının özgünlüğünü açıklamaya çalışmıştı.

Cüzzam hastalığında, hastalar tecrit edilerek toplumun dışına sürülür. Modern toplumlardaki yabancılaştırma, ötekileştirme, dışlama, göçmenlerin şehrin merkezlerinden banliyölere sürülmesi gibi uygulamalar cüzzam hastalığındaki uygulamaların ‘modernize’ edilmiş şekli olarak sunulur.

Veba salgınının görüldüğü topluluk ise karantina altına alınarak dışarıya kapatılır, ince ve detaylı bir analize tabi tutulur. Vebanın kontrol yöntemi modern devletin, özellikle otoriter rejimlerin, kitlelerin gündelik yaşamlarındaki ritüellerini yeniden düzenleme ve baskı araçlarının ‘modernleşmesi’ olarak ele alınır.

Sorun şu ki, modernizm tüm sınıf ilişki ve ideolojilerden bağımsız kendine içkin biçimde zamandan ve mekandan kopuk ele alınır.

Bundan dolayı modern devleti salt baskı ve otoriterlik olarak gören bu Yeni Sol, aslında modern olan her şeyde yozlaşma, bozulma gören muhafazakar düşünceyle dirsek teması halindedir.

Fransız muhafazakar düşünür Tocqueville’in, Fransız Devrimi sonrası modern devletin, en güçlü kralların dahi hayal edemeyeceği ölçüde toplum üzerinde nüfuza sahip olduğuna dair sözleri hatırlandığında, Camus’nun başkaldırısı da muhafazakar düşüncenin çok uzağında olmadığı görülür.

TOPLUMSAL DİSİPLİNLE YÜKSELEN ÖZGÜRLÜK

Tarihsellikten uzak ahlaki değerlendirmelerde bulunmasına rağmen Camus, derin sanatsal sezileriyle tarihsel gerçekliği yakalamıştır.

Modern dönemde, kriz ve savaş sonrası alt üst olan topluma yeni ruhla yepyeni formda hayat veren devrimlerle beraber merkezîleşme eğilimleri artarken, modern devletler eskisinden daha güçlü biçimde inşa edilmiştir.

Büyük salgınlar, toplumsal krizler, savaşlar karşısında toplumu bir arada tutan menteşelerin gevşediği hatta toplumları ayakta tutan sütunların çatladığı gerçektir.

Önemli olan toplumu yeniden ayağa kaldıracak yeni sütunların hangi ahlaki ve siyasi ilkeyle yeniden inşa edileceği, toplumun hangi politik zemin üzerinde yeniden yükseleceğidir.

Kriz koşullarında yan yana gelemeyen zıtlıklar birbirine yaklaşır. Zorunluluk ile özgürlük arasındaki kadim çelişkinin kriz sürecinde aşılması, iki kavramın yana yana gelerek, birbirini içererek bütünleşme imkânı belirir.

Toplumsal disiplinin yükseldiği her yerde otoriterliğin sancağını gören Camus’nun pesimist bakışının tersine, kriz koşullarında bir zorunluluk olarak yükselen disiplin, toplumsal özgürlüğün kapılarını aralayabilir.

Liberalizmin bireyin gelişimine, yetkinleşmesine ket vuran kamusallığın ötesinde, devrimlerle güçlenen toplumlarda gerçek özgürlük tüm parlaklığıyla yepyeni bir kamusallık yaratmıştır.

Bu kamusallık 1789 Devrimi ile Sans Culottes’lar ve Paris Komünü, 1917 Devrimi ile Sovyetler ile insanlığın özgürlüğünün sınırlarını genişletmiştir. Liberalizmin parlamentolarının hiçbir zaman temsil edemediği demokrasi de bu kurumlarla hayat bulmuştu.

Camus’nun düşündüğü gibi, salt bireysel özgürlüklerin güçlenmesiyle otoriter rejimler engellenemez.

Çünkü burjuva toplumunda birey toplumdan yalıtılarak yalnızlaştırıldığı, toplumsallığı parçalandığı için Batı’da otoriter rejimler güçlenmiştir.

Bundan dolayı, bireyi yeniden toplumla buluşturarak toplumsallığı güçlendirerek, otoriter rejimlerin yükselişine engel olunur.

Bireyin özgürlüğü ancak disiplinli biçimde kenetlenmiş bu toplumsallık içinde güvence altına alınabilir.

Kriz sonrası toplumların, özgürlüğe ket vuran liberalizmin esaret duvarları içinde kalmaya devam etmeleri durumunda, nihilist Nada’nın dediği gibi, insanların sokak ortasında cesetlerinin sergilenmesine neden olan eski sistem daha baskıcı biçimde tekrar gelecektir.

Liberalizmin sınırlarını aşamayan toplumlar dilsiz ve sağır olarak yaşamaya devam edecektir. Bu sınırları aşan toplumlar ise, insanlığın en güzel ütopyalarını dile getirip, özgürlüğün ahenkli seslerini duyacaktır.

O vakit denizden özgürlük rüzgârı esmeye başlar, Potemkin zırhlısı çelik disiplinle özgürlüğün rotasını çizer. Bandırma vapuru, yüzyıl sonra bile bir halkın özgürlük ve bağımsızlık ideallerine ilham vermeye devam eder.

Hayat liberalizme sığmaz!