Latif Bolat

lbolat@aol.com

Son Yazıları

Açık büfe hayatlar ülkesi: Türkiye

Yıllar, hem de çok uzun yıllar önceydi. Ankara Sanat Tiyatrosu’da aylarca oynayan “Nereye Payidar Nereye?” adlı bir oyun vardı. Biz de hemen karşı sokaktaki Ankara Halk Tiyatrosunda, Erkan Yücel önderliğinde “Müfettişler Müfettişi” oyunumuzla varlık sürdürmekteydik. Bugün, bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda, aklıma geliverdi rahmetli Timur Selçuk’un şarkısı “Nereye Payidar Nereye”. Evet, bugünkü halimiz aynen öyle işte. “Nereye ey millet nereye”, diye değiştirebiliriz bu oyunun adını. Çünkü ne de olsa, hepimiz birer Payidar haline geldik son 40 senedir. Zaten yarımşar Payidar’lardık, ondan öncesinde de.

Yolumuz nereye ve nasıl gitmekteyiz, ya da gidememekteyiz bugün? Dünya ülkelerindeki hemen tüm halkların kafalarının, çeşitli miktarlarda karışık olduğu hepimizin malumu. Ama büyütecimizi Türkiye’nin üzerine getirdiğimiz zaman, bu kafa karışıklığının bizde oldukça dramatik miktarlarda olduğunu rahatlıkla görmek mümkün. Yani “at izinin, it izine karıştığı”, ya da “seç beğen al” türünden pazar yeri çığırtkanlarının kafası ile siyaset yapanlarla doldu ortalık!

Yazının Devamı

500 senelik hırsızlıkta yeni moda: Nüfus çalmak!

Günümüzde, Batı dünyasının beş yüz senelik soygunlarına bir yenisi daha eklenmiş oluyor bu nüfus hırsızlığı ile. Bazen insanın, “Fatih Sultan Mehmet Konstantinopol’ü alıp da İstanbul yapmamış olsaydı, bu kolonyalizm, kapitalizm ve sonrasındaki emperyalizm mevcut olmayabilir miydi acaba” diyesi geliyor, günümüzdeki duruma bakınca. Ama tarih elbette öyle işlemiyor. Fatih İstanbul’u almasa bile, tarihin tekerleği yine dönecek ve günümüze kadar olan biten yine olacaktı büyük ihtimalle.O zaman, gelin beraberce ilk cümlemizde ne demek istediğimizi takip ederek, son 500 senenin bize bıraktığı bu çirkin mirası inceleyelim.Batı dünyası, içinde bulunduğu karanlıktan silah zoru ile çıktıktan ve Osmanlı’nın İstanbul’u ele geçirmesinden dolayı Batı’ya yönelmesinden sonra, büyük bir hazinenin üzerine oturmuş oldu. Bu, dünyanın her tarafındaki sömürgeleştirme fırsatları idi. Orta Çağ’ın karanlıkları içinde, feodalizm ve kilise elinde zaten köleleştirdiği kendi insanına ek olarak, şimdi de okyanusların ötesindeki topraklar ve bunların üzerinde hayatlarını sürdüren milyonlarca insan, Avrupalı kolonicilerin önünde birer av malzemesi olarak duruyordu.

