Türkiye'nin önünde hangi yolu açacaksınız

İşte yine oralardaydık... Yüreğimi yakan yerlerde... Bursa'nın, Söke'nin adam diksen biter denilen o bereketli topraklarında... dünya coğrafya kitaplarında bile adı anılan ovalarında... Orada bir köyde, çok da uzak olmayan Avşar Köyünde bir düğünün ilerleyen saatinde bir vatandaşımız geldi, karşımıza oturdu, masaya elini vurdu ve dedi ki...:
-Ben yanıyorum, derdim büyük; millet İstanbul seçimleriyle uğraşıyor!
Acaba İstanbul'u bu nedenden mi konuşuyoruz?

Haftaya İstanbul'da oy kullanacaksınız.

Ben 23 Haziran Pazar günü sabahtan sizinle birlikte olamayacağım. Seçim yasakları başlayacak. Şimdiden söyleyeyim. Elinizi yüreğinizin üzerine ve bilincinize koyun. Türkiye'nin önünde hangi yol açılacak?
Yangına bir oyla da olsa su taşıyan mı?
Yoksa tıpkı geçmişte yaptığınız gibi sarı saçına, fularının yalancı rüzgarına ya da Amerikalı yengemizin tatlı Türkçesine kapılıp 15 günde 15 reçeteyle yangını ateşleyen çizginin devamını körükleyenlere mi? Şu daha başlar başlamaz neredeyse ilan edilen “şehir devlet” “demokrasisi” size alkışlarla karşıladığınız “küreselleşme” ve “özelleşip güzelleşme” belalarını anımsatmıyor mu?

DÜMENDE KİM OLSUN

Türkiye karar aşamasında.
Bir oyunuz bu açıdan çok önemli.
Bitmiyor ama yeni bir süreç başlayabilir.
Er ya da geç. Varacağımız liman kaçınılmaz.
Türkiye gemisinin kaptan köşkü ve dümeninde kim olsun?
Sağ salim bu bereketli toprakların üreticilerinin limanına mı rotayı çevireceğiz?
Yoksa Pentagon'daki, Washington'daki seçmenlerin mi?
Ya da reklam şirketinin masalarından yükselen sigara dumanları arasında gözünüz gözleri görmeden önerilen “ya usta... galiba Aydınlık değil de, Washington Post tarzı geçerli” diyen önerilerin suyunun kirli tiridine mi bandıracaksınız...

AYDINLIK VE WASHINGTON POST

Şunu açık söyleyeyim. Aydınlık da, Washington Post da Türkiye'yi iyi tanıyor.
İkisinin de arkasında anlamlı, gerçekçi güçler var.
İki yol önerisi.

Düzlüğe mi çıkacağız yoksa kavalın büyü tozlu nağmelerine kapılıp kayalıklara mı bindireceğiz?
Oyunuz çok değerli.
Son hafta elinize lütfen büyüteci alınız, bu açıdan bakınız.

KİRAZIN HATIRI BİR BUÇUK MİLYAR ÇİNLİNİN SORUMLUĞU

İşte Kiraz Bursa, İznik'in Tacirler köyündeyiz. Kiraz festivali var. Bana da dünyanın en zor işlerinden birini vermişler. Festivalde yarışan üreticilerin kirazlarından hangisi birinci, ikinci, üçüncü olsun diye seçecek jüriye katmışlar... Gel de karar ver... Ne zormuş memleketimin kirazlarının hatırını kırmak... 20'den fazla kutunun içinden birer birer tattık.

Sorun hemen söyleyeyim.
İstanbul'a kim belediye başkanı olsun?
Şıp diye biliyorum.
Ama kirazda zorlanıyorum.

Çünkü aklım bir yandan da Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in çağrısıyla üç büyük kentimizde toplanan sanayicilerimizde, üreticilerimizde... Her Çinli şu kirazlardan birer tane yese hesabında...
Geminin kaptan köşkünü gözüm kapalı önerebilirim, elimle koymuş gibi bilirim.

Ama kiraz bu! Bir de Türkiye ekonomisinin ve o kadar Çinli'nin de sorumluğu var.

Şaka bir yana İznik Belediye Başkanı Kağan Mehmet Usta'dan da biraz bilimsel kopya aldım sapı, rengi, boyu gibi kıstaslar açısından ama damak tadımıza göre oyumu kullandım. Tam isabet! Övünmek gibi olmasın, birinci seçtiğim birinci oldu.

Ne İznik'in ünlü mehter konserine, ne gençlerin özgün yöresel oyunlarına ama en çok da Tacirler'in çalışkan ve becerikli kadınlarına doyum olmuyor... Sözüm var yatıya gideceğim.

AFŞAR DÜĞÜNÜ

Acelemiz vardı, hemen ayrıldık. Yolda gölün kıyısında mis kokulu ıhlamur ağacının gölgesinde mola. S-400'ler konusundaki son gelişmelere ilişkin Genel Başkan canlı yayında. Bursa'ya gelince Doğan Bey ünlü saç kavurmasını yedirmeden bırakır mı? Özel ekmeğini de yemek şifadır. Hep benden bu durumlarda duymaya alışık olduğunuz cümleye geliyorum... etine, ekmeğine, domatesine, balına, yağına kurban olduğum memleketim... nasıl bir haksızlıktır bu sana..! Ekonomide ve siyasette karar verici yerlere gelme aşkımız depreşiyor!

