Erkan Rehber

rehber@erekonomi.com

Son Yazıları

Sözleşmeli tarım yasası

Son günlerde tarımın sürdürülebilir bir yapıya kavuşabilmesi için sözleşmeli tarım uygulamalarının önemi, bu konuda hazırlanan yasa tasarısının Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin gündemine gelmesi nedeniyle tekrar tartışılmaya başlamıştır. Yapılan tartışmalara bakılınca tarafların bu konuda yeterli bilgi sahibi olmadıkları görülmektedir. 1986 yılından beri bu konu üzerinde ulusal ve uluslararası düzeyde çalışma ve yayınlar yapmış bir akademisyen olarak konu hakkında kısa bir değerlendirme yapmakta yarar görülmüştür.

Her şeyden önce Türkiye’de sözleşmeli tarım uygulamalarının yeni olmadığının altını çizmek gerekir. 1926 yılından itibaren ilk şeker fabrikasının kurulması ile birlikte pancar üreticisi ile fabrikalar arasında sözleşmeli tarım ilişkisi başlamıştır. 1951 yılından itibaren pancar üreticileri kooperatif şemsiyesi altında örgütlenmişlerdir. 1994 yılına kadar pancar üreticilerinin bu kooperatiflere üyeliği zorunlu iken, şeker fabrikalarında görevli ziraat mühendisleri ve çalışanları kooperatiflerle çok yakın işbirliği içinde olmuşlardır. Bu şekilde sözleşmeli tarım modelinin başarılı uygulaması gerçekleşirken, Türkiye’ye de sözleşmeli tarım konusunda örnek bir model ortaya çıkmıştır. Daha sonra özelleştirme çalışmaları ile bu başarılı uygulamada değişime uğramıştır. Bunların dışında Türkiye’de uzun süredir, kasaplık piliç üretimi, domates başta olmak üzere birçok sebze ve meyve üretiminde sözleşmeli üretim uygulaması söz konusudur. 2015 yılından sonra sanayide işlenen süt alımları için sözleşmeli ilişkiler zorunlu hale getirilmiştir.

Yazının Devamı

Küresel salgın ve tarım tartışmaları

Küresel salgın tüm insan yaşam ve faaliyetlerini etkilerken tarımın bunun dışında kalması düşünülemez. Dünyada kabul edilen ortak görüşe göre salgın döneminde sağlık sektörü öncelikli korunması gereken sektör iken ikinci sırada gıda-tarım sektörü gelmektedir. Salgının tüm dünyada gıda üretim ve dağıtımındaki sorunları artırdığı yadsınamaz bir gerçektir. Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) salgın nedeniyle dünyada sayıları bir milyarı bulan açlık sorunu yaşayan nüfusun 83-132 milyon daha artacağı tahmininde bulunmuştur. Kuşkusuz bu konu doğrudan gıda güvencesi ve gıda egemenliği ile ilgilidir.

Salgının başlangıcında getirilen sınırlamalar ve karantina önlemleri gıda üretim ve arzını olumsuz etkilese de kısa sürede bu sorunlar bir ölçüde çözülmüştür. Ancak dış satım konusundaki sorunlar daha kalıcı olmuştur. Gıda talebi açısından en önemli olumsuzluk, gıda dağıtımındaki aksamalar yanında, mevcut gelir adaletsizliği ile birlikte karantina önlemleri nedeniyle çalışma olanağını yitiren sosyal grupların satın alma güçlerindeki azalma ve gıdaya erişim olanaklarının sınırlanmasıdır. Tüm ülkeler bu sorunların yükünü azaltma yolunda kendi yapılarına göre önlemler almaya çalışmaktadır.

Yazının Devamı

Kentsel/ kırsal tanımı ve Türkiye

Sanayileşme ile birlikte tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de şehirleşme süreci başlamış giderek de hız kazanmıştır. Güncel tanımlamayla şehirler kent olarak isimlendirilerek, kente ilişkin veri ve bilgiler kentsel, bunun dışında kalan yerleşim birimleri kır alanlar kabul edilip, bu alanlara ilişkin veri ve bilgilerde kırsal olarak nitelendirilmektedir. Kırsal alan tanımlaması, bu alanların genellikle tarımsal alan olarak varsayılması nedeniyle tarım açısından oldukça önemlidir. Türkiye’de yapılan sayımlarda il ve ilçe merkezleri kentsel alan kabul edilirken, belde ve köyler kırsal alan olarak ele alınmaktadır. 1988 itibarıyla Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD farklı bir yaklaşımla kırsal alan tanımlamasına giderken, Türkiye İstatistik Kurumu aynı yöntemi kullanmayı sürdürmektedir.