Önce silahlarını ve İncil’lerini dayatıp, silahla zorlayıp dinle uyuşturdukları dünyanın dört bir yanını, gönüllerine göre paylaşıverdiler. Hatta Vatikan’daki Papa 6. Alexander, elindeki “kutsal kalemle” Atlantik Okyanusu’nun ortasından, kuzeyden güneye bir çizgi atıp, doğusunu Portekiz’e, batısını ise İspanya’ya verecek kadar bir “tanrıcılık” oynamıştı. O gün başlayan sömürgecilik dönemi, beş tane yüzyıl sürecekti. Bu sürede ise, Arjantin’in güneyinden Kanada’nın buzullarına, Hindistan’ın dağlarından Endonezya’nın yağmur ormanlarına kadar silah zoru ile, gemileri nereye yanaşabilirse, bayraklarını dikip sömürge ilan edeceklerdi. Bir dünya haritasını gözünüzde canlandırabilirseniz, küçücük Avrupa’nın, dünyanın tüm geri kalanına nasıl hükmettiğine şaşar kalırsınız. Bunun sosyolojik temellerini tartışmak, bu yazının amacı olmadığı için, kısa geçmekteyiz.Bu bereketli toprakların sahibi olduklarına karar verince de, toprakların altında ve üstünde ne varsa, talan edip Avrupa’nın köhne şehirlerine taşıyacaklardı bu beşyüz senede. Altın, gümüş, bakır, demir, ağaç, kauçuk, kahve, baharat; yani aklınıza ne gelirse, günde yirmi dört saat yollarda olan gemileri ile Avrupa başkentlerine taşındı. Birdenbire, Avrupalı feodal toprak sahipleri ve tüccarlar mali bakımdan göklere çıkıverdiler. Bu öylesine bir talan idi ki, dünyanın geri kalan toprakları fakirleştikçe, Avrupa parladı ve ışıklara boğuldu.

Yazının Devamı

80 yıllık maç: Kanarya Sevenler Derneği=10, BM=0

Bu yazının daha başındayken, memleketimizin hemen her şehrinde birer adet varlığı bulunan Kanarya Sevenler Derneklerinden özür dileyelim. Onlar kanarya sevmenin ötesindeki kahvehane işlerini görüyor olsalar bile, en azından bazılarında birkaç kanarya, kafeslerinde asılı durur.

Başlıktaki 10-0 galibiyetin mağlup, yani yenilen tarafındaki BM ise, Balıkçılık Müdavimleri derneği değil, Birleşmiş Milletler’dir! Evet, adını hemen her gün gazetelerimizde, televizyonlarımızda sürekli duymaktan artık gına geldiğimiz, ama hala gerçekte ne iş yaptığını veya yapabildiğini bir türlü anlayamadığımız o “ülkeler üstü ama her şeyin altı”, işe yaramaz, koftiden bir dünya örgütü. Birleşmiş Milletler ama, ne için ve hangi amaçla birleştiklerini bir türlü çözemediğimiz, kendine bile hayrı olamayan bir müflis, yani iflas etmiş kurum.

Yazının Devamı

Üç Cisim Problemi'nin mesajları

İlk olarak bu başlıktaki İngilizce deyimler için özür dileyelim. Milli dilimizin bekçilerindeniz elbette, bu cümlede ulusal kelimesini kullanmasak bile. Ama bu başlıktaki deyimler, aslında artık tüm dünyanın günlük hayatının ortasına girdiği için, sakıncalı görmedik. Yine de açıklayalım ne anlama geldiklerini ve yazımıza öyle devam edelim.

Soft-porn, bize her gün dayattıkları, cinselliğin toplumca kabul edilebilir şekillerde gözümüzün ve gönlümüzün içine sokulmasını anlatır. Sinemalarda, televizyonlardaki dizilerde, kadın ve erkeğin cinsel organlarını göstermeden, ama sizin hayal gücünüzde, ne olduğunu açıkça hayal edebilmenize yardımcı olan bir porno şekli oluyor. Bunun karşıtına ise hard-core-porn adını vermişler. O türdekilerde ise, aynı şeyleri “kör kör parmağım gözüne” tarzında yapıyorlar. Yani sizin hayal gücünüze bırakılan hiçbir şey olmuyor filmde.

