Mehmet Faraç

farac65@gmail.com

Son Yazıları

Anıtkabir’e gidecek AKP’lilere Gazi’yi anlama kılavuzu!..

Atatürk’ün ebediyete intikali yalnızca Türkiye’de değil, dünya genelinde de büyük üzüntü yarattı... 10 Kasım 1938’in ardından dünya basınında Atatürk’e övgüler sıralayan binlerce haber ve makale çıktı... Bu belgeler daha sonra defalarca kitaplaştırıldı...Son yıllarda gazete manşetlerinde ve kiralık köşelerinde Atatürk’e saldıran soysuzlar Gazi’nin ölümünün dış basında nasıl yankı bulduğunu biliyorlar mı acaba?..Anımsatalım da bugünlerde Atatürk’ü anlamaya çalışan yandaşlarla derin tarih paçavralarında Gazi’ye seviyesizce saldırmaya devam edenler, yıllardır nasıl bir “deha”yı hedef aldıklarını bir kez daha görsünler;-“Atatürk’ün ölümü yalnız Türk Milleti için değil, onun örneğine çok muhtaç olan bütün Doğu milletleri için de en büyük kayıptır.” (El Eyyam gazetesi, Şam-1938)-“Bir insana ölümünden sonra bu derece sevgi ve yas gösterileri yapılması milletler tarihinde az görülen şeylerdendir.” (Athinaika Atina, 12 Kasım 1938)-“Romanya’da Atatürk’ün ölüm haberi geldiği gün, bütün okullarda dersler tatil edildi.” (Romanya-Rador Ajansı, Bükreş)-“Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz O’na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza değin aynı kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur ve böyle kalacaktır.” (Arriba gazetesi, Portekiz, 1938)-“Atatürk’ün yaptıkları insanoğlunun kolay kolay yapabileceği şeylerden değildir. O; büsbütün başka bir insandı.” (El-Mısri gazetesi, Mısır, 11 Kasım 1938)-“Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir... Dünya tarihinin gidişini değiştirmiştir.” (An Nahar, Beyrut)-“Yüzyıldan beri Küçük Asya’nın çıkardığı en büyük lider.” (The Japan Chronicle, Kobe)-“Türkler, Atatürk’ü olağanüstü bir tutkunlukla seviyorlar.” (Mısır, El Bela gazetesi)- “İslam dünyasının büyük insan yetiştirme gücünü yitirdiğini öne sürenler, Atatürk’ü hatırlamalı ve utanmalıdırlar.” (Tahran gazetesi, İran, 1939)-“Atatürk’ün ölümü ile dünya büyük bir liderini kaybetti.” (Gazeta Del Popolo, İtalya, 11 Kasım 1938)-“Yeni Türkiye, Atatürk’ün dimağında vücut bulmuştu. O, bu Türkiye’yi kendi elleriyle dünyaya getirdi.” (Dela Mail gazetesi)-“Kadınlar başka hiçbir ülkede bu kadar hızla ilerlememişlerdir. Bir ulusun bu derece değişmesi, tarihte, gerçekten eşi olmayan bir olaydır.” (İngiliz, Daily Telgraph gazetesi)-“Atatürk, yirminci yüzyılın en büyük mucizesidir.” (National Tidence gazetesi, Danimarka, 11 Kasım 1938)-“Eğer tarih bir kalbe sahip olsaydı, Mustafa Kemal’i mutlaka kıskanırdı.” (Tchang Yang Yee Pan gazetesi, Çin, 1958)-“Hiçbir ülke, Atatürk’ün Türkiye’sinin gördüğü değişiklikleri bu kadar hızlı bir şekilde görmemiştir. Bugünün Türkiye’sinin tarihi Mustafa Kemal’in tarihidir.” (Dness gazetesi, Bulgaristan, 11 Kasım 1938)-“Milletine bu kadar az zamanda, bu ölçüde hizmet edebilen tek devlet adamı Atatürk’tür.” (Libre Belgique gazetesi)-“Bir yenilginin uçurumuna düştüğü halde, ilkin neticesiz sanılan İstiklâl Mücadelesi’ni yapan Türk Milleti, önünde saygıyla eğilmeden bu satırlara son veremez.” (Alman Askeri Dergisi Vissen Und Vehr)

GAFLETTEN UYANDIRAN SÖZLER...

Yazının Devamı

Balçığı tükenmeyen ihanet!..

“Boş verin kime, niçin hizmet ettiklerini!.. Boş verin kimin kuklası olduklarını!..Kalıplaşmış üçbeş cümleyle günü kurtarmaya çalışan kültürsüz, altyapısız o pejmürdeler kendi iradeleriyle hareket etmiyorlar çünkü!..Cumhuriyetin kuruluş mücadelesinin, küçük beyinlerine sığacağını sanmıyorum çünkü!..O zavallıların bu ülkeyi sevdiklerine de zerre kadar inanmıyorum...Derin siyasi güçlerle uluslararası lobilerin finanse ettiği toplum mühendisliğinin köhne laboratuvarlarında yetişmiş onlar!..Devir onların devri... Yandaş gazetelerde ve televizyonlarda hepsinin üstlendiği tek bir misyon var; cumhuriyetin kurumlarını olabildiğince erozyona uğratmak, Atatürk’ü olabildiğince yıpratmak!..Oysa nafile bir çaba içindeler... Ne sırtlarını dayadıkları karton duvarların, ne karanlık işbirlikçilerinin ne de pis kalemlerine kirli mürekkep taşıyan taşeronların bir katkısı olacak onlara!..Debelendikçe debelenecekler!.. Kudurdukça kuduracaklar!.Salyaları kalemlerinden süzülürken iftiralarının içinde boğulacaklar her zaman!..İçinde çırpındıkları karanlık balçık, Aydınlanma Devrimi’ni zerre kadar kirletemeyecek!..Büyük devrimcinin en büyük eserini çökertmek için zırvaladıkları her anda, cumhuriyetin milyonlarca evladı çıkacak karşılarına!..Ruj bulaşmış kusmuklarını ekranlardan saçan “yalı” dansözleri ve alkolden süngere dönmüş beyinleriyle Büyük Önder’e saldıranlara sokaktaki köpekler bile acıyarak bakacak!..Kim bunlar peki?.. Kim Atatürk’e saldıranlar?..Birey olamamış figüran müritler!..Karanlık hücrelere bağlı paslı zincirlerinden, yağmur suyu damlayan kuryeler!..Yetenekleriyle değil, çirkeflikleriyle şöhret isteyen Cumhuriyet düşmanları!..“Beyaz” ekranlardan kara çalan, liboşluk kölesi, tetikçi asker kaçakları!..İşbirlikçiliğe önderlik eden junior müritler!..Otobüslerde, “erkekçe” pozlarında fordculuk dersleri veren ve bugünlerde de gazilere utanmazca saldıranlar!..Babaların kucağında, gazete köşelerine oturtulan limonata liboşları!..İki kadın memesine (!) memleketi satmaya hazır olan , çıkarcılık uğruna liboşluğu “al(t)tan” alan ahlaksızlar!..Ve de kiralık nallarıyla televizyonlarda kişneyen bunamış Truva kısrakları!..

Yazının Devamı

‘Cam filmi’nin asıl karası!..