***

Yazının Devamı

Tarıma bakış

Kış ortasında mevsimsel ürünlerin tezgâhlarda yer alması Türkiye’de tarımsal üretimin zenginliğini ve tüm zorluklara karşın devam ettiğini göstermektedir. Ancak bu zenginlik ve işleyişin sürdürülebilirliği tehlike altındadır. Üreticiden tüketiciye ulaşan zincirde sistemin temel taşı olan üretici üretimden vazgeçerse sistemin çökeceği unutulmamalıdır. Bu zincirde yıllardır değişmeyen sorunlar vardır. Örneğin, yaş meyve sebze pazarlamasında yer alan hal sistemi çok sık değiştirilirken neden komisyonculuk kaldırılmamıştır? Türkiye’de ticaret borsalarının tarıma katkısının ne olduğunu bilen var mıdır? Dünyada olan ve Türkiye’de özenilen emtia borsaları kime hizmet etmektedir? Sayılara bakıldığında örgütlü olduğu görülen çiftçiler neden demokratik örgütlü bir kitle olamamışlardır? Neden tarım alanları işlenmeden bırakılmakta üretici sayısı giderek azalmaktadır? Burada daha birçok sorun sıralayabiliriz. Yılların birikimi olan ve son 20 yıldır izlenen tarım politikalarıyla da giderek ağırlaşan sorunlara ve bunların çözümlerine yazılarımızda yer vermeye çalışıyoruz. Son tartışmaların ışığında öne çıkan birkaç soruna değinelim.

Elektrik, doğalgaz, yakıt, haberleşme ve iletişim vb. ürün ve hizmet fiyatları kamunun denetiminde artırılmakta ve yaşanan enflasyon yüzde 30’lara yaklaşmaktadır. Yüksek enflasyon ve nedenlerini araştırmak ve kalıcı çözümler bulmak gerekirken, gıda fiyat artışları gündeme getirilmekte, bilinçsiz olarak kış ortasında domates, patlıcan, biber vb. ürün fiyatları tartışma konusu yapılmaktadır. Geçen yılın ilk aylarında soğan ve patates gibi ürünlerin fiyatları artınca, depoların basılması, tanzim satışları ile piyasanın düzenlenme gayretleri hepimizin hafızasındadır. Bu yıl tam tersi yaşanmaktadır. Patates, soğan fiyatları maliyetlerin altına düşünce, geçen yıla benzer mucize yöntemler bulunamamıştır. Sorunun çözümünü, dar bir bakışla fiyat kontrolü, fiyat istikrarı gibi adlandırmalarla fiyat denetimine bağlamak son derece yanlıştır. Fiyat kontrolü ancak kriz dönemlerinde başvurulabilecek uç bir uygulamadır. Bu temel sorun üretim-talep dengesini sağlayacak planlı bir üretim modeli yaratılarak çözülebilir. Çözüm üretim öncesinden, ürüne satış garantisi yaratmakla sağlanabilir. Bu da ancak, üretici örgütlerinin pazarlık gücüne sahip olduğu bir sözleşmeli üreticilik sistemi ile olanaklıdır. Örneğin Türkiye’de süt üretiminde sözleşmeli ilişkiler zorunlu hale getirilmiştir. Süt Konseyinin önerdiği düzey dikkate alınarak fiyatlar saptanmaktadır. Bu sistem de üretici açısından sağlıklı işlememektedir. Bu modelin sağlıklı işleyebilmesi için üretici örgütü süt alıcısı firma ile fiyat başta olmak üzere sözleşme koşullarının saptanmasında pazarlık gücünü kullanabilecek bir yapıda olmalıdır. Örgütler, idari ve hukuki açıdan kurumsal bir yapıya kavuşturulmalıdır. Örneğin bir firma ödemesini yapmadığında veya geciktirdiğinde çiftçi tek başına kalmamalı, örgüt hukuki işlemleri başlatmalıdır. Bu modelin tüm sektörler için uygulanması üretici mağduriyetini kesinlikle önleyecektir. Kasaplık piliç üretimini düşünelim. Firmalar üreticilerle kendi koşullarını dayatarak sözleşme yapmaktadırlar. Benzer yapı ve sorunlar bu sektörde de vardır. Örneğin, firmalar üreticiye bedeli karşılığı yem vermektedirler. Tek başına bir üreticinin bu yemin sözleşmedeki özelliklere sahip olup olmadığını test ettirme olanağı ne ölçüde vardır? Belirtilen özellikte bir örgüt olursa bu işlem otomatik olarak örgüt tarafından yapılabilir. Bunun gerçekleşme ihtimali bile, yanlış uygulamaları ortadan kaldıracaktır.

Yazının Devamı

Boğaziçi tartışmalarının anımsattıkları

Bu köşede deneyim ve ilgi alanımız çerçevesinde, çok sık olmasa da Türkiye’de yüksek öğretim sorunlarına değinmeye çalıştık. 1980 darbesinin ardından 6 Kasım 1981'de yüksek öğretim kurumları yeniden yapılandırıldı ve kısaca YÖK olarak anılan bir sistem oluşturuldu. Kendisi de hiçbir zaman özerk olmayan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) yönetiminde Türkiye yüksek öğretimi daha önceki sistemden tamamıyla farklı olarak yukarıdan aşağı otoriter bir anlayışla yeniden yapılandırıldı. Yaklaşık yarım asır geçmişi olan bu yapı iktidara gelen hükümetlerce 12 Eylül darbesinin ürünü olarak eleştiri konusu yapılmıştır. Ancak, 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası sıkça değişiklik yapılan bir yasa olurken, hiçbir hükümet eleştirileri ortadan kaldırma yönünde temel bir değişiklik yapmamıştır.