Yazının Devamı

Sırat Köprüsü’nden Türkiye’yi geçirmek

Zaten çok uzun süredir bu konuda düşünmekteydik. Ve seçimler bitip de, Recep Tayyip Erdoğan hayatının en büyük yenilgisine uğrayınca, harekete geçelim dedik. 1 Nisan 2024 günü, saat 00.01 itibarı ile kendimizi Cumhurbaşkanlığına danışman olarak atama dilekçemizi verdik ve kendi dilekçemizi de kendimiz kabul edip, göreve başlamış bulunmaktayız. Öyle Resmi Gazete yayını filan da istemedik, çünkü gerek yoktu. Hâlâ Vatan, Millet, Sakarya diye düşünenlerden olduğumuz için; maaş, ödenek, özel araba, özel sekreter gibi şeylere de gerek duymadık. Neyse ne deyip, göreve başladık.

Ha, bu arada, halen danışman olarak isimlerini bildiklerimize de bir göz atınca, böyle bir atamayı, en az bizim de onlar kadar hak ettiğimizin farkına vardık. Yani, yüksek okul eğitimi ise bizde de vardı. Hem de 3 adetinden. Hem konservatuar eğitimi almışız, kültür konularındaki uzmanlaşmamız için. Hem Mekteb-i Mülkiye bitirmişiz, devlet yönetebilmek için. Öyle şaka da değil yani. Mülkiye, yani AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi, ta 1850’lerde Osmanlı devletinin yöneticilerini yetiştirmek için kurulmuş ve Atatürk döneminden sonra da, aynı göreve devam etmişti.

Yazının Devamı

‘İlahi kader’den ‘vaat edilmiş topraklar'a!

West Virginia’nın dağlarında, hem sürmekte hem düşünmekteyiz. Bu uzun yol araba seyahatleri, eğer yanınızda kimseler yoksa, bir meditasyon haline gelebiliyor kolaylıkla. Biz de, yemyeşil ormanlar ve kıvrılan yollarla birlikteyiz gelecek on saat. Google kar da yağabilir dediği için, bir an önce dağlardan inmek ve ovaların güvenliğine ulaşmak arzusundayız.

Hem arabanın gazına basıyoruz, hem de beynimizin. Kulağımızda bir gün önce dertlerini dinlediğimiz, ‘ben kayboldum’ diyen Afganistanlı öğrencinin sesi çınlıyor. İpek Yolu’nun düğüm toprağı ve büyük Mevlana Celaleddin’in doğum yeri Belh’in memleketi olan, tarihi Afganistan’ın son 40 senede düştüğü ve düşürüldüğü halleri düşünmekte aklımız.

Yazının Devamı

İlle de 'vatan, millet, Sakarya!'

“Memleket” meseleleri ile çok uzun süredir haşır neşiriz. Ama ortalığı toz ve dumanın kapladığı günümüz Türkiye’sinde, artık “memleket” kelimesinin anlamının bile karmakarışık olduğunu görenlerdeniz. Eskiden “Vatan, Millet, Sakarya” üçlemesi, bir insanın karşılıksız olarak memleket sevdasına işaret ederken, şimdilerde “enayilik” anlamına gelen bir aşağılama haline de getirilmiş bulunmakta.

Türk insanının “çantada keklik” zannettiği memleket kavramının, o kadar da çantadaki keklik olmadığını bir kere daha anlamamız için, memleketten binlerce kilometre uzaklara gitmek gerekiyormuş herhalde. Yaşadığımız o an, unutulmaz şairimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Ağlasun Ayşafağı epik nehir-şiirindeki satırları hatırlatan bir kurgudaydı:

Yazının Devamı

Truva’dan Gazze’ye 3000 yıllık delilik!

Tarih tekerrürden, yani tekrardan ibarettir der, Türkçenin en güzel deyimlerinden biri. Aslında, insanlığın ortak tecrübelerinin bir sonucu olarak, hemen her kültürde bu anlama gelecek bir deyim bulunur. Belki de, her şeyin bir anlamda sürekli yineleniyor olması, bizim torpil yapıp dünyaya gönderilen en muazzam yaratık zannettiğimiz insan denilen varlığın, ne kadar azgelişmiş olduğunu da gösterir sanırız. Öyle ya, atlar hiçbir değişiklik yapmadan on binlerce yıldır atlık yapmaktalar. Sivrisinekler de, martılar da, geyikler de, aynen başladıkları gibi yaratıklıklarını sürdürmekteler. Eğer insanoğlunun elleriyle yarattığı tarih de tekrardan ibaret ise, bu sivrisineklerden o kadar da farklı bir varlığımızın olmadığını gösterir diyebiliriz.