Dövizde yeniden alevlenen yangın iyice büyürken ekonominin gidişati ne yazık ki belli değil, iş dünyasının geleceği karanlık!..Memleketin tüm medyası mecburen 3. sayfa haberciliğiyle yarışıyor!.. Çünkü acımasız cinayetler, terör saldırıları, şiddet olayları ve mafya eylemleri bitmiyor, sokaklar topyekün karanlık halde huzur arıyor...“Açılım” rezaletinin bitmesinin üzerinden neredeyse üç yıl geçmesine rağmen, yüzlerce şehide ve yaralı güvenlik görevlisine karşın terör ne yazık ki bitmiyor, Güneydoğu’daki kaotik karanlık bir türlü giderilemiyor...Suriye sınırındaki kanlı keşmekeş çözülmüyor, Türkiye skandal politikalar nedeniyle sosyo-ekonomik açıdan zarar görmeye devam ediyor ve diplomasideki karanlığın haritası ülkemizin çevresinde giderek yayılıyor!..Resmi rakamlara göre 3.5 milyon olmasına rağmen, en az 5 milyon olduğu tahmin edilen “işsiz”ler nedeniyle yüzbinlerce evde ocaklar yanmıyor, mutfaklar karanlık, geçim çaresizliği yuva yıkacak boyutlarda büyüdükçe büyüyor...Şanlı cumhuriyete taarruz edenler, kindar karşı devrimciler ve bağnazlığın ezeli düşmanları rejimi yıkmak için artık salyalarını açıktan akıtırken, ülkenin gidişatı giderek zifiri karanlığa dönüşüyor!..Ülkenin çimentosu olan laiklik her geçen gün daha da derin darbeler alıyor, bürokrasiden siyasete ve güvenlikten eğitime kadar laiklik karşıtı kadrolaşmalar devletin gidişatını iyice belirsizliğe sürüklüyor...

TÜKETMENİN CAKASI!..Türkiye’yi sinsice saran, derinden sarsan, bağnazca kuşatan ve hergeçen gün daha da fazla cenderede tutan karanlıkla ilgili vahamet tablolarının sonu ne yazık ki gelmiyor... Örnekler bitecek gibi değil;Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’e ahlaksızca küfür edenler delil yetersizliğinden serbest bırakılırken, Gazi’nin heykelleri saldırıya uğruyor, internet soytarılarıyla tarihçi kılığındaki zavallılar Gazi ile ilgili gerçeklere iftira çamurunda kara çarşaf örtmeye çalışıyor!..Ve en büyük karanlık, her geçen gün daha da fazla eğitimin üzerine çörekleniyor, bir gecede binlerce eğitim kurumunun imam hatipe dönüştürüldüğü ülkede, molla-medrese sistemi çağdaş cumhuriyeti zifiri bir karanlıkta tutmak için direndikçe direniyor...Velhasıl; Türkiye son 15 yıldır yaşamın her alanında karanlığı, bağnazlığı ve kaosu dayatan sinsi bir siyaset anlayışının dehlizlerinde görünmez bir uçuruma doğru hızla sürüklenirken, toplumun umutları kör kuyularda erimeye devam ediyor!..Karanlık ve “aydınlık” ikileminde memleketin derdi çoktur vesselam... Siyasetin gücünü arkasına alan rantiye zenginliği sosyeteyi ve tüketmeyi keşfedince, ülke nereye gitmiş umurunda olmayan bir güruh, yandaşlığın kucağında gidişattan habersizmiş gibi yaşıyor, geleceği de hiç ama hiç umursamıyor...“Kader”cilik anlayışının toplumu iyice teslim aldığı yakın coğrafyalarda olduğu gibi, Türkiye’de de kimi insanlar “banane”ciliğin tehlikeli yollarında sırtını gerçeklere dönerek yaşamayı tercih ederken, ülkenin başındaki kara bulutlar gittikçe çoğalıyor!..

Yazının Devamı

Alçaklığın son noktası!..

Sen kalk, senelerce dağlarda ölümle burun buruna yaşa, ormanlarda - ovalarda, geçit vermez vadilerde, karanlık dehlizlerde günün her anında alçak pusulara düşmemek için tetikte ol ve her saat korkuyla yaşa...Gecen, gündüzün belli olmasın terörün adeta teslim aldığı kanlı viranelerde... Düşman nereden gelecek bilme, kurşun yağmurları altında bayrak yere düşmesin diye mücadele et ve sonra hain bir pusuda ya da kalleş bir merminin ucunda sinsice vurul, sakat kal...Terör denilen kanlı bela yüzünden kolun - bacağın kopsun, belden aşağın tutmasın, velhasıl gencecik yaşında, hem de “vatan için” yaşamını tek başına sürdüremeyecek hallere düş!..Ve sonra adına “Gazi” desinler... Millet için gazi, vatan için gazi, ülkenin huzuru için gazi ve ne yazık ki kendini bilmezler için gazi!!!Bir köşeye atılmak, zaman zaman unutulmak, horlanmak, değerinin bilinmemesi ve belediye otobüsülerinde bile, “benim için mi gazi oldun” diyebilen ruhsuzların salyalı tacizlerine uğra, velhasıl ne olursa olsun, yine de başın yere eğilmesin...Peki; ülkenin başkentinde, çoluk-çocuğunla otomobilde giderken insanlıktan nasibini almamış, hayvandan bozma yaratıkların saldırısına uğramak da neyin nesi?..Hem de yaşlı annenle, eşinle birlikte ve ne yazık ki, hem de iki yaşındaki çocuğunla birlikte, iğrenç saldırılara uğra, ölümle burun buruna gel ve en acısı da onurun kırılsın...

İNSANLIĞIN VURULDUĞU AN!..Başkent Ankara’da yaşandı bu büyük rezalet... Maganda kurbanlarından biri, PKK saldırısı nedeniyle belden aşağısı felçli, jandarma astsubay Muzaffer Oktay (23) diğeri ise bir bacağını kullanamayan ve koltuk değneğiyle yürümeye çalışan uzman çavuş, 27 yaşındaki İbrahim Kızılkaş.İki “gazi” araçlarıyla seyir halindeyken altı trafik magandası tarafından taciz edimiş... Gaziler, yanlarında aileleri var diye, adeta beladan uzaklaşmak için önce bir AVM’nin otoparkına girmelerine rağmen taciz devam etmiş... Araçları tekmelenmiş, akıl almaz tehditlere, küfürlere ve hakaretlere maruz kalmışlar...Gaziler tüm bu razelete rağmen olay yerinden kaçarak bir benzin istasyonuna sığınsalar da, alçaklığın son durağı olmuş orası!.. Araçtan inen altı maganda onlarca yurttaşın önünde, önce ailenin içinde bulunduğu aracın camlarını kırmışlar, sonra da gazileri araçtan indirerek acımasızca dövmüşler!..Üstelik bu iğrenç saldırı gazilerden birinin eşiyle iki yaşındaki kızlarına kadar uzanmış ki, en vahimi ve en acısı da budur aslında…Görüntüleri izledik, kahrolduk ve isyan ettik... Araçtakilerin “gaziyiz” şeklindeki uyarılarına rağmen trafik magandaları barbarca, vahşice ve en vahimi de alçakça saldırmaya devam etmişler...Evet; çocukken çok duyardım, “düşmanın olacaksa, hiç olmazsa mert olsun” derlerdi... Vatan için “gazi” olan savunmasız insanlara saldırabilmişlerse, bunlar namertten öteye gidemezler bence...Düşünün ki, yalnızca kendilerini savunamayan iki “gazi”yi değil, adamlığı, erkekliği ve en önemlisi insanlığı da vurdu bu utanmazlar... Hem de barbarca, vahşice ve sinsice!..Bu satırları okuyunca; bu köşede, “hangi ara bu hale geldi bu millet” sorusunu sıklıkla yöneltmemizin nedenleri de anlaşılmıştır eminim...Doğru değil mi; “hangi ara” bu kadar alçaklaşabilen insanlar çoğaldı içimizde, hangi ara bu kadar insanlıktan çıktı, “insan” diye içimizde yaşayan pervasız ve acımasızlar?..Trafikteki en küçük tartışmada bile silaha-sopaya sarılan ve şiddeti en utanmaz çizgiye kadar taşıyan bu tür yaratıklara karşı devletin yasal yaptırımları daha da ağırlaştırmasının zamanı gelmedi mi sizce?..Ve de söyler misiniz; Ankara’nın göbeğinde “kocam sizler için sakat kaldı” diye uyaran bir “gazi” eşinin çığlıklarına rağmen, savunmasız iki insanı öldüresiye dövecek kadar zıvanadan çıkanlar yaşamlarının bundan sonrasında aynaya “erkek” gibi bakabilecekler mi acaba?.. Hiç sanmıyorum...

