Vurun kadın istihdamına!

25 Kasım, “kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele günü” yaklaşırken konuyu millî üretim seferberliğinin önemi üzerinden ele almak istiyorum.

Kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel bir suç değil toplumsal yapının çarpıklıklarını açığa vuran derin bir yaradır. Bugün, her türlü cezai önlemin, yasal düzenlemenin ve toplumsal farkındalık çağrısının ötesinde, sorunun köküne inmeyi gerektiren bir gerçeklikle karşı karşıyayız. O kök, kadının üretim ilişkilerinden, istihdamdan ve toplumsal güç alanlarından uzaklaştırılmasıdır.

Kadına yönelik şiddetle mücadelenin en güçlü zemini, kadınların üretimdeki yerini yeniden inşa etmekten geçer. Üretmeyen, ekonomik olarak bağımsızlaşmayan kadın, her türlü sömürüye, eşitsizliğe ve şiddete açık hale gelir.

HEM SUÇLU HEM GÜÇLÜ BİR DÜZEN

Geçtiğimiz günlerde, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 2026 yılı bütçesini sunan Bakan Mahinur Özdemir Göktaş’ın bir cümlesi çok tartışıldı. Ne dedi Bakan?

“Türkiye’de doğurganlık hızının düşmesi meselesi yalnızca gelir düzeyiyle veya ekonomik büyüklükle açıklanabilecek bir konu değildir.”

Bu cümle bazıları tarafından yanlış ve ters anlaşılmak istendi. Doğurganlıkta düşüşün sebebi kadının çalışmasına, kadın istihdamının yüksekliğine dayandırıldı! Hâlbuki doğurganlığı da azaltan kadını da üretim ilişkilerinden uzak tutan, şiddete maruz bırakan ve toplumu da çürüten insanı sömürmek üzere kurulan bu düzenin kendisiydi.

DÜZENİN ÇIKMAZINDA KADIN

Hep söylüyoruz, kapitalist sistem, üretim süreçlerinde kadının var olmasından hoşnut değil. Çünkü kadının ailesi var, doğum yapıyor, çocuk bakıyor; yani işveren için “maliyetli” bir iş gücü olarak ortaya çıkıyor. Erkek ise daha az sorun çıkarıyor, her işe koşturulabiliyor! Sistem erkeği işte, kadını evde sömürmeyi kâr sayıyor. Ve yarattığı sorunları birbirinin üzerine yıkarak kendine alan açmaya çalışıyor. Bir çeşit psikolojik savaş yürütüyor, psikolojik şiddet uyguluyor.

1980’lerden bu yana “serbest piyasa” adı altında ülkemizin üretim yapısında yaşanan dönüşüm, kadın emeğini görünmez kıldı. Kamusal üretim alanları daraldı, sosyal devlet geriledi, bireysel kurtuluş masalları yaygınlaştı. Kadınlar eve kapatılmaya çalışıldı; çocuk bakımı, ev içi emek ve tüketim kültürünün dişlileri arasında sıkıştırıldı.

Kadına yönelik şiddet, aslında kapitalist sistemin insana ve emeğe bakışının bir yansımasıydı. Kâr hırsının insanın önüne geçtiği, emeğin değersizleştiği, tüketimin kutsandığı bir dünyada kadın, kaçınılmaz olarak “meta” haline geldi. Bu düzen, kadını hem ekonomik hem kültürel olarak nesneleştirdi.

KADINI DA TÜRKİYE’Yİ DE MİLLÎ ÜRETİM SEFERBERLİĞİ KURTARIR

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadın, üretimin ve kalkınmanın asli unsuru olarak görülmüştü. Kadın emeği yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel bir dönüşümün taşıyıcısıydı. Bugün o dönemin devletçilik, halkçılık, devrimcilik ilkelerine dönmeyi neden istiyoruz? Çünkü bu ilkelerin kadını güçlendirerek toplumu da yükselteceğini tecrübeyle gördük, biliyoruz.

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için önce üretim, istihdam ve eşitlik temelli bir toplum inşa etmek zorundayız. Kadın üretirse ülke güçlenir; kadın güçlenirse toplum şiddetten arınır.

Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleriyle, üreten, dayanışan, eşit bireylerin Türkiye’sinde, kadını ve erkeğiyle omuz omuza bir üretim seferberliği, sadece ekonomiyi değil, vicdanları da onarır.

Bugün her zamankinden fazla inanıyoruz ki kadının kurtuluşu ile Türkiye’nin kurtuluşu birlikte gerçekleşecektir. Bu kurtuluş için millî üretim seferberliğinden, üretim devriminden başka yol yoktur. Türk kadını bu devrime hazırdır.