Kemal Ateş

kemalates77@gmail.com

Son Yazıları

Özeleştiri zamanı

Geçen yazıma yıllar önce Sayın Faruk Bildirici ile aramda geçen bir sohbete değinerek başlamıştım. Bildirici’den sert bir yanıt geldi. Onun yanıtından önce kendisiyle ilgili yazdıklarımı buraya bir daha almak istiyorum:Vaktiyle Faruk Bildirici Hürriyet’teyken röportajlar yapardı. Pazıl biçiminde bir kurgusu vardı o yazıların, hoşuma gitmişti. Bir gün bana randevu verdi, kitaplarımı alıp gazetedeki bürosuna gittim. Önce bazı sorularla yokladı beni, bir röportaj yaparsak neler konuşacağımızı anlamak istedi. Kendisine imzaladığım Toprak Kovgunları, Çürük Kapı, Veresiye Defteri benim Ankara gecekondularını konu aldığım romanlarımdı. Akdere gecekondularında yirmi yılımın geçtiğini, oraları iyi bildiğimi anlattım. Gecekondulardaki değişim, dönüşüm üzerine konuşacaktık. O basit yapılar apartmanlara dönüştükten sonra neler olduğundan, nelerin değiştiğinden söz ettim. Bu gözlemlerimden biri de apartman kapılarına o yıllarda bedava bırakılan bir gazeteyle ilgiliydi. Hatırladınız değil mi o gazeteyi? Dönüşümden önce, yani evler gecekonduyken buralara bedava gazete girmezdi. Kendimce ilginç bulduğum bu gözlemimi de Faruk Bildirici’yle paylaşınca yüzü birden değişiverdi:“Kemal Bey ne var bunda, bedava gazete veriyorlar ne güzel!” dedi.“Siz niye Hürriyet’i bedava dağıtmıyorsunuz?” dedim. Elimdeki kalemi gösterdim: “Ya da biri şu kalemi bize niye bedava vermiyor? Bunun bir maliyeti yok mu, nasıl dönüyor bu çark, değirmenin suyu nereden geliyor? Hangi amaçla o gazeteler bedava dağıtılıyor?” diye sordum. Faruk Bey sustu, yanıt vermedi. Bizim röportaj da olmadı tabii.Şimdi Sayın Faruk Bildirici’nin bu satırlara yanıtı: “Sayın Ateş, benimle ilgili yazdıklarınız külliyen yalan. İçinizde nasıl bir kin biriktirdiyseniz bana iftira atmışsınız. Aramızda öyle bir konuşma geçmedi. Yıllar önce siz benimle görüşmek istediniz, ben sizi tanımıyordum. Kendinizle ilgili anlattıklarınız ve kişisel öykünüz bana ilginç gelmediği için de söyleşi yapmadım. Bu kadar… Sözünü ettiğiniz gazeteyi de hayatımda hiç desteklemediğim gibi dağıtımını da normal bulmadım. Elinize bir kalem ve bir köşe geçmiş olması size beni karalama, töhmet altında bırakma hakkı vermez.”

Ne diyeyim, Faruk Bey bir kez daha şaşırttı beni. Böyle bir konuşmayı hatırlamıyorum demiyor, yanlış da demiyor, yalan diyor. Hızını alamıyor iftira diyor, karalama diyor, hatta kin beslediğimi de söyleyebiliyor ki aman Allah’ım!.. Yılların gazetecisi hiçbir törpü kullanmadan baruta bulanmış gibi bir dille seçebileceği en sert, en kötü sözcükleri seçerek yazmış. Yıllar önce, şu 17-25 Aralık olaylarından epey önce yapılmış görüşmede, 45-50 dakika süren söyleşide genellikle ben konuşmuştum. Çok az konuşan Faruk Bildirici’nin, “Ne var bunda Kemal Bey, bedava gazete veriyorlar ne güzel!” dediğini çok iyi anımsıyorum. Faruk Bey ortada bir bellek sorunu, hatırlama sıkıntısı olabileceğine küçük bir olasılık tanımıyor, tartışmayı bir bellek şu bu sorunu olmaktan çıkarıp bir kişilik sorununa dönüştürüyor ki çok şaşırdım!.. Aradan geçen on-on dört yıl içinde belleği yıpratan çok acılar, kayıplar yaşanmıştır, odanıza her gün gelen pek çok kişiyle yaptığınız konuşmaların her cümlesini nasıl hatırlayabilir ve böyle kesin, keskin bir dille yazabilirsiniz?