Bu uzun girişe neden ihtiyaç duyduk? Orta Doğu ve Doğu’nun Batı’dan çektiklerini düşününce, aklımıza tarihin sürekli tekrar ettiği geldi de ondan. Truva Savaşı ile Batı’dan gelen saldırganların, Batı Asya’daki Truva uygarlığını yok ettiğini hatırlayalım. Büyük İskender’in milattan önce 300’lerde, Perslerin Akamenidlerinden intikam için, Persepolis dahil tüm Orta Doğu’yu perişan ettiğini aklımıza getirelim. Son iki bin yıl içindeki sayısız Batı saldırısını sıralamaya, yerimiz bile el vermez burada.

Yazının Devamı

Ölüm ölür, onlar ölmezler!

Bu yazının konusu biraz karışık olacak. Çünkü memleketimizde hemen her şey birbirine karıştırıldığı, hemen herkesin, hemen her konuda, hemen her şeyin en iyisini bildiği bir hallerdeyiz ya. O nedenle bu konuda da, belki daha da fazlası ile kafa karışıklığı yaşamakta olduğumuz gün gibi ortada. Konumuzun başlığı “Ruhaniyat”. Bunu, tüm dünyada artık çok popüler hala gelmiş olan “Spirituality” kelimesinin Türkçe karşılığı olarak kullanmaktayız. Türkçeye maneviyat ya da yeni Türkçecilerin deyimi ile “tinsellik” olarak da çevrilmekte. Sonuç olarak, maddi dünyanın veya materyalist bakış açısının tam karşıtı olarak düşünülmekte. Ama Türkiye’de dindarlık ile aynı anlamda kullanıldığı da açık. Halbuki bugün dünyanın her yerinde, hiçbir din ile ilgisi olmayan ama sapına kadar “ruhani” olan milyonlar da mevcut. Yani anlayacağınız, oldukça karışık, yanlış anlamaya da bir o kadar açık bir konu bu. Ve inşallah yazımızın sonunda, ince bir buz tabakasının üzerinde yürüdükten sonra, buz kırılıp da buz gibi suya düşenlere dönmeyiz!

Kırk senedir dünyanın elli ülkesinde sunmaya çalıştığımız Türkiye’mizin mistik Sufi kültürü, bu “ruhaniyat” ve “materyalist” kelimelerinin arasındaki uçuruma düşüyor gibi ülkemizde. Nüfusun hemen yarısını oluşturan ve kendisini “sol” diye tanımlayan çevrelerde “ruhaniyat”tan bahsetmek mümkün değil. Hemen din ve İslam ile eşitleyivermekteler her “ruhani” girişimi. Güya “materyalist” olunca, “ruhani” olmak imkanı ortadan kalkmakta, onlara göre. Çünkü “ruh” ve “ruhani” her şey, müzik, şiir, şarkı, görseller, İslam dinini ve dolayısı ile “gericiliği ve tutuculuğu” temsil etmekte. Aynı kuruntu, kendisine dindar diyen kesimde de egemen olunca, Batı dünyasında özgürce vicdani bağımsızlık anlamında kullanılan “Spirituality yani Ruhaniyat” terimi, bizim toplumda tam tersi bir anlamda ortalıkta dolaşıp durmakta.

Yazının Devamı

Dünyanın tüm vicdanlıları, birleşin!