Yazının Devamı

27 yıl sonra ve de 33 yıl sonra Şemdinli!..

“15 Ağustos 1984 gecesi terör örgütü PKK bugünlere kadar sürecek olan şiddet politikasını uygulamak için harekete geçmişti!.. Daha önce Güneydoğu’da, “Apocular” adıyla korku saçan PKK, Suriye’de 5 yıl süren eğitimin ardından “şiddeti dayatma yöntemi”ni kullanmak istiyordu. 1979′dan itibaren Suriye’de faaliyet gösteren Abdullah Öcalan, hedefini “uzun süreli halk savaşı” olarak ilan etmişti!.. Öcalan o dönemde “Kürdistan için 1 milyon Kürt ölebilir” mantığındaydı!.. Hatta daha önceleri, henüz öğrenciyken Urfa’daki kültür ocağında tartıştığı gençlere şöyle dediği rivayet ediliyordu: “Kürtlerin kafası ziftlenmiş, onu ancak kurşun sesleri temizler!..” Öcalan “halk savaşı” stratejisini üç aşamalı olarak uygulamak istiyordu; “strajik savunma, stratejik dengeleme, stratejik saldırı!..” Oysa PKK o dönemde 12 Eylül yönetiminin ülke genelindeki etkinliğini üzerinde hissediyordu... Örgütün kent birimleri eski “Apocular”dan oluşuyordu. Öcalan’ın örgütlenmesi içinde yer alan militanların çoğu ise cezaevindeydi!.. Örgütün “3 aşamalı şiddet” politikasını uygulamaya sokacak olanlar, 12 Eylül’ün birkaç yıl öncesiyle hemen sonrasında Suriye, Irak ve Avrupa’ya kaçanlardı!..” SİLAHLA PROPAGANDA YAPMAK!.. “Öcalan, Suriye’nin Bekaa Vadisi’nde temellerini Türk solunun attığı kamplarda 200 kadar militan eğitiyordu. Tek hedefi, korku ve kaos yaratarak kitleleri devlete karşı kışkırtmaktı!.. İşte bu militanlardan “Hezen Rizgariya Kürdistan” (HRK) yani “Kürdistan Kurtuluş Güçleri” adlı bir askeri birim oluşturmuştu... PKK’nın ilk eylemcileri olan bu gruptakiler, 1984 yılının haziran ayından itibaren çok önemli bir plan üzerinde çalışmaya başladılar. Haritalar ve temsili hedefler üzerinde 2.5 ay süren çalışmanın sonunda üç eylem grubu tespit edildi... Gruptakiler işte terörün bugünlere kadar uzayan şiddetin ilk tohumlarını atacak teröristlerdi!.. Öcalan bu üç grubu “Silahlı Propaganda Birlikleri” olarak adlandırmıştı; “Agit” kod adlı Mahsun Korkmaz’ın başında olduğu gruba PKK’nın 14 Temmuz 1982′de, Diyarbakır Cezaevi’ndeki açlık grevinde ölen Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek aldı Apocular’ın anısına “14 Temmuz Silahlı Propaganda Birlikleri” adı verilmişti!.. Korkmaz’a bağlı teröristler Eruh-Şırnak-Pervari bölgesine sızacaklardı!.. Abdullah Ekinci liderliğindeki “21 Mart Silahlı Propaganda Birliği”, Hakkari’nin Çukurca ve Şemdinli ilçelerine saldıracaktı... Ali Ömürcan’a bağlı “18 Mayıs Silahlı Propaganda Birliği” ise Van’ın Çatak ilçesini hedef alacaktı. Ancak Ömürcan’a bağlı teröristler saldırıya geçemedi. PKK’lı bir grup, 15 Ağustos 1984 gecesi, Eruh ve Şemdinli’ye saldırdı... Eruh ilçe merkezine yönelik baskında 3 yurttaş ve 9 er yaralandı. Erzincanlı asker Süleyman Aydın ise şehit oldu. Bu asker, PKK’nın silahlı eylemlerine başlamasından itibaren Türkiye’nin verdiği “ilk şehit”ti... Ancak Şemdinli baskınında daha yoğun çatışmalar yaşandı. Saldırıda ağır yaralanan 4 askerden Astsubay Memiş Anbaş, olaydan beş gün sonra şehit oldu. Türkiye bu saldırıları ancak 3 gün sonra duyabildi ve ne ilginçtir ki devlet de siyaset de pek önemsemedi!..” ‘İSYAN’ MI, ‘EŞKİYA’LIK MI?.. “Eruh saldırısını gerçekleştiren Mahsun Korkmaz, 28 Mart 1985 gecesi çıkan bir çatışmada öldürüldü. HRK’nın ilk yöneticisi olan bu militanın adı, PKK’nın Bekaa’daki kampına verildi; “Mahsun Korkmaz Akademisi!..” 15 Ağustos kimine göre “29. Kürt isyanının başlangıcı"ydı, kimine göre ise “bir avuç şaki”nin eylemi!.. Birinci tanımlama, iki ilçeye yönelik saldırıyla başlayan şiddetin yıllardır nasıl planlı olarak devam ettiğini de gösteriyordu!.. “Bir avuç şaki” benzetmesi ise gafletin yanı sıra belki pervasızlığı da anlatıyordu!.. Burada üzerinde asıl düşünülmesi gereken konu, bir grup teröristin devleti yıllar önce iki ilçede gafil avlaması değil!.. Asıl mesele, özellikle AKP iktidarı döneminde terörün bu kadar büyümesi de değil belki... Bizce asıl sorun, tüm operasyonlara rağmen, PKK’nın 27 yıl sonra (2011 saldırısı) Şemdinli eyleminin bir benzerine girişilebilmiş olması!.. Yani, İran’ın aylardır süren kara harekatı, Güneydoğu’da nerdeyse her noktada süren operasyonlara rağmen bir grup teröristin binlerce asker ve polisin olduğu bir bölgede saatlerce devletle çatışabilmesi!!!”KANLI SÜREÇTEN DERSLER!..“PKK’nın 27 yıl sonra Şemdinli’yi ikinci kez (2011’de) hedef aldığı tarihin 12 Eylül gecesine denk getirilmesi de dikkat çekicidir!.. 27 yıl önceki ilk saldırıyı gece 21.30’da gerçekleştiren militanlar, 12 Eylül 2011 gecesi de neredeyse aynı anlarda, saat 22.00 sıralarında ilçe emniyet müdürlüğüne roket attılar...Bu saldırının ardından başlayan çatışmada, İlçe Jandarma Komutanlığı ve bir polis noktası da hedef alındı. Saldırı sırasında 1 asker ve bir polis şehit olurken, çatışmanın ortasında kalan bir düğün alanındaki 3 yurttaş da yaşamını yitirdi. 10 kişi ise yaralandı. Güvenlik birimlerine göre çatışma “2 saat” sürdü!.. Şaşırtıcı değil mi?.. 27 yıl öncesinin devlet olanaklarıyla 2011 yılının olanakları kararlaştırıldığında, PKK’nın bir ilçede güvenlik güçleriyle 2 saat boyunca çatışabilmesinin sorgulanması gerekmiyor mu?.. 1984′ün 15 Ağustos’uyla 2011′in 12 Eylül gecesi arasındaki 27 yıllık kanlı süreçte; tarih, ilçe basmak açısından kolaylıkla tekerrür edilebiliyorsa, alınması gereken acı dersler vardır!.. Sınır güvenliği, istihbarat, araç gereç donanımı, polis ve askeri güç ile hareket kabiliyetine rağmen nasıl oluyor bu?..”OKURLARA NOT; Önceki gün, yine Şemdinli’de 2 korucu ve 6 askerin şehit olması ve 15’ten fazla PKK’lının öldürülmesinin ardından, “Ne Şemdinli’ymiş” diye yazmıştık ya, kimi okurlar bu ilçede 1984 yılındaki ilk saldırıyı ve sonrasını detaylı olarak öğrenmek istemişler... 13 Eylül 2011 tarihli yukarıdaki yazıyı işte bu yüzden anımsattım... Yani Şemdinli’de 1984’te başlayan kaos 2011’de nasıl devam etmişse, günümüzde de ne yazık ki durmuyor!.. Şemdinli’nin 33 yıl sonra bile terörle gündeme gelmesi çok ama çok şaşırtıcı!..