Yazının Devamı

Gecekondu kapılarına bırakılan gazete...

Vaktiyle Faruk Bildirici Hürriyet’teyken röportajlar yapardı. Pazıl biçiminde bir kurgusu vardı o yazıların, hoşuma gitmişti. Bir gün bana randevu verdi, kitaplarımı alıp gazetedeki bürosuna gittim. Önce bazı sorularla yokladı beni, bir röportaj yaparsak neler konuşacağımızı anlamak istedi. Kendisine imzaladığım Toprak Kovgunları, Çürük Kapı, Veresiye Defteri benim Ankara gecekondularını konu aldığım romanlarımdı. Akdere gecekondularında yirmi yılımın geçtiğini, oraları iyi bildiğimi anlattım. Gecekondulardaki değişim, dönüşüm üzerine konuşacaktık. O basit yapılar apartmanlara dönüştükten sonra neler olduğundan, nelerin değiştiğinden söz ettim. Bu gözlemlerimden biri de apartman kapılarına o yıllarda bedava bırakılan bir gazeteyle ilgiliydi. Hatırladınız değil mi o gazeteyi? Dönüşümden önce, yani evler gecekonduyken buralara bedava gazete girmezdi. Kendimce ilginç bulduğum bu gözlemimi de Faruk Bildirici’yle paylaşınca yüzü birden değişiverdi:

“Kemal Bey ne var bunda, bedava gazete veriyorlar ne güzel!” dedi.

Yazının Devamı

Güneş Her Şeyin Farkındaydı

Bu kitap tanıtma yazısı için bilgisayarın başına oturduğumda öğrendim Yarbay Gökhan Ünyeli’nin intiharını. Sözünü edeceğim kitapta anlatılanlardan çok farklı, çok uzak değil onun yaşadıkları da, geride bıraktığı mektupta işini kaybeden bir insanın trajedisini okuduk. Bir intihar mektubu değil de bir kurul elinden çıkmış, derslerle dolu bir bildiri metni gibiydi her satırı.

Hayatım çeşitli fakültelerde iyi bir yazının nasıl yazılacağını öğretmekle geçti. İyi yazmayı öğretmek çok zordur. Sırrını hâlâ tam çözemediğim bir işi öğretmek için yıllarımı verdim. İyi yazı yazanların beyninin içinde bir kurul vardır sanki, onlar her şeyi çok yönlü düşünürler, birkaç kişinin aklıyla ince ince düşünürler, birkaç kişinin aklıyla yazarlar. Tıpkı intihar eden Yarbay Gökhan Ünyeli gibi, tıpkı KHK’lı öğretmen Acun Karadağ gibi.

Yazının Devamı

Rıza Kayaalp ya da bir an, ahh o bir an!..

Üç sporu kulüp disiplini içinde lisanslı yaptım. Güreş, judo, futbol… Üçünü de erken bıraktım. Hem de iyi giderken, kendimce iyi sonuçlar alırken, gençler arasında birincilik kürsüsüne bile çıkmışken, birden bıraktım. Bir daha dönmemecesine, spor salonlarının, futbol sahalarının yanından yöresinden geçmemecesine bıraktım. En çok da güreşi bırakmak zor geldi bana. Celal Atik, Bayram Şit, Halit Balamir gibi hocalarımız vardı, Tevfik Kış, Ahmet Ayık, Mahmut Atalay, İsmail Ogan, Hüseyin Akbaş gibi şampiyonlarla aynı mindere ter döküyorduk. O ter kokusu, kas demetleri arasından çıkan gücün kuvvetin ince buğusu burnumda, gözlerimde uzun bir süre tüttü durdu. Minderde oyun yaparken ya da hakem elimi kaldırmış galibiyetimi ilan ederken çekilmiş güzel fotoğraflarım vardı, sevgilisinden ayrılan ergen gibi, bir daha aklım çelinmesin diye o güzel fotoğrafların hepsini yırttım. Yıllar sonra o günlerimden kalan elimdeki tek fotoğrafı Fahrettin Çankaya’nın kardeşi Aşur’dan aldım.