Boğaziçi Üniversitesi rektör atamasıyla başlayan gösteri ve tartışmalar YÖK konusunu yeniden gündeme taşımıştır. YÖK sisteminin birçok aksayan ve mutlaka değiştirilmesi gereken yönleri varken, daha önceleri de sıkça yapıldığı gibi, yine özerklik konusu öne çıkarılmış ve buna bağlı olarak da seçim gündeme getirilmiştir. Çok sağlıklı bulmadığımız bu bakış açısını tartışmaya geçmeden kırk yıllık YÖK döneminin eleştirilmesi gereken uygulamalarından bazılarını anımsatalım istedim.

Yazının Devamı

Türkiye’de dünden bugüne tarımsal eğitim

Geçen ay 10 Ocak'ta Türkiye’de tarımsal öğretimin 175. yılı kutlandı. Bu yıl salgın hastalık nedeniyle kutlamalar elektronik ortamda yapıldı. Bu tarihler tartışmalı olsa da meslekte 50. yılımı tamamladığım gerçek. Tarımda eğitimin dünden bugüne değişimlerinin özeti bile bir kitap olur. Bu güçlüğe karşın, tarımsal eğitimdeki değişimleri yüksek öğretim öncesi ve yüksek öğretim olarak özetlemeye çalışalım.

Kutlamaların 175. yılı dendiğine göre Türkiye’de gerçek anlamda tarımsal öğretimin başlangıcı 1846 olarak kabul edilmektedir. Gerçekte İstanbul Halkalı Ziraat Mektebinde eğitim 1847 yılında başladıktan sonra kesintiye uğramıştır. Ziraat Bölümü’ne öğrenci alınarak 1892 yılında eğitim başlamıştır. Daha sonra okul Halkalı Ziraat Mektebi-i Âlisi ismini almıştır. Okul, Osmanlı’dan sonra Türkiye Cumhuriyeti devrinde de hizmet vermeye devam etmiş ve birçok mezun ileri öğrenim görmek üzere Almanya ya gönderilmiştir. Bu dönemde Bursa, Ankara gibi illerde de ziraat okulları açılmıştır. 1914 yılında savaş nedeniyle tüm okullarda eğitime ara verilmiştir. Ankara’daki okulun, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşının ilk yıllarında karargâh olarak kullanması açısından tarihi önemi vardır. Halkalı Ziraat Mektebi-i Âlisi 1916 yılında yeniden açılmış, 1922 yılında okul müdürlüğü rektörlük unvanı almıştır. Islah-ı Tedrisat Kanunu gereğince okul 1928 yılında kapatılmıştır. Öğretim elemanları Ankara’da açılacak enstitüde görevlendirilmiştir. Aynı yerde 1930 yılında Halkalı Ziraat Mektebi adı ile üç yıl süreli orta dereceli meslek okulu öğretime açılmıştır. 1980 yılında öğretim süresi dört yıla çıkartılan okul 2001 yılından itibaren peyzaj ağırlıklı öğretim yapması için Zirai Üretim İşletmesi ve Peyzaj Meslek Lisesi adını almıştır. Bu okul ise 2005 yılında kapatılmıştır. Bunun yerine bakanlığa bağlı bir Eğitim Merkezi Müdürlüğü kurulmuştur. 2010 yılında ise Ziraat Okulu'nun yaklaşık 357 dekarlık arazisi İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesince kullanılmak üzere İlim Yayma Vakfı'na tahsis edilmiştir. 2021 yılında ise, aynı alanda bulunan İstanbul’daki Zirai Karantina Müdürlüğü’nün binasının 10 dönüm arsasıyla birlikte aynı vakfa tahsis edildiği bilgisi basına yansımıştır.

Yazının Devamı

Teknolojik gelişmeler ve tarım

İnsanlık, geçmiş yılın başından beri tarihinin en önemli salgınının olumsuzluklarını yaşayarak yeni bir yıla girmiştir. Bu dönemde insanın yaşamsal gereksinimlerinin temel kaynağı olan tarım ve gıdanın önemi bir kez daha hatırlanmıştır. Her alanda olduğu gibi bilim ve teknolojideki gelişmeler tarım alanında da önemli değişimler yaratmaktadır. Tarımın doğal koşullara bağlı olması ve insan hayatındaki yaşamsal önemi, bu uygulamaların diğer sektörlerden farklı bir anlayışla ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra tarım, ticari ve endüstriyel bir yapı alırken üretim açısından önemli artışlar sağlanmıştır. Bunun yanında, çevre ve insan sağlığı açısından bir takım sorunlar da ortaya çıkmıştır. Tarımın sürdürülebilirliği dikkate alınarak, tarımsal kaynakların korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması konuları tartışılmaya başlamıştır. Diğer sektörlerde bilim ve teknolojinin getirdiği yeniliklerden geriye dönüş olmadığı gibi, geri dönüş fikri gündeme bile getirilmez. Ancak, tarımın doğal koşul ve kanunlara bağlı olması tarımı ayrıcalıklı kılmaktadır. Yani tarımda her aklınıza gelen yeniliği ve teknolojiyi sonuna kadar uygulayamazsınız. Uygularsanız bunun olumsuzlukları ile kısa dönemde olmasa bile uzun dönemde mutlaka karşılaşırsınız. Çok geniş olan bu konuya bir makale kapsamında kısaca değinebiliriz.