Bu yazı, biz 10 bin metre yukarılardaki gökyüzünde, Atlantik Okyanusu üzerinde uçarken, aynı gün aşağılarda, ABD’nin Washington şehrindeki İsrail Büyükelçiliğinin kapısı önünde, Filistinlilere yapılan zulmü, kendisini yakarak protesto eden 25 yaşındaki delikanlı Aaron Bushnell’in anısına yazılmıştır. Belki de Aaron’un ruhu, bizim uçak Washingon üzerinden geçerken, penceremizin önünde bizlere selam vermekteydi de, biz anlayamamıştık. Daha hayatının baharındayken ve bir ordu mensubu olarak Amerikan nüfusu içindeki rahat hayatını, on bin kilometre ötedeki Filistinliler için feda eden bu arkadaşın önünde selam durmak boynumuzun borcudur. Bizim Yunus, böyleleri için 700 sene öncesinde ne demişti: “Bahadır gördüm cana kıyanı, Bahadır O’dur ki, can terkin urur, Kılıç mı keser himmet giyeni.”

Yazımızın başlığı, Karl Marx’tan beri tüm ilerici, devrimci, solcu, hümanist çevrelerin tüm dünyada attığı sloganın bir uyarlamasıdır. Elbette sloganın aslı gibi, insanın gönlü “dünyanın tüm halklarının veya işçilerinin birleşmesini” istemekte. Ama tekrar ve tekrar şahit olduğumuz üzere, halkların birleşmesi sürekli olarak başka bir bahara ertelenip durmakta. Tüm iktidarlar, yaptıkları en yanlış işlere bile, parayla, medyayla, yalanlarla ve sürekli geliştirilen tüm uyutma taktikleri ile kendi halklarının çok büyük bir kısmını taraftar yapabilme yeteneğini göstermekteler. Bunu Türkiye dahil her yerde görebiliyoruz.

Yazının Devamı

‘Vefa ile devleşir, al bayrak vatan bile’

Adı, o zamanlar Gürkan’dı. Artık bu ismi taşımadığı için, açıkça yazabiliyorum. Mülkiye’nin son iki sınıfında, Ankara’daki gariban öğrenci evimizde birlikte kalmıştık. Sürekli yurt dışına gitme planları yapmaktaydı. Bu, 1980 askeri darbesi ve hemen sonrasıydı. Evimize sürekli China Review adlı bir İngilizce dergi bile gelmekteydi onun aboneliği ile. Kenan Evren Türkiye’sinin o faşist günlerinde, eminim sadece bu dergiden bile bizleri gözaltında tutmaktaydı sıkıyönetim. Çok siyasi olduğu da söylenemezdi Gürkan’ın. O günlerdeki deyim ile, “futbolcu” bile sayılırdı. Arkadaşım artık nasıl bir ruh haline devrilmiş olmalı ki, sürekli “bu memleketten bir gidersem, bir daha ayağımı bile atmayacağım” dediğini dün gibi hatırlıyorum. Ve 1970’lerin devrimciliğinin hala havasını soluduğumuz o günlerde, “bir Türk nasıl olur da kendi toprağından bu kadar nefret edebilir” sorusuna cevap bulmaya çalışıyorduk. Halbuki kendisi, Torosların başındaki yörük köylerinden birinden, bizimle aynı bölgedendi.

Bizim ABD’ye gidişimizden yıllar sonra, onun çabaları da meyvesini vermiş olmalı ki, Türk devletinin bursu ile doktora yapmaya gelmiş ve Kaliforniya’daki evimizde yeniden birlikte kalmıştık bir süre. Ama onun planları bambaşka idi elbette. Doktorasını Türkiye Cumhuriyeti kesesinden yapıp, ortadan kayboldu. Türkiye’de bu burs için kefil olan arkadaşlarının evlerine polislerin gelmesi, mahkemelere düşmesi bile, onun ortaya çıkmasına yetmedi herhalde. Anne ve babasının vefatı bile onun Türkiye’ye cenazeye gelmesine sebep olamadı. Daha da önemlisi, o zamanlar sadece 5000 dolar verenin askerlikten muaf olabilmesi imkanına rağmen, bir aylık maaşına kıyamayıp, kendisinin Türk vatandaşlığından çıkarılmasına razı oldu. İnternetten aradığınızda adının bile görünmemesi için, hem adını hem soyadını değiştirmiş olmalı ki, ortalardan kaybolup gitti bizim Torosların Gürkan’ı. Elbette kendine göre sebepleri vardır diye itiraz edenleriniz olabilir. Ama ben bu tür itirazları kabul edecek değilim. Kaldı ki bu arkadaşımız, maalesef öyle çok az rastlanan bir örnek de teşkil etmemekte bu konuda.