Su dolu havuzdan çıkmayan çocuklar gibi, minderden ayrılamazdık. Birden nasıl bıraktım ben de anlayamadım.

Yazının Devamı

Öldürülen Türk Dil Kurumu üyeleri

Ülkemizin yüz akı ne çok bilim insanı, yazar, şair tanıdım eski TDK kurultaylarında. TDK’in 773 numaralı üyesi Cavit Orhan Tütengil onlardan biriydi. Tütengil’in Ağrı Dağın’daki Horoz kitabındaki yazılarını çok sevmiştim. 1970’li yıllarda DTCF’de Türkçe Kompozisyon dersleri veriyordum, hazırladığım ders notlarına koyacağım metinlerin seçiminde çok titizleniyordum. Daha önce beğendiğim bir yazıyı derslerde bir iki kez okuyup inceledikten sonra beğenmez oluyordum. Türkçe derslerinde metin seçimi gerçekten önemlidir, titizleniyordum. Daha iyisini, daha güzelini arıyordum. Sınıfta okuduğumuz her yazı öğrencide okuma hevesi uyandırsın istiyordum. Bazı metinler hiç değişmiyor, yerini koruyor, sırası gelince öğrencilerle birlikte okuyup inceliyor, içeriğini, biçimsel özelliklerini, dilini, anlatımını tartışıyorduk. Orhan Cavit Tütengil’in Ağrı Dağındaki Horoz kitabından aldığım “Hakkari’deki Walther Tepesi” derslerimde vazgeçemediğim metinlerdendi. Özellikle de Coğrafya Bölümü öğrencilerinin okumalarını çok istiyordum. Ernst Walther adında Avusturyalı bir dağcı arkadaşlarıyla birlikte Ağrı’ya tırmanırken ölmüş, arkadaşları onun öldüğü yere Walther Tepesi adını vermişler. Cavit Orhan Tütengil bir yabancının bizim dağlarımızı keşfetmek için canını vermesini örnek göstererek, kendimize, kendi coğrafyamıza ilgisizliğimize getiriyordu sözü. Bu keşifleri yabancılardan önce biz yapmalıydık demek istiyordu. Bunu söyledikten sonra palavra, hamaset değil de gerçekçi bir yurt sevgisini kazandıracak eğitime getiriyor sözü. Her şeyde olduğu gibi çocuklara, gençlere verdiğimiz yurt sevgisinin de gerçekçi olmadığını söylüyor: “İlkokuldan başlayarak bizi gerçekten uzaklaştıran, sahteye, yapmacığa sürükleyen bir eğitimden geçtiğimizi niçin saklamalı? Yıl sonu sergilerinde öğrencisinin yerine bile bile büyüklerinin el işlerini sergileyen öğretmenler, ana baba tarafından yapılan ev ödevlerini ‘aferin’le karşılayan terbiyeciler, gelişmesini tamamlayınca tanımakta güçlük çektikleri bir nesle şekil vermektedirler. (…) Eğitim düzenimizin, aile ve aydınlarla işbirliği ederek parmak basılacak başlıca meselelerinden biri hiç şüphe yok ki gerçekçi bir yurt sevgisinin nasıl temellendirileceğidir.” Hiç unutmuyorum bu güzel sözleri sınıfta öğrencilerle okuduktan bir hafta