Yeşil devrimle başlayan tarımda kimyasalların ve ıslah edilmiş tohumların kullanımının yarattığı üretim artışları başarılı olarak değerlendirilirken, bu uygulamaların toprak ve su kirlenmesi başta olmak üzere tarımı olumsuz etkilediği saptanmıştır. Bunun yanında artan karbondioksit (CO2) yayılımı, biyolojik çeşitliliğin yok edilmesi gibi çevre ve tarıma zarar veren sonuçlar ortaya çıkmıştır. Bu doğrudan ve dolaylı olumsuzluklar, doğal kaynakların kullanımı ve tarımsal üretimde sürdürülebilirlik anlayışını yaratmıştır. Bu amaçla tarımın kontrol altına alınması için yasal düzenlemeler yapılırken, alternatif tarım uygulamaları geliştirme ve uygulamaları büyük önem kazanmıştır. Nitekim organik tarım, iyi tarım uygulamaları gibi kavram ve uygulamalar yaygınlaşmıştır.

Yazının Devamı

Tarım ve gıda etiği

Dünya tarım ve gıda sistemi endüstrileşme, ticarileşme ve küreselleşme ile giderek insan, hayvan ve çevreye zarar veren bir yapıya dönüşmüştür. Bunların yanında, özellikle genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) gibi uygulamaları içeren biyo-teknolojik gelişmeler önemli tartışmaları ve arayışları gündeme getirmiştir. Canlılar ve çevreye zararlı olduğu kabul edilen, girdi yönetimi, üretim, işleme, dağıtım, ticaret ve tüketim zinciri olarak tanımlanan tarım ve gıda sisteminin işleyişinin bir takım değer ve normlara dayanması gerektiği üzerinde durulmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler ışığında 20. yüzyılın sonundan başlayarak tarım ve gıda etiği gündeme taşınmış, konu bilimsel ve örgütlü bir biçimde ele alınmaya başlamıştır. Örneğin 1998 yılında İngiltere’de Gıda Etiği Konseyi, 1999 yılında Avrupa Tarım ve Gıda Etiği Derneği kurulurken, biraz gecikmeli de olsa Türkiye’de de 2016 yılı başlarında Türkiye Tarım ve Gıda Etiği Derneği faaliyete geçmiştir.

Bu konuda açık kaynaklarda bilgi bulmak zor değil. Özellikle yukarda isimleri verilen örgütler bir şekilde konu ile ilgili görüşlerini ortaya koymaktadırlar. Bu bilgilere genel olarak bakıldığında, etik konusu tarım ve gıda sisteminin işleyişi ile ilgili olması gerekirken, bir anlamda gıda sorunları gibi sunulmaktadır. Örneğin açlık sorunu, gıda güvenliği, hayvan refahı ve hatta gıda egemenliği gibi konular etik başlığı altında sunulmaktadır. Ayrıca konunun meslek etiği gibi algılanması da söz konusudur. Örneğin Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatında (FAO) gıda ve tarım alanında etik programların geliştirilmesinin arkasındaki nedenleri incelemek üzere 103 çalışanla bir anket yapılmıştır. Anket verilerine göre 1990’ların sonlarına kadar teşkilatta etik kavramının açık ve yaygın bir şekilde ele alınmadığı, ancak çalışanların etkinliklerinde güçlü bir etik anlayışa sahip oldukları ortaya konmuştur. Ayrıca, neredeyse FAO’nun temel çalışma alanlarının tarım ve gıda etiği ile ilgili konular olduğuna işaret edilmiştir.

Yazının Devamı

Dünya Gıda Gününde hatırlanması gerekenler

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) 1945'te kuruluş günü olan 16 Ekim, Dünya Gıda Günü olarak kutlanmaktadır. Bu anma günlerinde gıda sorunları ve buna bağlı olarak tarım ve gıdanın yaşamsal önemi vb. öne çıkarılan konulardır. 2020 yılı ana teması "Büyütelim, Besleyelim, Hep Birlikte Sürdürelim" şeklinde duyurulmuştur. Dünyadaki uygulamalara bakılınca gıda sisteminin gerçek olumsuzluklarının göz ardı edildiği görülecektir. Durum böyle olunca yapılan saptamalar, çözüm önerileri belirli tekrarların ötesine geçmemektedir. Dünya gıda sistemini farklı bir bakış açısıyla ele almada yarar vardır.