Yazının Devamı

Ruhsuzlar gürûhunun intiharı!..

Bu köşede kimi konulardaki sosyolojik analizlerin ardından aynı soruyu sıklıkla sorduk; “Bu millet hangi ara bu hale geldi?..”Peki, neler mi sorduruyor herkesin aklındaki bu soruyu?.. Hangisini sayalım ki; tarikat yurtlarındaki toplu tecavüz vakalarını mı, töre cinayetlerini mi, sokaklara taşan “Bonzai” rezaletini mi, kadınlara yönelik vahşete varan cinayetleri mi yoksa öfke kontrolünü yitirmiş kitlelerin lince varan vahim saldırılarını mı?..Toplumu çok şaşırtan ve kitleleri isyan ettiren vakalar ne yazık ki çok ve de bitmiyor bu ülkede... Ve ne yazık ki bu ülkede küçücük çocukların yanında anne-babaları katlediliyor, acımasız cinayetler, boşanma, uyuşturucu ve mafya vakalarındaki inanılmaz artışlar kitlelerin gelecek kaygısını derinden yaralamaya devam ediyor...Sanmayın ki, toplumsal öfke ve bireysel saldırganlık yalnızca asayiş olaylarında dışa vuruyor...Teknoloji nedeniyle herkesin elinde dolaşan başka bir tehlikeli mecra var ki, “bu millet hangi ara bu hale geldi” sorusunu kitlesel açıdan da sorgulatmaya devam ediyor...

SOSYAL MEDYA TERÖRİZMİ

Yazının Devamı

Müfteri zirvede pohpohlanırsa?..

Mustafa Armağan ve Süleyman Yeşilyurt... İkisi de dindar olduğunu iddia ediyor!.. Yani, “ölülerinizi hayırla yad ediniz” hadisinden de bal gibi haberdar olmaları gerekiyor!..Ne yazık ki ölülere de saygısı olmayan bu iki zavallı aynı yolun gafil yolcuları... Çünkü tüm dertleri cumhuriyet, laiklik ve bu dünyadan göçmüş olan Atatürk’e her fırsatta ısrarla hakaret yağdırmak... Bu iki şahıs Atatürk’e hakaret etmeyi öylesine abarttılar ki, sonunda milletin midesini bulandıran saldırılarını Afet İnan’a kadar getirebildiler... Evet; ölmüş, savunmasız insanlara saldırmayı büyük bir keramet zannedecek kadar aciz olan bu zatlar sonunda zıvanadan öylesine çıktılar ki, savcılar infial üzerine bir zahmet harekete geçtiler!..Tüm dertleri Atatürk gibi milyonların gönlünde taht kurmuş benzersiz bir lideri aşağılamak olan bu zavallılar sonunda yargılandılar ve önceki gün 1 yıl 3’er ay hapis cezasına çarptırıldılar...Umarım televizyonlarda ve panellerde zırvalayan “deli” raporlu ruh hastaları ile kendini büyük “yorumcu” diye pazarlayınca AKP’li belediyelerin konferanslarından nemalanan sosyal medya zırzopları da adaletin yakasından kurtulamazlar...

ATATÜRK DÜŞMANLARINI BESLEMEK!..

Yazının Devamı

İstanbul'un bağrında uyuyan tehdit!...