sonra Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık1979 günü evinin önünde otobüs beklerken öldürülmüştü. Nasıl şaşırdım… Benim derslerde yazılarını incelediğim yazarların hepsi ılımlı insanlardı. Uçlarda değil, ulusuna, ülkesine, Cumhuriyet’e bağlı aydınlardı. Yurtseverliklerinden, Cumhuriyet’e bağlılıklarından hiç kuşkum yoktu. Cavit Orhan Tütengil’i TDK Kurultaylarından da tanıyordum. O Kurum’a girerken, “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı” olduğumuza değgin belge imzalıyorduk. Tütengil ve biz hepimiz inanarak, seve seve, içtenlikle imzalamıştık o belgeyi. Bugünkü aydınlara böyle bir belge imzalatmaya kalkışın, kaçta kaçı imzalar acaba? Onu öldürenler bilirler miydi Cavit Orhan Tütengil’in TDK üyesi olduğunu, böyle bir belge imzaladığını. Türkçe sevdasını yazılarıyla kanıtladığı için TDK’ye alındığını bilirler miydi? Tütengil’in inandığı davalardan birinin de Türkçeyi geliştirmek ve sevdirmek olduğunu, dil konularında da yazdığını bilirler miydi? Milliyetçiliğin önce dilini sevmekle, diline sahip çıkmakla başladığını bilirler miydi? Sanmıyorum, bilmezlerdi. O katiller yukarıdan aldıkları emirleri bilirlerdi sadece. 1978-1980 arası ne kötü, ne uğursuz bir dönemdi. 1980 Temmuzundaki TDK Kurultayında genel yazman şair Cahit Külebi açış konuşmasında öldürülen beş üyemizin adını anmıştı. Prof. Cavit Orhan Tütengil, İTÜ Rektörü Prof. Bedri Karafakıoğlu, Doç. Bedrettin Cömert, Ümit Kaftancıoğlu, Savcı Doğan Öz… Hepsi de birer Türkçe sevdalısıydı, bunu yazılarıyla kanıtlamışlar, “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılıklarını” bildiren belgeyi imzalayarak girmişlerdi Türk Dil Kurumuna. Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık belgesi imzalayan bu aydınlar acaba özel mi seçilmişlerdi? Bu durumda o cinayetlerde FETÖCÜ gladyonun etkisini, kendini milliyetçi sananların da bu alçaklığa alet olduklarını düşünmez misiniz? Çoğunun katilleri bulunamadı ya da ceza verilmedi. Adlarını saygıyla andığım bu aydınları öldürdüğü şüphesiyle yargılananlardan bazıları milletvekili olarak Meclis’te karşımıza çıktılar. Tütengil’in kızı Deniz Tütüngil’in dediği gibi; “Kara paralar nasıl bankalarda aklanıyorsa, cinayet sanıkları da siyasi partilerde aklanıyorlar.” Bu gün de öyle değil mi? Dün başka partilerde, bu gün başka partilerde teröristler, katiller hâlâ makbul insanlar!.. Demokrasi bu değil… Öneri: Atakan Hatipoğlu’nun Türklerin Uygarlık Serüveni (Kaynak Yayınları) tarihe ilgi duyan herkesin elinde bulunmalı.