Dünyada sanayi devrimi ile birlikte kendi girdisini sağlayan ve aile gereksinimi dışında, üretim fazlasını doğrudan tüketiciye ulaştıran işletmelerin hâkim olduğu tarım toplumundan, sanayi toplumuna geçiş süreci yaşanmıştır. “Yeşil Devrim” olarak tanımlanan, kimyasalların ve ıslah edilmiş tohumların devreye girmesiyle bu süreç hızlanmıştır. Giderek endüstrileşen ve ticari özellik kazanan gıda sistemi açlık gibi temel gıda sorunlarına çözüm yaratamadığı gibi yerel ve küresel ölçekte doğa ve çevreye geri dönüşü olmayan zararlar veren bir yapıya dönüşmüştür.

Yazının Devamı

Tarımda kooperatifler ve şirketleşme

Tarımda üretici örgütlenmesi dendiğinde ilk akla gelen kooperatiflerdir. Gerçekte kooperatifler de şirketler gibi ekonomik amaçları olan, kapitalist sistemin kurumlarıdır. Ancak konuyla ilgilenen herkesin bildiği gibi bu iki model arasında amaç, yapılanma ve işleyiş açısından çok önemli farklar bulunmaktadır. Kooperatifçiliğin gelişmiş olduğu Batı’da 1980 sonrası küreselleşen ve daha da liberalleşen ekonomik koşullarda kooperatifler değişim yönünde zorlanmıştır. Özellikle tesis ve yatırımlara sahip olan kooperatiflerin işleyişinde, ekonomik ilkeler açısından temel bazı sorunların varlığı tartışma konusu olmuştur. Bu tür kooperatiflerde ortak-kooperatif ilişkileri ve yönetimindeki sorunlarla birlikte ortak mülkiyet sorunu öne çıkarılmıştır. Daha teknik bir ifade ile ortak mülkiyet nedeniyle kooperatiflerin ortağı durumunda olan üreticilerin ortaklıktan doğan varlıklar üzerindeki tasarruf hakları tartışılmıştır. Çiftçilerin ortaklık payları, şirketlerdeki hisse senedi veya tahvil gibi kişiye kayıtlı olmadığı için, bunlardan doğrudan kâr payı almaları, sermaye artırıldığında yeni pay almaları ve paylarını başkalarına devretmeleri olanağı yoktur. Ortağın üreticilikten vazgeçmesi durumunda bu yatırımlardaki hakkı da yok olacaktır. Diğer yandan yeni bir üretici kooperatife üye olduğunda doğrudan bu yatırımların ortağı olacaktır. Bu sorunlar üzerinde yapılan tartışma ve araştırmalarla bu sorunlara kooperatif ilkeleri çerçevesinde çözüm getirecek “yeni nesil kooperatifler” gibi uygun modeller ortaya konmuştur. Tarafımdan 2011 yılında yayınlanan kitapta bu konulara da yer verilmeye çalışılmıştır (Kooperatifçilik-2011, Ekin Basım-Yayın-Dağıtım, 395 s.) Bu genel saptamadan sonra Türkiye’deki durumu özetlemeye çalışalım.

Türkiye’de Cumhuriyet dönemi ile birlikte tarımda kooperatifçiliğe önem verilmiş ve 1980 yılına kadar kimi eksiklerine karşın kooperatifler devlet desteğiyle birlikte tarıma ve çiftçiye önemli katkılar sağlamıştır. Bu dönemde özellikle Tarım Satış Kooperatifleri ve Köy Kalkınma kooperatifleri amaçları doğrultusunda önemli tesis ve yatırımlara sahip olmuştur. 1980 sonra liberalleşme ve özelleştirme rüzgârları ile politikalar değişmiş ve “kooperatiflerin özelleştirilmesi” gibi sözler ifade edilir olmuştur. Temel değişiklik 2000 yılından sonra Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) ile ortaya çıkmıştır. 2000 yılında Tarım Satış Kooperatifi ve Birlikleri Yasası değiştirilmiştir.“Kooperatif ve birliklerin ilk işletme hüviyetindeki işletme ve tesisler dışında kalan sonraki üretim aşamaları için kuracakları iktisadi işletmelerin anonim şirket statüsünde kurulması” kuralı getirilmiştir (Madde 3). (Şirketleşme yönündeki radikal bu düzenleme, 28.3.2013 tarih ve 6455 sayılı Kanunun 20. maddesiyle ortadan kaldırılmıştır).

Yazının Devamı

Organik tarımı hatırlamak

Türkiye’nin sıcak gündeminde virüs salgını yerini korurken, dış gelişmeler de yoğunluk kazanmıştır. Kuşkusuz halkın gerçek gündeminin başında salgının neden olduğu kısıtlamaların daha da ağırlaştırdığı özetle “geçim sorunu” olarak tanımlanabilecek ekonomik sorunlar yer almaktadır. Bu ortamda, Türkiye’nin sahip olduğu tarımsal yapı ve üretim olanakları fiyatlar yüksek olsa da halkımıza kolaylıklar sunmaktadır. Aracıyı devre dışı bırakan yerel pazarlar, üreticiden tüketiciye doğrudan satış sistemleri yaz-sonbahar döneminde daha da yaygınlaşmaktadır. Mevcut üretim bolluğu ve çeşitliliği vatandaşa görece uygun tüketim olanağı yaratırken, mevcut ürünler, kurutma, konserve vb yollarla kış dönemi tüketimi için de satın alınmaktadır. Bu ortamda söz konusu pazarlarda sıklıkla karşılaşılan sözcüklerden birisi de “organik” sloganıdır. Satıcı çiftçiler genellikle ürünlerinin organik olduğunu ifade etmektedirler. Bu olgudan hareketle, Türkiye’nin ağır ekonomik ve sosyal sorunlarından uzaklaşarak, organik tarımın ne olduğu ve bu alandaki gelişmeleri özetlemeye çalışalım.