Radikal dinci terör örgütlerinin başta İstanbul olmak üzere bazı kentlerde yeniden harekete geçmesi yurttaşları ve devleti iyice kaygılandırıyor...Bu kaygıların kökeninde ise “IŞİD” adlı dinci örgüt Hatay, Antep, Urfa, Adıyaman, Bingöl, Konya gibi kentlerde örgütlenirken devletin gafletinin de büyük payı var!..Ve bu kentlere yayılmak üzere, daha önce Hizbullah, ardından El Kaide şimdilerde ise IŞİD’e militan sağlayan Bingöl’e yönelik şaşırtıcı duyarsızlığın yolaçtığı vahametlerin toplumu uzun süre sarsması da cabası!!!Çünkü devlet 1990’dan bu yana “PKK ile savaşıyor” diye dinci terör örgütlerinin palazlanmasına ne yazık ki göz yumdu, eylemcilerin üzerine gidilmedi, örgütlerle mücadele etkin hale getirilmedi...1990-2017 arasındaki süreçte, Hizbullah’tan Selefi militanlığa transfer olan yüzlerce tehlikeli militanın ortaya çıktığı Bingöl, işte bu yüzden radikal dinci örgütlerin her zaman taban bulabildiği bir yer haline geldi...17 Ocak 2000’de, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun Beykoz’da polisle girdiği çatışmada öldürülmesinin ardından en az 50 kentte düzenlenen operasyonlarda büyük darbe alan örgüt daha sonraları siyasallaşırken, firari uzantıları ise önce Irak üzerinden El Kaide’ye sığındı ardından da IŞİD’e...Unutmayınız ki; İstanbul’da, 15-20 Kasım 2003’te mühhimmat yüklü kamyonlarla düzenlenen ve en az 60 kişinin öldüğü İngiltere Başkonsolosluğu ve HSCB Bank Genel Müdürlüğü binası ve iki sinagoga yönelik bombalı saldırıyı El Kaide’nin Bingöl grubu gerçekleştirmişti...Velhasıl; İstanbul önceki gün de büyük bir katliamın eşiğine gelebilmişse, bu tehlikenin ardında, Güneydoğu’da uzun yıllar perde gerisine itilen dinci terör tehdidinin büyümesinin olduğu gözardı edilemez...HİZBULLAH'DAN IŞİD'E!...İstanbul’da geçen yılbaşı gecesi 39 kişinn katledildiği Reina saldırısnın ardından Türk güvenlik güçleri yalnızca IŞİD’i daha fazla ciddiye almaya başlamadı, aynı zamanda örgüte yönelik bir kuşatma stratejisini de uygulamaya koydu...Çünkü yalnızca Irak ve Suriye değil, Libya, Fas, Özbekistan, Tunus gibi ülkelerden de Türkiye’ye sızdırılan Selefi militanların başta İstanbul’da olmak üzere, örgütledikleri hücrelerin sayısı büyük boyutlara ulaşmıştı...Üstelik Bingöl, Konya, Erzurum, Urfa, Antep gibi kentlerden Irak- Suriye gibi “cihad bölgeleri”ne gidenlerin geri dönüşü de hücre sayısını iyice tehlikeli hale getirmeye başlamıştı...Bu tehlikenin sonuçlarını tüm ülke çok biliyor; Urfa, Antep, Ankara ve İstanbul’da onlarca saldırıda, yüzlerce masum yurttaşımızın katledilmesi, yüzlercesinin de yaralanması, sakat kalması!..Evet; Hizbullah - El Kaide - IŞİD hattında çok fazla deşifre olan Bingöl halen dinci örgütlere militan sevkeden bir kent... Bölgedeki operasyonların sonuçları bunu söylüyor.Ancak İstanbul, işte terörün sızma çabaları sırasında IŞİD’in “uyuyan hücre”leri tarafından aynı zamanda bölgesel örgütlenme merkezi haline de getirildi ki, en büyük tehlike zaten burada...Son 5 yılda, yani Suriye krizinin başlamasının ardından Bingöl, Konya, Eskişehir, Antep, Urfa, Adıyaman gibi kentlerde hücrelenen militan grupların koordine edildiği İstanbul’da IŞİD’in en az 100 eylem hücresinin olduğu tahmin ediliyor...Zaten son 3 yılda kentteki operasyonlarda 2 binden fazla militanın yakalanması da bu hücrelerin boyutlarını göstermeye yetiyor...IŞİD militanları genellikle Pendik, Sultanbeyli, Avcılar, Küçükçekmece, Beylikdüzü, Fatih, Esenyurt ve Arnavutköy gibi ilçelerde bulunan hücrelerde barınıyor, buralarda yerel “medrese” gruplarının da desteğiyle taban buluyor, dış uzantılarından da ekonomik destek sağlıyor...SIZAN HÜCRELERİN SONU!..Peki; son bir yılda, yani Reina saldırısının ardından polisin artık daha fazla kuşatma altında tutmaya çalıştığı IŞİD hücrelerine karşı neler yapıldı, nasıl sonuçlar alınabildi?..Güvenlik birimleri bir yandan İstanbul’un 12 ilçesinde ağırlıklı olarak rastlanan IŞİD “hücre”lerini takip ederken, diğer yandan da hava ve karayollarından “sızma”lara karşı sürekli teyakkuzda...Medyaya da yansıdığına göre, güvenlik birimlerinin “Risk Analiz Grubu” adı altındaki yakın plan çalışmalarında radikal yapıların örgütlenmesi ve kanlı eylemlerinin önlenmesinde çok önemli sonuçlar alınmış...İstanbul’da, Atatürk ve Sabiha Gökçen havalimanları ile otogarda “yabancı terörist savaşçılar”ın yakalanması amacıyla operasyonlar yoğunlaştırılmış, hücreler çökertilirken büyük tehditler de safdışı bırakılmış...Örneğin; Anadolu Ajansı’nın ulaştığı bilgilere göre, 15 Ağustos 2016 - 15 Ağustos 2017 tarihleri arasında Atatürk Havalimanı’nda 14 bin 555 kişi, Sabiha Gökçen Havalimanı’nda 13 bin 53 kişi, otogarda ise 15 bin 442 şüpheli yolcu kapsamlı kontrolden geçirilmiş... Bu kontrollerde “risk” taşıyan 940 kişi sınır dışı edilmiş...İstanbul’da, 15 Ağustos 2016 ile 30 Ekim 2017 tarihleri arasında IŞİD’e karşı en az 136 operasyon yapılmış ve yüzlerce eylem hücresi oluşturabilecek 968 kişi yakalanmış. Polise silahıyla direnen tehlikeli bir militan da operasyonla etkisiz hale getirilmiş...Ajansa yapılan açıklamalara göre, IŞİD’in onlarca büyük eylemi de son anda önlenmiş... Bunlar arasında, elinizdeki gazetenin de hazırlandığı İstiklal Caddesi’ndeki binaya yönelik saldırı hazırlığı da var!..Evet; İstanbul’da geçtiğimiz hafta sonu iki hücre evindeki gizemli yangınların ardından, polisin bir AVM’nin otoparkında bomba yüklü bir araç ile bir motosikleti ele geçirmesi, AVM’ye sızdırılan patlayıcıları bulması Suriye ve Irak’taki kargaşadan kaçan IŞİD hücrelerinin hareket halinde olduğunu bir kez daha gösterdi...Meselenin özeti şudur; güvenlik güçleri canlarını siper ederek teröristlere karşı çalışsa da, AKP iktidarının “açılım” gafletiyle PKK’ya göz yummasından sonra Suriye düşmanlığı nedeniyle de IŞİD’i gözardı etmesi İstanbul’u ne yazık ki uyuyan bombaların üzerinde tutmaya devam ediyor...Hiç kuşkunuz olmasın; PKK terörünün bitirilmesi için 34 yıl mücadele edilen bir ülkede, IŞİD ve benzeri örgütleri etkisiz hale getirmesi için devletin en az 10 yıl aralıksız mücadele etmesi gerekecek... Çünkü Türkiye genelinde IŞİD’in kaç “uyuyan hücre”si olduğu bilinmiyor!..

Yazının Devamı

PKK’nın yerine oynayan örgüt!..