Yazının Devamı

Köy enstitülü bir çınar

Yaklaşık on-on üç yıldan beri Ahmet Bilek üzerine önce gazetelerde, dergilerde yazdım, sonra “Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü” başlığıyla çok farklı yerlerde konferanslar verdim. Köy enstitülerinden yetişen bu ilk ve tek olimpiyat şampiyonu vesilesiyle güreş sporunun hiç konuşulmadığı, yazılmadığı yerlerde ata sporumuzu konuştuk, yazdık. Cumhuriyet gazetesinin eki Bilim Teknik, Bilim ve Ütopya, Varlık dergisi, Sincan İstasyonu gibi şimdiye değin sayfalarında tek bir satır güreşe yer vermemiş olan yayın organlarında Ahmet Bilek’in yaşamöyküsü etrafında köy enstitülerini ve güreşi yazdım. Başta TRT olmak üzere Halk TV, Ulusal Kanal, Kanal B gibi televizyon kanallarında köy enstitülerini ve Ahmet Bilek’in şampiyonluk öyküsünü anlattık. Ahmet Bilek’in başarı öyküsü, Mülkiyeliler Birliği’nde, Köy Enstitüleri Vakfı’nda, Ulusal Eğitim Derneğinde, Beden Eğitimi Öğretmenleri derneğinde çok farklı kesimlerden gelen katılımcıların ilgisini çekti.Dinleyenlerden en çok işittiğim söz şuydu:“Biz köy enstitülerinden bir de olimpiyat şampiyonu yetiştiğini bilmiyorduk!..”En çok da köy enstitüsü mezunlarından duydum bu sözü. “Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü” başlığıyla verdiğim bu konferanslarda farklı kesimlerden katılımcıları, birbiriyle nerdeyse hiç yan yana gelmemiş insanları bir arada görmekten ayrı bir mutluluk duydum. Köy enstitülü şampiyon, bu toplantılarda şairlerle, romancılarla, öğretmenlerle, bilim insanlarıyla, Ahmet Ayık, Tevfik Kış, Gürbüz Lu, Adil Güngör gibi büyük şampiyonları bir araya getirdi, hep birlikte onu andık, onu konuştuk. Değerli yazar, köy enstitülü çınar Cemil Sönmez’i de sekiz-dokuz yıl kadar önce bu toplantılardan birinde tanıdım. Ankara’da, İzmir Caddesi’nde Beden Eğitimi Öğretmenleri Derneğindeydik. Beni dinleyenler arasında Ahmet Bilek’in Kızılçullu’dan sınıf arkadaşları da vardı, şampiyon olduğu yıllardaki takım arkadaşı güreşçiler de... Hayatım bu tür etkinliklere katılmakla geçti. Türk güreşinin devleriyle şairleri, yazarları, bilim insanlarını, öğretmenleri ilk kez bu etkinliklerde yan yana gördüm. Konuşmam bittikten sonra Cemil Sönmez elinde bir kitapla yanıma geldi, Ahmet’in Kızılçullu’dan okul arkadaşı olduğunu söyledi, imzaladığı kitabını uzattı. Ağzımdan öyle çok da düşünmeden çıktı şu söz: “Yahu siz köy enstitülüler, hepiniz mi yazarsınız?” deyiverdim. Köy enstitülü olup da eli kalem tutmayan, derdini iyi anlatamayan ya da yazamayan birine rastlamadım. Binbir güçlükle Ahmet Bilek’in yazılarını da bulmuştum, iki yazısını Sessiz Şampiyon’a aldım. Onun anlatımı da iyiydi. Evet, gerçekten köy enstitülülerin hepsi iyi yazıyor… Pehlivanları da öyle… Ahmet Bilek’in okul arkadaşı Cemil Sönmez 92 yaşında, hâlâ yazmaya devam ediyor. Kitaplarını saymakla bitiremem burada. Yapıtlarından birkaçı Atatürk Kültür Merkezi yayınları arasından çıktı. Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Yayınlarınca basılan Tahta Bavullu Öğretmen adını verdiği yeni çıkan anı kitabını bir solukta okudum. Bu anılarda öğretmenimizin kendi kişisel öyküsü etrafında Anadolu’daki aydınlanma savaşımını buldum. Cemil Sönmez’in göreve başladığı yıllarda binlerce köyde öğretmen yoktu. İlk göreve başlamasını şöyle anlatıyor: “1955 yılı Eylül ayında ilk görev yeri olarak Mardin’in Midyat ilçesinin Site köyüne atandım. Atanmamla birlikte Mardin Milli Eğitim Müdürlüğünün kayıtlarında Site köyünün karşısına kayıt düşüldü: Öğretmenli Köy…” “Öğretmenli köy” olmak ne kadar önemli… Binlerce köy bu ayrıcalığı köy enstitüleri sayesinde kazandı, kayıtlara “Öğretmenli Köy” diye geçti. Köy enstitülerinin nasıl yıpratıldığı konusunda çok yazıldı. CHP’den kopan DP’liler en çok bu okullarla uğraştılar. İftiralar, belden aşağı vurmalar başladı. CHP döneminde verilen ödünler DP’nin niyetini değiştirmedi. “Bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem!” diyen zihniyet 1950 yılında tümüyle iktidar olunca, işe ilkin köy enstitüleriyle başladılar. Bir Taliban zihniyetiyle önce kız ve erkek öğrencileri ayırdılar, enstitülerdeki sağlık bölümlerini kapattılar. O sağlık bölümleri ki, bizim kuşağın etine batırılan ilk enjektörü tutan sağlık görevlileri buralardan yetişmişlerdi. Bana alfabeyi öğreten ilk öğretmenim de, koluma iğneyi batıran ilk sağlık görevlisi de köy enstitüsü mezunuydu. 1954 yılında DP köy enstitülerini tümüyle kapattı. Köy enstitülerini bir de o tahta bavullu öğretmenlerden Cemil Sönmez’in kaleminden okuyun. Haftanın kitabı: Leonardo Padura, Hayatımın Romanı, Bilgi Yayınevi, Ankara 2022.