Tüm tarımsal ürünlerin organik olduğu ve ayrıca kimyasal olarak tarım kökenli olmayan kimi maddelerin de organik yapıda olduğu dikkate alınırsa, söz konusu tarım faaliyeti için “organik tarım” uygun bir ifade değildir. “Ekolojik tarım” daha doğru olmakla birlikte tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de organik tarım ifadesi kullanılmaktadır. Organik tarım; tohumdan tüketici masasına kadar, kimyasal girdilerin kullanılmaması gibi belirli kural ve standartları olan ve bu kurallara göre üretildiği yetkili kurumlarca sertifikalanmış, ham ve/veya işlenmiş bitkisel ve hayvansal üretim demektir. Ayrıca, yabani (doğal) yaşamdan toplama yoluyla elde edilen ürünler yanında, farkında olmadan veya istemsiz olarak yürütülen kimyasallar başta olmak üzere çağdaş teknikleri kullanamayan üretim de organik üretim sitemi içinde ele alınmaktadır. Kuşkusuz toplama yoluyla elde edilen ve kendiliğinden organik olarak nitelendirilen ürünler sertifikasızdır. Gerçek organik sayılabilmesi için bunların da sertifikaya bağlanması gerekir. Organik tarımın temel amacı öncelikle sağlıklı ürün üretmek olmayıp, arazi (toprak) başta olmak üzere doğal kaynakları, çevreyi, insan ve hayvan sağlık ve refahını korumak ve bunları sürdürülebilir kılmaktır. Bu temelde bu üretim sistemi, tarımın yerel ve aile işletmelerine dayalı yapısını güçlendirmektedir.

Yazının Devamı

Sözleşmeli tarım ve üretici birlikleri

Tarımsal ürünlerin işlenmiş olarak tüketiciye ulaştırılma düzeyi arttıkça, üretici (çiftçi) ve ürün alıcıları (sanayici, tüccar, ihracatçı vb) arasındaki ilişkilerde de önemli değişikler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en yaygını sözleşmeli tarımdır. Öyle ki, tüm dünyada kasaplık piliç, süt sanayi gibi sektörlerde üretimin tamamı sözleşmeli sistem haline gelmiştir. Maalesef, kapitalist sistem içinde doğan ve gelişen bu modelde üretici edilgen ve dezavantajlı durumda kalmıştır. Ancak ülkeler tarım politikaları çerçevesinde sözleşmelerin adil ve etik olarak düzenlenmesi ve gerçekleşmesi için yasal düzenlemeler yapmışlardır. Bunun yanında öne çıkan bir önlem de üreticinin örgütlenerek alıcılar karşısında eşit bir pazarlık gücüne sahip olmalarıdır. Nitekim en kapitalist dünyada yer alan ABD ve Avrupa Birliği'nde bunun başarılı örneklerini görmekteyiz.

Türkiye’deki sözleşmeli tarım uygulamaları ve sorunlarını incelemek üzere tarafımdan yapılan bir proje 1997 tamamlanmıştır. Projeye sahip çıkan olmamış, fakülte olanakları ile sadece bir rapor olarak yayınlanabilmiştir. Ancak, proje yapım aşamasında ilişki içinde olunan ABD’deki bir araştırma kurumu çalışmayı genel projesine dâhil etmiştir. Kurumda 1998 yılında yayınlanan çalışma raporu, ABD’nin tarım ekonomisi alanında bir arama motorunda 2001-2008 arasından 2359 sayısı ile en çok indirilen 30 çalışma arasında yer almıştır. Tarafımdan bu konuda dünyada kaynak gösterilen birçok çalışma yapılmıştır. 2016 yılında 234 sayfalık, tüm çalışmalarımı içeren bir kitap 500 adet yayınlanmışsa da yarıya yakını depoda kalmıştır. Sözleşmeli üretime karşı ilgisizliğin işareti sayılabilecek bu açıklama yanında Türkiye’nin geçmişinde sözleşmeli tarım konusunda çok başarılı uygulama yapan bir ülke olduğu da bir gerçeğine de işaret edelim. Günümüzde yok edilmiş olsa da Türkiye’de pancara dayalı şeker üretiminin, üretici örgütü, kamu kurumu işbirliği ile üretici ve tüketici yararına işleyen başarılı bir sözleşmeli tarım örneği olduğunu hatırlamakta yarar vardır. Türkiye’de özellikle bitkisel üretimle ilgili Tarım Satış Kooperatiflerinin oluşturduğu köklü ve yaygın bir pazar yapısı varken, 2004 yılında Avrupa Birliği'ne (AB) uyum gerekçesiyle 5200 sayılı Tarımsal Üretici Birlikleri yasası çıkarılarak bu alanda örgütlenme başlatılmıştır. 2020 yılı bakanlık verilerine göre 350 bin üreticinin üye olduğu 867 birlik ve dokuz merkez birliği bulunmaktadır. Başlangıcından beri karşı olduğumuz ve yatırım yapması söz konusu olmayan ve piyasada bir etkinliği olmayan bu örgütler, bir tür toplu pazarlık fonksiyonu yüklenerek sözleşmeli üretim modeli içinde etkin ve yararlı duruma gelebilirler.