Ve vuruyoruz İzmir üzerinden Söke ovasına... Afşar Köyünde düğüne yetişeceğiz. Oğlan bizim, kız bizim. Afşar'ın yeri başka bizim geçmişimizde. Taa 1960'lardan bu yana.
Yolda pencereden bakmayayım diyorum ama kendimi tutamıyorum. Bari bu akşam iç yangısına tutulmasam... ama ne mümkün... Ah bu topraklar! Ah bu çiftçiler! Ah bu mühendisler! Ah bu plancılar! Azıcık destek görse, biraz gübre, biraz mazot, biraz tohum, biraz kredi... güle oynaya ne mucizeler yaratır. Ele güne muhtaç etmez bizleri... Yeminlen! Getirin altına imzamı atayım...
Eveet... geldik düğüne... İki zurna, iki davul... Hiç o cazı dinlediniz mi... dem tutarlar karşılıklı... Ben bir kez üçlüsünü dinlemiştim... İnanılmaz... Milas, Selimiye'nin bir köyü silme böyledir. Kundaktan üflenir kulaklarına... Karşılaştırmak gibi olmasın ama, parantez içinde söyleyeyim. Onu da yerinde dinledim çünkü; Amerikan köylüsüne bin basar. Hazır açmışken ikinci bir parantez daha açayım. Zurna çalanlardan birinin tişörtünde ilginç bir rastlantı kocaman New York yazıyordu. Bütün gece battı bana. Zaten elimden gelse ikinci bir emre kadar hele de köylük yerlerde İngilizce yazı baskılı tişörtleri yasaklarım. Elimde olmadan okuyorum, tabii, neler neler...

DOĞU PERİNÇEK AĞLIYOR

Burası zeybeğin has memleketi.
Çıktılar meydana... Kerimoğlu, Muğla zeybeği, Perinçek çok sever diye Koca Arap...
Öyle bir dönüyorlar, öyle bir kabarıyorlar öylesine yükseliyorlar ki, sanırsınız başları göğe erecek...
Nasıl bir gurur ve güven! Nasıl bir ciddiyet! Kurallara hem uyum var; diyelim oyunun ortasında girilmezmiş, girmiyorlar; hem de kişisel özgürlük ve yaratıcılık... Sanki her adımı düşünüp tartıp karar veriyorlar gibi... Karadenizli'nin şöyle söylediği rivayet olunur: Bu kadar düşünsem ben de oynarım, ne var...
Ama iş gerçekten başka...

Ben de bakıyorum bakıyorum yıllardır, oynamak istiyorum, hatta ders almak istiyorum. Ama sonradan olur mu acaba... Birçoğunu oynuyorum, çok seviyorum. Ama nedense zeybeğe hakkını veremem diye herhalde cesaret edemiyorum.

Belki çok çalışırsam başarırım.
Gençlerin duruşu başka, eskilerin ince ayrıntıları, ayağın burnu topuğun sırasını sanki özenle bekliyor gibi... saygıda kusur hiç yok. Yıllardır süzülmüş gelmiş belli.
Masanın karşısındakilerin bakışından anlıyorum. Kafamı bir çeviriyorum. Doğu Perinçek yanımda sessiz sessiz ağlıyor...

Şıpır şıpır gözyaşları...

Gerçek.

Etrafta kamera yok. Reklam ve halkla ilişkiler şirketinin kiralık “promtırı” yok! Benim kötü telefonumla fotoğrafını yandan farkettirmeden çekmeye çalışıyorum.
Önce meslekgörevi, sonra mendil...

TÜRKİYE YIKILMAZ

Benden bir yaprak kağıt istiyor, not alıyor; ben de hemen göz ucuyla bakıp kopyalayıveriyorum:

“Avşar'da zeybek oynandığı sürece Türkiye yıkılmaz...”
Hadi bakalım, gelin de tutun kendinizi.
Bir köylümüz geliyor onun nedeni başka:

-Sen televizyonda çıktığında ben hep ağlıyorum.
Sonra bize açıklamasını yapıyor:

-Ömrü hapislerde geçti ama Türkiye Cumhuriyeti'nden hiç şikayetçi olmadı. Beni bitirdi!
Genel Başkan, Afşar Köyü'nü ev ev biliyor:

-Sizin ki yokuşu çıkınca değil miydi?

Dağlarını, tepelerini, kovuklarını...

Tütün ve pamuk köylüsünün mücadelesi. Avukatlık anıları.
Partimizin kıymetlisi Durmuş Abi'miz (Uyanık) buralı. Beş kızı, eşi hepsi çoluk çocuk Partililer. Günaylar, Uyanıklar, Albaklar, Gökler, Bakarlar, Özkökler, Özcanlar, Koca Şükrü, torunlar... tosbağalar... o ooo bir dokunuyorsun bin öykü dinliyorsun.

Biri geliyor bana anımsatıyor:

-Silivri'de çadırda görüşmüştük. Bak Allah'ın işine şimdi buradayız...
Dar günün dostaları.

“Çamlar duruyor mu, çamlar...” diye soruyor.

O zaman içerideki her tutuklu adına dışarıda ağaç dikmiştik. Üzerlerine adlarını yazmıştık. Büyümüşlerdir şimdi.

Düğün sürüyor.
Yeniliyor, içiliyor, paylaşılıyor...
Kentli düğünlerinin, hangi salon olursa olsun yediden yetmiş binine Ankara havası çaldı mı “kaldıramıyom kolları” anlaşılır ki artık sonuna yaklaştık... Burada kollar hep havada zaten...

Bitmiyor.

Zurna 48 saat üflenir mi; üfleniyor. Su şişesi ve pipetle çalışıyorlarmış, bilmiyordum.

Yine o ünlü cümleme geldim.
Ne yapayım. Bütün yollar oraya çıkıyor.
Ah kurban olduğum memleketim, yörüğüne de kültürüne de canım kurban.
Ankara aşkımız bir kez daha kabarıyor.