Yazının Devamı

Ah, bir sıfırlama düğmemiz olsaydı!

“Reset Button” diye aradığınızda, Türkçe sözlüklerde o kadar fazla olmayan, ama yine de demek istediğinizi açıklamakta güçlük çeken bazı karşılıklar bulabilirsiniz: kurma düğmesi, sıfırlama düğmesi, yeniden başlatma düğmesi, bulabildiğimiz hemen hemen tüm Türkçeleştirilmiş tanımları bu modern icadın. Elbette “reset” düşüncesini tam anlamı ile anlatamıyor bu üç tanım da. Ama yine de biz yolumuza devam edip, hayatın sıfırlandığı ya da yeniden kurulduğu bir hali anlatmak istiyoruz bu yazıda.

Siyasetin de, inancın da, sporun da, sanatın da, kültürel hayatımızın da karmakarışık olduğu bir hallerdeyiz. Hayatın, dönmek zorunda kaldığımız hemen her köşe başında kafamızın karıştığı zamanlardayız. Bu karışma bazan iyiye bazen de kötüye yol açabilir elbette. Aynen yaklaşık yirmi sene önce izlediğimiz Tom Tykwer’n yönettiği “Run Lola Run” adlı Alman filminde olduğu gibi. Olacak herhangi bir şeyden bir saniye önce, sağa dönerseniz başka bir şey, sola dönerseniz başka bir şey olacaktır. Dönmeyip doğru giderseniz de bambaşka bir şey sizi bekleyecektir.

Yazının Devamı

Kızılırmak kıyısında kızanlardan mısınız?

Avanos’tayız. Anadolu’nun fiziki olarak tam orta yerinde, artık dünyanın en meşhur vadilerinden biri haline gelen Kapadokya’nın, yaşanılabilecek en son kasabasındayız bugün. Beş saat güneyimizde Akdeniz, beş saat kuzeyimizde Karadeniz, biz ise kupkuru bir bozkırın ortasındayız. Memleketin en büyük ırmağı Kızılırmak bile, burada sanki durağan bir göl gibi. Biz de, tam Kızılırmak kıyısında kızgın bir şekilde, ördekleri, kazları bir ekmek kırıntısı peşinde gürültüyle kovalamaca oynarken seyretmekteyiz. Bu arada, Hitit Kralı Büyük Suppiluliuma’nın Venedik’ten ithal ettiği siyah ve uzun bir gondol da, sakin bir şekilde önümüzden akıp gitmekte!

Kızgınlık bu görüntünün neresinde der gibisiniz. Böyle güzel bir manzarada, kızgın olmanın ne işi olabilir ki? Açıklayalım.

Yazının Devamı

Türkiye'de ‘tüketim’, Çin'de ‘üretim’ şahlanırken

1980’de, Türkiye Turgut Özal altında “tüketim” ekonomisi havuzuna balıklama atlatılırken, Çin aynı senelerde Deng’in yönetiminde “üretim” ekonomisinin en radikal ve hızlı uygulayıcısı oluyordu. Özal devletin elindeki her şeyi satarken, Deng devlet önderliğinde bir ekonomi inşa etti.