5 Eylül 2017 günü bu köşede, “Bombanın fitili nereye uzanıyor” başlıklı bir yazı vardı... İşte o yazıda, “IŞİD ve El Kaide analizlerinde her zaman dikkat çektiğimiz asıl tehlikenin, her zaman pusuda olduğunun bir kez daha altını çizmeden geçmeyelim” dedikten sonra şu yaşamsal uyarıları da yapmıştık;“IŞİD gibi şeriatçı örgütler askeri açıdan sıkıştıkları ve tükenmeye başladıkları en kritik dönemlerde, her zaman en yakındaki hedeflere yönelmekten çekinmediler... Velhasıl Deyrezor ve çevresinden kaçan bir örgütün, kendini eylemsel açıdan ifade edeceği saldırı alanları bellidir; Irak, Suriye ve ne yazık ki örgüte bir zamanlar hoşgörüyle bakan siyasetçi ve yazarların da bulunduğu Türkiye!.. Yakın hedef açısından Türkiye’nin ‘teyakkuz’a en çok önem veren ülkelerin başında olması gerekiyor... Çünkü örgütün daha önceleri Türkiye’de onlarca büyük eylemde, yüzlerce masumu katletmiş olması unutulacak gibi değil... IŞİD, Irak’tan sonra Suriye’de de yenilirken, kanlı fitilin ucu serseri mayın gibi bundan sonra nereye uzanabilir acaba?.. Hizbullah, El Kaide ve IŞİD’den çok çekmiş Anadolu toprakları açısından, ‘aman dikkat’ demekten başka bir şey gelmiyor elden!..”Yukarıdaki satırları yazdıran gerekçe, aslında terör örgütlerini yakından izleyenlere hiç de yabancı değil... Çünkü Suriye’den sonra El Kaide-IŞİD “Selefi”ciliği Irak’ta da yenilmeye başlamış ve örgüt kendine rahat hareket alanı bulabileceği, potansiyel “taban”ın da bulunduğu yeni mecralar aramaya başlamıştı...

TAM DA UYARININ ARDINDAN!..IŞİD eylemsel alanlar arayışındayken, Irak-Suriye hattındaki “iç savaş” bölgelerine en yakın olması açısından aslında tek seçenek vardı; Türkiye... Daha önce İstanbul, Urfa, Antep ve Ankara gibi kentlerde onlarca intihar eylemi ve bombalı saldırıda yüzlerce masum yurttaşı katleden örgüt, AKP iktidarının Suriye politikasından cesaret alanlar tarafından büyütülen tabanına da güveniyordu...IŞİD Suriye’de iyice sıkışırken ve elinde tuttuğu alanların neredeyse yüzde 80’ini kaybederken, militanlar Türkiye sınırına yığılmaya başlamıştı...İngiliz Guardian gazetesi, bu köşedeki uyarıdan 8 gün sonra 13 Eylül 2017’de, IŞİD’ten ayrılan yüzlerce militanın evlerine geri dönebilmek amacıyla Suriye'nin İdlib eyaletine yığıldıklarını ve çok sayıda militanın da Türkiye'ye girmeyi başardığını yazdı...Martin Chulov imzalı haberde, IŞİD üyelerinin 2’şer bin dolar ödeyerek Eylül başında Türkiye'ye giriş yaptıklarına dikkat çekilmişti...Bu köşedeki uyarıdan yaklaşık iki ay sonra ise 30 Ekim’de Türk basınına yansıyan yabancı kaynaklı bir “rapor” da sınırdaki tehlikeye dikkat çekmişti... ABD merkezli “Soufan Center”ın Ekim ayı ortalarında yayımladığı rapora göre, Suriye ve Irak’ta sürdürülen operasyonlarla büyük darbe alan IŞİD’in 6 bin kadar militanı ülkelerine dönerken, bunlardan bin kadarı da Türkiye’ye yönlenmişti...

Yazının Devamı

Cumhuriyet 94 yıl sonra ayakta mı?..

Ülkenin nereden nereye geldiğini ve 91 yıl sonra ne yazık ki aynı vahim noktaya sürüklendiğini en net biçimde görmek istiyorsanız, aşağıdaki satırları bir kez daha, sindire sindire okuyunuz;“Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir...Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hiyanet içinde bulunabilirler.Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler.Millet, fakrü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!..”AHVAL VE ŞERAİT UĞRUNA...Atatürk’ün; tehdidi, tehlikeyi, yıkımı, yozlaşmayı, işbirlikçiliği ve ihaneti de anlattığı Gençliğe Hitabe’deki bu satırlar 20 Ekim 1927 tarihli...Büyük Önder’in 90 yıl önce öncesine ait bu çok önemli saptamaları, Kurtuluş Savaşı’nda yani Osmanlı’nın işgal edilmiş topraklarındaki “ahval ve şeraiti” anlatıyordu...Tarihin her açıdan tekerrürden ibaret olduğunu da kanıtlayan çok yaşamsal satırlardır bunlar... Bu nedenle cumhuriyetin yeni bir “kurtuluş” mücadelesine gereksinimi olduğu şu günlerde, Gençliğe Hitabe’nin son satırları, karşımıza ne yazık ki günümüz Türkiye’sini de çıkartıyor...Söyler misiniz; dışa bağımlılıkla ekonominin, “üs” adı altında stratejik kurumlar ve toprakların, terör faaliyetleriyle güvenliğin ve “yoksullaştır köleleştir” stratejisiyle de siyasetin çökertildiği bir “vatan ve bütün kaleleri cebren ve hile ile kuşatılmış” değil mi?..Söyler misiniz; özelleştirme yağması, hırsızlık-rüşvet ve dinci-biatçı sermaye yaratma uğruna ülkenin “bütün tersanelerine girilmiş” olması, günümüzde de Anadolu’nun işgali açısından yanlış bir saptama mı?..Ve yine söyler misiniz; “açılım” uğruna hareket kabiliyeti çökertilen, yanlış diplomasi uğruna Suriye sınırında aciz duruma düşürülen ve “Ergenekon-Balyoz” gibi kumpaslarla da askerleri esir alınmış “orduların dağıtılmış” olmasının, 94 yıl öncesindeki esaret ve kuşatmadan çok mu farkı var?..Peki; gericilik-bölücülük kıskacında çırpınan cumhuriyetin, eğitiminden ekonomisine kadar “memleketin her köşesi bilfiil işgal altında” demek, bugünkü karanlık çemberi ve paslı kıskacı da yeterince anlatmıyor mu?..Hitabe’deki keskin ve uyarıcı saptamaların, tıpkı cumhuriyet öncesinde olduğu gibi günümüz Türkiyesi’nde de toplumun canını nasıl acıtmaya devam ettiğini gösteren satırlar, 94 yıl öncesinden bile “daha elim ve daha vahim” değil mi?..GAFLET, DALALET VE HATTA HIYANET!..Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki çok önemli saptamalar, yoksul, eğitimsiz, geri bırakılmış üstelik de Osmanlı’nın yanlış siyaseti ve kimilerinin de ihanetleri nedeniyle 94 yıl öncesindeki erozyonu, yozlaşmayı ve ne yazık ki dayatılan teslimiyeti de anlatıyordu...“Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hiyanet içinde bulunabilirler” şeklindeki çok çarpıcı saptamaları bugünkü Türkiye’ye uyarladığımızda karşımıza çıkan tablo bellidir...Günümüzde ülkeyi yönetenlere, icraatlarına ve onlara muhalefet bile edemeyen zavallı işbirlikçilerin gafletine baktığınızda, cumhuriyetin aslında “kuşatma” açısından Osmanlı’daki konumundan çok da farklı olmadığını anlayabilirsiniz!..“Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler” diye devam eden saptamalara bakıldığında da, karşımızda yine işbirlikçi ve çıkarcı siyasetçilerin olması kesinlikle rastlantı değildir... Çünkü günümüzün siyasetçileri, hilafeti isteyen zavallıların mirasçıları...Peki ya millet?.. Peki ya ulus?... “Millet, fakrü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir” diyen Atatürk, bugünlerde, yoksullaştır-köleleştir zihniyetiyle hilafetçi siyasetin peşinde sürüklenen kitleleri de anlatmıyor mu?..TGB, ANITKABİR YÜRÜYÜŞÜNE CAĞIRIYOR...Yukarıdaki saptamalar Cumhuriyet’in 91. yılı nedeniyle bu köşe için kaleme alınmıştı... Ne yazık ki cumhuriyetin 94 yılında da “ahval ve şerait namüsait” bir mahiyette...Gelelim sonuca... Biliyoruz; özellikle son dönemlerde, ulusal bayramların kutlanması, Atatürk büstlerine çelenk konulması bile yasaklanmışken, tarikat-cemaat militanlarıyla molla-medrese düzenine sürüklenen eğitim de bağnazlarca iyice kuşatıldı...Bir gecede binlerce okul imam hatibe dönüştürülürken ve türban ilkokullara kadar girerken cumhuriyete sahip çıkması gereken muhalefetin tüm unsurları da ne yazık ki beklenen tepkiyi veremiyor...Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’deki son sözleri, yalnızca cumhuriyetin kuruluşu öncesindeki yıkıma dikkat çeken bir uyarı değil, günümüzde de “kurtuluş” açısından da bir pusula görevi görüyor;“Ey Türk istikbalinin evlâdı!.. İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!..”Tüm karanlık “ahval ve şerait”e rağmen, günümüzde cumhuriyetin korunabileceğine yönelik koşulların Kurtuluş Savaşı öncesinden yüz kat daha iyi olması nasıl gerçekse, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin saptama olmakla birlikte bir aydınlanma meşalesi olduğunu görmek de o kadar yaşamsaldır...Cumhuriyet’in 94. Yılı kutlu olsun... 26 Ekim’de “İstiklal Yürüyüşü” başlatan TGB’nin Kubilay’ları, Samsun ve Amasya’dan başlayarak, Erzurum ve Sivas’ta da 81 ilden gelen temsilcilerle yürüyüşler ve basın açıklamaları yapacaklar...Bugün Ankara’da, Birinci Meclis önünde buluşacak olan TGB’li gençler, onbinlerle birlikte Anıtkabir’e yürüyecekler... Memleket koşullarının “daha elim ve daha vahim” olmaması için bugün saat 13.00’te Birinci Meclis önünde olunuz!..