Yazının Devamı

Cumhuriyet sporunda bir zafer abidesi

Edebiyata ilkin Ankara’nın yoksul kenar mahallelerini, gecekonduları anlatan romanlarla, öykülerle başladım. Çürük Kapı, Toprak Kovgunları, sonra Veresiye Defteri… Gecekondu çevrelerini anlattığım bu üç kitabımdan sonra bazı yazar arkadaşlarım bana “Gecekondu Ağası” diye takılmaya başladılar. İlginç olaylar görüyordum gecekondularda, bunların çoğunu aile olarak yaşıyorduk, edebiyatta işlenmemiş öyküler dinliyordum. Özellikle de gecekondu yıkımları beni çok etkiliyordu. Adı bilinmeyen tepelerde bir anda adı sanı bilinmeyen gecekondu mahalleleri ortaya çıkıyordu. Semtinizin adı yok, sokağınızın adı yok, kapınızın numarası yok. Bir adres bile uyduramıyorsunuz kendinize. 1960’lı yıllarda edebiyatımız gecekondulara uzaktı, köy edebiyatı modaydı. Yaşadığım, tanığı olduğum olaylara baktıkça, şunları Aziz Nesin yazsa, Orhan Kemal yazsa diyordum.

Aradığım, görmek istediğim gerçek gecekondu dünyası henüz yoktu romanlarımızda.

Yazının Devamı

Deyince, denince, denilince…

Geçen gün değerli dostum şair Ahmet Özer’le Mülkiyeliler’de oturduk, kitaplarımızı imzaladık. Karadenizlidir Ahmet Özer, sözü içinde bekletmez, hemen konuya girer, hemen de bir konu bulur. Şiirde olduğu gibi düzyazıda da ustadır. Tatlı tatlı söyleşirken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Hüseyin Atabaş, “Senin ithaf yazıların derlenip bir kitap yapılmalı.” dermiş. Işıklar Kırmızıydı kitabını, güzel bir el yazısıyla “Türkçemizin aydınlığına yıllardır omuz veren sevgili Kemal Ateş kardeşime” diye güzel sözlerle imzalayıp verdi.

Olaylara dar bir pencereden bakmaz Ahmet Özer. Solcudur ancak 1980 öncesinin, soğuk savaş yıllarındaki bölünmelerin üstünde bir yerde kalmayı bilmiştir. Söyleşimiz tartışılan bir dil sorunuyla başladı. Bir yerde konuşurken, “denilince” demiş Ahmet, bir başkası gülerek düzeltmiş, “denince” demeliymiş. Kural buymuş. Benim düşüncemi sordu. “Gülünecek olan sen değilsin, o arkadaş…” dedim. Değerli dostuma önce şunu söyledim: “Önce kural kavramını anlamak gerekir. Dili halk yaratır, kuralı biz koyarız. Söz konusu kuralı kim yazdı, doğru yazdı mı? Bunu anlamanın en doğru yolu derleme ve tarama çalışmalarıdır. Kural sandığınız şey derleme ve tarama çalışmalarıyla bulduğunuz örneklerle çelişiyorsa, o kural yanlış konulmuştur. Ben “denilince” diyen yazarlar da biliyorum, “denilince” diye bir sözcük var dilimizde.”