Yazının Devamı

Köy ve çiftçiye dair

Küçük ölçekli bir deprem, bir doğal afet ve ne yazık ki bir şehit cenazesinin ardından, batısından doğusuna köylerin her türlü barınak ve alt yapı açısından yürekler acısı durumunu görerek ayrı bir üzüntü duymamak mümkün değil. Cumhuriyetin 100. yılına doğru 21. yüzyıl Türkiye’sinde köy ve köylü neden bu durumda sorusuna yanıt olabilecek birkaç noktaya değinmeye çalışalım. Cumhuriyetin başlangıcında nüfusun yüzde 76’sı köyde yaşarken bu nüfusun büyük çoğunluğu da çiftçilikle uğraşmaktaydı. 1923-38 arası köy-köylü ve ziraat açısından devrim niteliğinde olağanüstü gelişmeler yaşanmıştır. 1924 yılında Köy Kanunu çıkarılarak köy ve köylüye yeni bir statü kazandırılmıştır. 1925 yılında aşar vergisi kaldırılırken 1926 yılında Medeni kanunda değişikliler yapılarak eski arazi rejimine son verilmiş ve sınırlı da olsa köylüye arazi dağıtımı yapılmıştır. 1923-1932 arasında tarımsal üretimde yüzde 58 artış sağlanmıştır. Çiftçiye ve ziraata kaynak sağlayan Ziraat Bankası kurulmuştur. 1935 yılında Tarım Satış ve Tarım Kredi kooperatifleri için yasal düzenlemeler yapılmıştır. Sanayileşme çerçevesinde tekstil, dokuma ve özellikle şeker fabrikalarının kurulması tarımın gelişmesi ve köylerin kalkınması açısından çok önemlidir. Ülkede çağdaş tarıma örnek olacak Devlet Üretme Çiftlikleri de 1937’de kurulmaya başlamıştır.

Büyük Atatürk’ün vefatı ve II. Dünya savaşından sonra Türkiye’de bir batılılaşma dönemine girilmiştir. Her alanda olduğu gibi, tarım politikalarının yürütülmesinde dış etkiler ortaya çıkmıştır. İlkokullarda öğrencilere ABD’den gelen süt tozu ile yapılmış içeriği de pek bilinmeyen bir sıvı içirilmesi, tereyağı yerine margarin tüketiminin özendirilmesi ve İngilizce öğretme gerekçesiyle ülkeye barış gönüllüleri salınması bunun görünür delilleridir. Daha sonraki dönemlerde bazı olumlu çalışmalar yapıldıysa da, Başta ABD olmak üzere, ABD güdümlü uluslararası kurumlar Türkiye’den elini hiç çekmemiştir. 1945 yılında çıkarılan "Çiftçiyi Topraklandırma Yasası" tam bir toprak reformu yasası iken maalesef devlet arazilerinin topraksız çiftçilere dağıtımı dışında UYGULANAMAMIŞTIR. 1940 yılından başlayarak Türkiye’ye özgü köyden başlayarak ülke kalkınmasına öncü olacak nesiller yetiştirmeyi amaçlayan ve giderek sayıları 21’e ulaşan KÖY ENSTİTÜLERİ, 1946'dan sonra Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüş ve ne yazık ki 1954 yılında da KAPATILMIŞTIR.

Yazının Devamı

Korona günlerinde dünya ve Türkiye çiftçileri

Korona virüs salgını tüm dünyada tarımın önemini bir kez daha öne çıkarırken, çiftçi ve tarım sektörü emekçilerinin mevcut sorunlarını da önemli ölçüde ağırlaştırmıştır. 14 Mayıs'ta Türkiye’de “Dünya Çiftçiler Günü” kutlaması nedeniyle anma ve açıklamalar yapılmıştır. Maalesef, bunlar geleneksel tekrarların ötesine geçememiştir.