Yazının Devamı

Bağdat’tan dönen kanlı hesap!..

Haddini aşmak, hesabını bilmemek, geleceği görememek, arkasını düşünmemek, plansız hareket etmek ve özetle boyundan büyük işlere kalkışmak...Bu özdeyişlerin müthiş karşılıkları da var dünyada... Örneğin; yaş tahtaya basmak, oyuna gelmek, yüzüne gözüne bulaştırmak, iflas etmek ve de “hızla uçuruma” giderken mecburen “teslim” olmak!..Hangi olaylar ve gerekçeler getirdi akıllara acaba yukarıdaki deyimleri?.. Türkiye’nin yanıbaşında, son 27 yılda adeta ayakta durmak için kıvranan ve kanlı yollarda başına gelmedik kalmayan Irak’tan başkası değil tabii ki!..Peki, nedir sürekli kan damlayan o ithal hançerin Irak coğrafyasının bağrında her an acımasızca çevrilmesinin sebebi?..Masum Kürtlerin topluca zehirlendiği Halepçe katliamının gazabı mı dersiniz, bir türlü devlet olamamanın vahim sonuçları mı, yoksa Ortadoğu’nun boynunda yağlı kementle dolaşan derin talihsizlik mi acaba?..Evet, “diktatör” olarak tanımlanan Irak lideri Saddam Hüseyin’in 1990’da Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan kargaşanın zalim felaketi son 27 yıldır en yakın komşularımızdan Irak’ın yakasını bir türlü bırakmıyor...Bu ürkütücü işgalin ardından ABD’nin Irak’a müdahalesiyle başlayan Körfez Savaşı’nın etkileri, bölgenin üzerine kara bir bulut gibi çöken talihsizlikleri kanlı bir kargaşaya terketti ki, insanlığı vuran en vahim tablo da bundan sonrasında ortaya çıkmaya başladı...Çünkü Kuveyt’in işgalinin ardından ateşlenen silahlar susmadı, bombalar bitmedi ve son 10 yıldaki Selefi katliamları da gösterdi ki, “tekbir” getirilerek masumların boynuna savrulan hançerler de ellerden bir türlü düşmedi!..

BÖLMENİN TAŞERONLUĞU!..

Yazının Devamı

Politik köleliğin hazin sonu!..

AKP cenahındaki “istifa” dayatmalarının medya gündemini haftalardır işgal ettiği Türkiye’de aslında boş tartışmalar yaşanıyor...Çünkü iktidar-aday ve güçlü- talipli arasında palazlanan ilişkiler birilerini rant koltuklarına kolaylıkla taşırken, seçen-seçilen ilişkisindeki asıl denge, aday ve seçmen hattı üzerinde yürümez, yürütülemez...Yani siyasette asıl mesele; son günlerde sıklıkla konu edildiği gibi, “halkın seçtiklerini ancak halk indirir” şeklinde ağızlara sakız edilen takiyeci savunmalar kadar basit değil...Çünkü Türkiye’de belediye başkanlarının kim tarafından, nasıl tespit edildiğini herkes çok iyi biliyor... Adaylar hangi tezgahtan ve hangi pazarlıklardan geçiyor, bu konu siyasete az çok bulaşan herkesin de malumudur!..Belediye başkanları “seç”ilmez Türkiye’de... Tek kişi tarafından kendi emellerine de alet edilmek üzere, perde gerisindeki pazarlıklarla atanıverir bu ülkede!..İşte bu yüzden de, koltukta 25 yıl otursa da, kimse kendini bu alemin kralı sanmasın!.. Kimse de, “yeşil” bir kenti TOKİ çirkinliklerinin cehennemine çeviren yıkım ekibi başı gibi, “bulunmaz ‘Bursa’ kumaşı” havalarında dolaşmasın... İşte tepeden verilen emirle, bir çırpıda tepetaklak olan AKP’li başkanların başına gelenler de kanıtladı ki, bu alemde kimse kendini politik kahraman ya da siyasetin vazgeçilmez dehası gibi pazarlamaya kalkışmasın... Boş bunlar vesselam!..

TAYİN EDİLEN RANT!..

Yazının Devamı

Eğitime bomba, öğrenciye molla!..

Hiç kimse engel olmadı, olamadı, üzerine gidemedi, isyan edemedi ve bu ülkede bir gecede binlerce eğitim kurumu imam hatibe dönüştürüldü... Sayıları her geçen gün de artıyor...

Bu da yetmedi, “laik devlet”, orada burada “sıbyan mektebi” adlı karanlık yuvaların açılmasına da ne yazık ki göz yumuyor... Hatta Milli Eğitim’in taşra teşkilatlarını adeta işgal eden bağnaz zihniyet, bebelerin gericilik tünellerine sürüklenmesine amansızca destek veriyor...

Yazının Devamı

Uçan portakallar zamanı!..