Yazının Devamı

Görünmeyen Türkçe: Saklı Sözlük

Saklı Sözlük öğrencilik yıllarımdan başlayıp bu güne değin sürdürdüğüm, elli yılı bulan bir çalışmanın ürünü.

Yalnız mesleğim, mesleğimden öğrendiklerim değil, biraz da yaşadıklarım zorladı beni böyle bir sözlük yazmaya.

Yazının Devamı

Türkçe Cumhuriyet’le ayağa kalktı

Yıllardır devrimler konusunda aynı sakızı çiğneyen bir çevre var. Bunlar genellikle söze Cemil Meriç’le başlıyorlar son zamanlarda, Bedüzzaman’la bitiriyorlar. Acaba Cemil Meriç, adının sıkça Bedüzzaman’la yan yana gelmesinden hoşlanır mıydı? Bilemiyorum. Cemil Meriç’le ilgili merak ettiğim bir konu daha var: Üstat Divanu Lügâti’t Türk üzerine yazdı mı? “Kamus namustur” diye dil devrimine karşı çıkarken, bu en eski, en görkemli yapıtın bizim gerçek kamusumuz, gerçek namusumuz olduğunu kabul ediyor muydu?

Evet, hoş bir söz, kamus namustur… Ama bunu söyleyen bir aydın, kendi dilinin ilk sözlüğü üzerine düşünmeliydi, yazmalıydı. Böyle damardan giren hoş sözler çoktur onda; iri iri, parlak sözler, hani büyülüyor da insanı. Türk Dilinin Divanu Lügâti’t Türk’ten sonra uzun yıllar gerçek bir kamusu yazılmadı? Neden yazılmadı? Üstat acaba bunlara kafa yordu mu? Keşke altı yüzyılı bulan uzun bir dönem içinde Divanu Lügati’t Türk gibi bir iki sözlük daha yazılsaydı. Geçmişimiz bir ölü sözcükler mezarlığına dönmezdi o zaman.

Yazının Devamı

Bir Cumhuriyet Sloganı GENÇLER ANADOLU’YA!..

Önümde siyah beyaz bir fotoğraf... Yıllar önce çekilmiş, yıl 1952 olmalı. Eskişehir’in yoksul köylerinden biri…

Yazının Devamı

Gençlere dil devrimi doğru anlatıldı mı?

Sonda söyleyeceğimi en başta da söyleyeyim: Devrim sayesinde bu gün Türkçenin yüzün üstünde terimler sözlüğü var, Osmanlıcanın ise tek bir terim sözlüğü yok.

Gittikçe sayıları azalsa da Dil Bayramı’nı unutmayan kurumlar görmek beni sevindiriyor. 26 Eylül’de Mustafa Balbay ile Ankara Barosu’nda konuştuk, seçkin bir topluluğa dilimiz döndüğünce Yazı ve Dil Devrimi’mizi anlatmaya çalıştık. Ertesi gün de Antalya’daydım, bu büyük devrimi, bin yılda bir yapılabilecek devrimi unutmayan kentlerimizden biridir Antalya. Gazipaşa ADD Başkanı Av. Hasan Coşkun ve değerli öğretmen Hikmet Özkaya’nın çabalarıyla Dil Bayramı bu şirin beldemizde unutulmadı.

Yazının Devamı

‘Eyyam-ı bahur’un Türkçesi

Murat Bardakçı dil konusunda yazmamalı bence. Osmanlıca hayranlığı mı desem, Türkçe sevgisizliği mi desem, bu nedenlerle olsa gerek, dil yazılarında hiç beklemediğim yanlışlar, özensizlikler görüyorum. Murat Bey’le ilgili bu üçüncü yazım. İnanın bu kulcağızın kendisiyle bir derdi yok, saygın bir üstada karşı yavuz huylu, yavuz sözlü olmayı hiç istemem. Ama “Eyyamı bahur”u Arapçayla ilgisiz gibi gösteren birinin yazılarına da güvenemem. Şöyle diyor Sayın Bardakçı:

“Türkçede asırlardır kullanılan bu ifadenin bize Araplardan geçmiş olduğunu zannedenlerin milliyetçilik, hatta artık milliyetçilikten de öte ırkçılık damarları kabarıyor; celâllenip bu söz nereden çıktı diye sosyal medyanın çöplüğünde verip veriştiriyorlar.” (Haber Türk 02.08.2023)

Yazının Devamı

Cumhuriyet’in kızları

Yazımın başlığına takılanlar olacaktır, voleybolcularımız için “Cumhuriyet’in kadınları” demedim, kızları dedim. İkisi de olur elbette, ama “kızları” demek bana daha doğru, daha hoş geldi. Böyle yazınca onların gençliğini, enerjisini, delikanlılığını, her yaşta göremeyeceğimiz içlerindeki ateşi, gönüllerindeki aşkı da anlattığımı düşünüyorum.

Dilbiliminden nasibini almayanlar, dilin kendine özgü kurallarını, işleyişini, gerisindeki kültürü, demlendiği ortamı, dil içi dünya görüşünü, dilin kendi mantığını, düzenini, gizli-açık yasalarını bilmeyenler, dildeki anlaşılmaz büyüyü fark edemeyenler “bayan” ve “kız” sözcüklerine taktılar bir ara. Hani nerdeyse “Komşu teyze bir kadın doğurdu” diyecekler. Sınıfta “bayan” sözcüğünü kullandığı için bir bayan profesörün dersten attığı öğrencimizin şaşkınlığını hâlâ unutmadım. Oysa bay-bayan sözcükleri dil devriminin iki güzel sözcüğüdür. İkisi de devrim kokar, Cumhuriyet kokar!.. Kadınımızın kölelikten kurtulduğu günlere özgüdür. “Bayan” sözcüğünü sevmeyenlerin gerekçelerini anlamaya çalıştım, yazılanlardan şunları anladım:

Yazının Devamı

Kassandra laneti

Çocukluğum Ankara’nın bir gecekondu semtinde geçti. Romanlarımın, öykülerimin çoğunda buraları anlattım. O yıllarda mahallemizde okuyabilen iki üç gençten biriydim. Komşu teyzeler bana imrenirler, kendi çocuklarının da benim gibi okumalarını isterlerdi. Duşağı kesilirken ya da diş hediği yenirken birkaç çocuğun ağzına tükürmemi istemişlerdi. Ben de onları kırmamak için tükürür gibi yapmıştım. Hayatlarını yazdığım kimi şampiyonların öykülerinde de karşılaştım, köylü kadınlar çocuklarının ünlü pehlivanlar gibi olması için ağzına tükürmelerini isterlermiş. Aslında bu gelenek başka kültürlerde de çok eskilere gidiyor. Mitolojideki Kassandra öyküsünde böyle bir şey var. Kassandra geleceği görme yetisine sahip olmayı dilermiş. Apollon kendisiyle birlikte olursa ona bu yetiyi vereceğini söylemiş. Kassandra öneriyi kabul etmiş, Apollon ağzına tükürmüş, ancak Kassandra Apollon ile birlikte olmamış. Bunun üzerine Apollon onu lanetlemiş; Kassandra geleceği görmesine görürmüş ama bunu kimseye anlatamazmış.

Nitekim Truva Atı’yla gelen tehlikeyi önceden görmüş, ancak kimseyi inandıramamış.

Yazının Devamı

Kılıçdaroğlu’nun anlamak istemediği

Bu kez çok kısa yazacağım, kısacık bir yazı olacak. Sayın Kılıçdaroğlu; “Toplumun her kesimine kucak açmak hata mı?” diyor. Sorun her kesime kucak açmanız değil Sayın Kılıçdaroğlu. Açtığınız kucağa kimse gelmiyor. Bilmiyorum, kucağınızda ne varsa kimse gelmiyor. Uzun uzun yazdım anlaşılmadı, umarım bu kısa yazı anlaşılır.

Yazının Devamı