Bizim beceriksiz ve kontrolsüz şekilde adapte ettiğimiz “Serbest Bölge” sistemi, Deng’in önderliğinde ve “Serbest Ekonomik Bölgeler” adı altında, Çin’in sahil bölgelerinde patlamalar yaptı. Onlarda, Serbest Bölgeler üretimin ve ihracatın motoru olurken, bizdeki serbest bölgelerin karakterinin ne olduğu hala anlaşılamamakta. Daha geçen haftalarda, Mersin’deki Serbest Bölgede 77 kilo kokain yakalandı. Yani buralar belli ölçülerde illegalitenin üsleri haline getirilmiş oldu. Böyle bir Serbest Bölge anlayışı, zaten Türkiye’nin hiçbir bölgesine hayır da getirmemiştir 44 senedir. Ama Çin, bu bölgeler sayesinde 1978’den başlayarak otuz senede ihracatını tam 100 kat arttırabilmiştir!

Yazının Devamı

Siyasi saflaşma ve eyaletlerdeki kaynaşmalar

Geçen haftalarda, ABD’nin buzlarla kaplı İowa ve kuzeydeki New Hempshire eyaletlerinde, 2024 yılının Kasım ayında, ABD’nin ve aslında tüm dünyanın kaderini etkileyecek olan Başkanlık seçimine hazirlik olarak, iki ön-seçim yapıldı. Cumhuriyetçi Parti’nin ön-seçimleri sayılabilecek olan bu seçimlerde Donald Trump, hiç tartışma götürmeyecek şekilde Kasım seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı olacağını daha şimdiden ilan etmiş bulunmakta. Bu, ABD’nin geri kalan 48 eyaletinin daha bulunduğunu düşününce çok daha önem kazanmakta. Çünkü Iowa eyalet önseçimleri, tarihi olarak o yılın Cumhuriyetçi Başkan adayının ilan edildiği bir rol oynamakta. Bu durumda, Demokratların adayının şimdiki Başkan Biden olduğu düşünülünce, Kasım 2024 seçimlerinin Biden ve Trump arasında kıran kırana geçeceğin bir ifadesi oluyor. Biden yönetiminin, 2020’den bu yana tüm dünyayı ateşe atan bir saldırganlık politikası izleyen konumu da gözönüne alınınca, tüm dünya büyük bir ilgi ile bu ön seçim sürecini izlemekte.

Yazının Devamı

1980’de gökten iki elma düştü

Bu yazı 1980’in 24 Ocak gününden başlayıp, 2024’un 24 Ocak gününe kadar geçen 44 senenin iki kutuptan değerlendirilmesi sayılabilir. İki kutbun biri, Asya’nın batı ucunu tutmuş olan kendi ülkemiz Türkiye ise, diğeri de Asya’nın doğu ucunun bekçisi olan Çin Halk Cumhuriyeti’dir.

Talihimiz, 1980’in bizim için o denli uğursuz olan 24 Ocağında, gökten başımıza Turgut Özal adındaki, tedavi edilemez bir Batıcıyı kondurmuştu. Elbette, burada talih kelimesini bir “metafor” olarak kullanmaktayız. Yoksa Turgut Özal’ın kim tarafından ve neden Türkiye’nin başına bela edildiğini, artık en sıkı takipçileri bile biliyor. Onun sayesinde, Cumhuriyetin bizlere kazandırdığı tüm kaynakların heba edilip yok olmasına yol açan ve Türkiye’yi ABD’nin ve Avrupa’nın kapısına daha da bağlayan bir sürece başlamış olduk. O günden beri de, her gelen iktidar, onun Batıcı ve kapitalist çizgisinden bir damla ödün vermeden, bugüne kadar getirdi. Ve 24 Ocak’ın 44. yıldönümünde de, oldukça anlamlı şekilde, İsveç’in NATO üyeliğine Meclis’te EVET oyu verdirerek, sistemin daha da Batı’ya itilmesi arzusunu ifade etmiş oldu. Demek ki, gerek halkımız gerekse temsilci olarak seçtikleri o insanlar, 44 yılın tecrübesinden zerre kadar bir ders çıkarmamış oldular.

Yazının Devamı