Ülkeler, ulusal çiftçi günü adıyla farklı tarihlerde kutlama yapmaktadırlar. Bildiğimiz kadarı ile 14 Mayıs günü sadece Türkiye’de kutlanmaktadır. Bu tarih 1946 yılında kurulan Uluslararası Tarım Üreticileri Federasyonu'nun (IFAP) kuruluş günüdür. Ancak, bu örgüt 2010 yılında mahkeme kararı ile kapatılmıştır. Başlıca neden olarak, bu yapının gelişmekte olan ülkelerdeki üretici örgütleriyle ilişkilerini sorunlu bulan Hollanda örgütünün mali desteğini çekmesi gösterilmektedir. Kapanan bu yapının yerine, 50’den fazla meslek ve kooperatif örgütün katılımı ile Dünya Çiftçileri Örgütü (WFO) kurulmuştur. Bu örgütlerin, daha çok ticari ve büyük işletmelerin temsilcisi olarak savundukları politikaların özellikle küçük üreticilerin çıkarlarına uygun olmadığı gerekçesiyle, Çiftçi Yolu anlamına gelen La Via Campesina (LVC) hareketi başlatılmıştır. 1996 yılında Brezilya’da 19 çiftçinin ölümü ile sonuçlanan, topraksız çiftçilerin gösteri günü olan 17 Nisan, bu hareket tarafından Uluslararası Çiftçi Mücadele Günü ilan edilmiştir. Görüşümüze göre, Türkiye’de de kapanan bir örgütün kuruluş tarihi yerine 17 Nisanı “Dünya Çiftçiler Günü” olarak kutlamak daha anlamlı olacaktır. Ayrıca, Ziraat Odaları ve Ziraat Odaları Birliği kuruluşuna temel olan 6964 Sayılı yasanın yayınlama günü olan (15 Ocak 1957) 15 Mayıs da Ulusal Çiftçiler Günü olarak anılmalı ve bu günde, oda örgütlenmesinden başlayarak, çiftçi örgütlenmesi ve tarımın sorunları daha etkin bir şekilde gündeme taşınmalıdır.

Yazının Devamı

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

Acımasız virüs salgını nedeniyle en sık duyduğumuz cümlelerden birisi de “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesidir. Bu ifade iki farklı bakış açısıyla dile getirilmektedir. Bir bakış açısı beklenti ve tahminlere dayanırken, bir başka bakış açısı ile de, istenen ve arzu edilenler ifade edilmektedir. Daha henüz sorun bitmemiştir, tahmin, öngörü ve isteklerin ne ölçüde gerçekleşeceğini zaman gösterecektir. Yapılan tartışmaların ışığında, dünya ve Türkiye için yapılan saptama ve beklentileri makale ölçeğinde özetlemeye çalışalım.

Öncelikle dünyada hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı ortaya çıktı. II. Dünya savaşı sonrası oluşan dünya düzeni, onun yarattığı siyasi, ekonomik ve askeri kurumların ne kadar etkinsiz ve göstermelik olduğu anlaşıldı. Özellikle 1980 sonrası estirilen liberalleşme ve küreselleşme rüzgârlarının yarattığı adaletsiz-vahşi kapitalizmin toplumları ne ölçüde zayıflattığı ortaya çıktı. Dünya ölçeğindeki salgına karşı yürütülen küresel ve ulusal uygulamalar bir savaş olarak tanımlanmaktadır. Bu önlemler, savaş sonrası ortaya çıkan devletçi uygulamalara benzetilerek, yeni bir “korona-sosyalizmi” doğacağı iddia edilmektedir. Benzeri kriz durumlarında, halkın endişe içinde birçok özgürlüğünden vazgeçebildiği ve hizmetlerin neredeyse tamamının devlet tarafında karşılanması beklentisi içine girdiği şeklindeki görüşler bu savı güçlendirmektedir. Bu görüşü destekleyen gelişmelerden birisi de kuşkusuz, milliyetçiliğin öne çıkması, ulusalcı uygulamaların daha hâkim olmasıdır. Bunun karşıtı görüşlerde vardır. Bu gelişmelerden ve uygulamalardan rahatsız olanlar, küresel düzeyde, uluslararası işbirliği ve ticaretin korunması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Ulusal düzeyde ise, ticareti koruyup, şirketleri daha güçlü kılacak şekilde sermaye ve finans olanakları yaratılmasının gereğine işaret ederek, uzun dönemde ekonomiye devlet müdahalesinin durgunluğa yol açacağını iddia etmektedirler.

Yazının Devamı

Tarım ihmal edilemez!

Gündemin en sıcak konusu koronavirüs tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hızlı bir yaygınlık gösterirken, hükümet ve ilgili kuruluşlar virüs salgınının kontrol edilmesi ve önlenmesi için olağandışı bir gayret içindedirler. Bu durumlarda insan sağlığı kadar önemli bir konu da, insanlar için yeterli tarımsal ürüne sahip olmak ve bu ürünleri taze ve işlenmiş olarak onlara ulaştırmaktır. Sağlık önlemleri çok önemli iken, insanların sağlıklı ve yeterli beslenmeleri, hastalıklara dirençli halde olmaları o derece yaşamsaldır. Yeterli ve sağlıklı gıdaya sahip olmak ise güçlü bir tarım sektörü ile olasıdır.

Tüm insanımızın kuşkuyla izlediği gibi, bu ürkütücü salgın karşısında, sağlık çalışanlarının görev ve sorumlukları artarken, başta hastaneler, eczaneler, sağlık araştırma kuruluşları, kapasitelerinin üzerinde bir sorumluluk alarak, her türlü riske karşılık ayakta kalmaya ve faaliyetlerini sürdürmeye çalışmaktadırlar. Devlet yanında tüm halk da bütün gücüyle maddi ve manevi olarak bu gayretleri en üst düzeyde desteklemeye çalışmaktadır.

Yazının Devamı