Orada; yoksul evlerimizin kayalık avlularını bölen yüksek briket duvarlar olsa da; "gökyüzü"ne çok nadir odaklanırdık...Bazen bizi hasrete bırakan leylek göçünde ve bazen de, çocuk yaşımızda bir türlü anlayamadığımız, tek tük geçen uçakların şaşkınlığında...Evet, yaşamın acı bir gerçeği ki, bizler yoksulluğun zindanında ebedi mahkûmlar gibiydik...Ekmeğe muhtaç yaşamların ortasında, temiz suya bile hasret çocuklar...Geçit vermez yolların oyun oynamamızı engellediği, otların bile sert kayalıkların hâkimiyetine yenildiği o mahallede, bizi esaret altına alan o kadar çok şey vardı ki...Babalarımız kaçakçı, annelerimiz mayın yolu gözleyen garipler olsa da; ekmeğini tel örgülerden çıkartan büyüklerimiz ölümle oyun oynasa da ve duyduğumuz her kurşun sesi, korkunun girdabında canımızdan can alsa da, yine de umuda bağlanmış çocuklardık...Ayaklarımızda "cızlavet"ler, kaçakçı eskisi yamalı pantolonlarımız, Şarkçıbanlı yüzlerimiz ve kirlenmemiş yüreklerimizle yoksulluğun girdabında olsak da, özlemlerimizi hiç ertelemedik...Çöpe atılmış tellerden oyuncaklar, minik çekiçlerle sert kayalardan misketler(gülle) üreten, araba lastiklerini çembere dönüştüren, otomobil bilyelerini kaydıraklara tekerlek yapan, uzun tahtaları at gibi kullanan, oyuncağı çamurdan kalpleri hamurdan çocuklar... Yani, Urfa'daki Kötüler Mahallesi'nin garip çocukları...

PAS BIRAKAN KİLİT!..Geçen hafta oradaydım işte... O topraklardan koptuğum son 18 yılda ancak birkaç kez ziyaret etmeme rağmen uzun aradan sonra kendimi yine Kötüler'in sokaklarına vurdum...Sizlerin bu köşede; öykülerin gizeminde, hep merak ettiğiniz, antik kalıntılar üzerindeki Kötüler Mahallesi'ne...Sanki çocukluğumda, zihnime yerleştirilmiş bir minik kameranın rehberliğinde mahallenin aşağılarında indim otomobilden... Zamanı durdurarak ve eski zamandan kareleri dondurarak yürümek istedim oralarda!..Bir zamanlar çamur nedeniyle koşamadığım ve her düştüğümde kayalıklar nedeniyle dizlerimin yaralandığı o sokaklara gri kilit taşları döşenmişti...Sanki çok eski bir kapıda, asma kilit gibi duran ancak zamanın diğer tüm nesneleri üzerinde pas bırakan kilit taşları...O taşlara baktığımda, polisten kaçan yaşlı kaçakçı atlarının adeta nalların sürtünmesiyle ateş saçtığı kayalıklar geldi aklıma...Bizlergarip uykularda zenginlik rüyalarıgörürken;korkularımızın, nal seslerinde ninniler söylediği kayalıklar... Onlar yoktu işte...Aslında Kötüler'de sokaklar aynı, evler aynıydı...Belki 20 yıl önce briket duvarlara sürülen eskimiş boyalar aynı, paslanmış tokmaklarıyla tahta kapılar aynı, çürümüş pencereleriyle odalar aynı, nice hasretleri gözlerken yaslandığımız korkuluklar aynı ve Suriye sınırından kaçakçı beklediğimiz damlarımız aynı...Yaşamlarını sınır kaçakçılığıyla sağlayan gariplerin yaşadığı Kötüler'in girişinde, çocukken hep "neval" (dere) diye andığımız, şimdilerde kilit taşlarıyla gizlenmiş kayalıklar zamanın örtüsüne teslim olsa da, çocuk seslerinin halen çınladığı o sokaklarda, zihnime birer perde gibi asılan kokular da aynıydı...Gazel sinmiş çiğköftenin lezzetinde, bulgur aşının soğan kokusuna teslim olduğu hüzünlü sokaklardı oralar...

Yazının Devamı

Paradoks balçığında çırpınan düzen!..

AKP’ye yakın bir Hürriyet yazarı dünkü yazısında, kamuoyu araştırma şirketleriyle konuştuğunu belirterek bazı politik “anket”lerden söz etmişti...Ona göre, şu günlerde seçim olsa AKP’nin oy oranı yine “yüzde 50” seviyesindeymiş!.. “Adalet yürüyüşü” ve kimi toplumsal olaylara yönelik refleksine rağmen daha da büyümesi gereken CHP’nin oy oranı ise halen yüzde 25 bandındaymış!..Anket doğru mu, değil mi bilmiyoruz... Kim, nerede, ne zaman yapmış o da net olarak açıklanmamıştı...Ancak böyle bir anket gerçekten yapılmışsa, üniversiteler, sosyologlar, siyaset bilimcileri ya da halk-siyaset ilişkisi üzerine çalışan ve aralarında psikologların da bulunduğu uzmanlar için tam da araştırma sahasıdır bu sonuçlar...Çünkü ortada; siyasetin tavrı, icraatların boyutları ve tahribatlarıyla halk nezdindeki gerçekler açısından çok büyük bir çelişki ve çok derin bir paradoks var...Velhasıl aşağıda özetleyeceğimiz Türkiye tablosunun çerçevesine zerre kadar uymuyor bu tür anketler... Gelin okuyalım;Son açıklamalara göre Türkiye’de işsizlik oranı yine artmış ve resmi rakamlara göre 3.5 milyonu çoktan aşmış...Hele de bugünlerde, Motorlu Taşıtlar Vergisi’ne yapılan fahiş zam yüzünden millet burnundan soluyor... Doğalgaz, elektrik ve diğer giderlere yapılan zamlar, çalışanlar ve emeklilerin maaşlarına yapılan sözde artışların iki katını bile geçti...“TEOG” denilen işkencenin ortadan kaldırılması tam da bugünlerde, ailelerin gelecek endişesini büyüttükçe büyüttü... Bunun üzerine bir de üniversite sınav sistemi değiştirildi ve mantıksız bulunan yeni plan henüz denenmeden gençlerin ve velilerin isyanı başladı...MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “üniversite sınavını kaldıralım” çağrısı ise iktidarın yeni bir planı olarak da algılandığı için, eğitimdeki belirsizliği iyice içinden çıkılmaz hale getirdi...UZAYDA YAPILAN ANKET Mİ?..Memleketin kangrenleştirilen dertleri bitti mi peki, ne yazık bitmedi ve bu gidişle de hiç bitmeyecek...Çevrenize şöyle bir bakınız, sağlık sektöründeki büyük sorunlar, hastane- ilaç giderleri milleti yine bunaltmaya başladı... Hastanede 5 liralık ilaç yazdıran vatandaş reçeteyle gittiği eczaneden 30 liralık fişle çıkıyor!..Bırakın marketleri, manavları, şarküterileri ve AVM’leri, yoksul yurttaşın mecburen koştuğu pazarlar bile artık el yakıyor... Toplumun gelir düzeyi düşerken, bir yandan zamlar belleri büküyor, diğer taraftan da alım gücü iyice düşen yurttaşlar boş pazar fileleriyle evlerine dönmek zorunda kalıyor...Velhasıl zam, artan işsizlik, pahalılık ve yoksulu çıldırtan geçim sıkıntısı millete eziyet etmeye devam ederken, devlet milyonlarca Suriyeli’yi barındırmak için de Hazine’yi tüketmeye devam ediyor...“Suriye” demişken, Şam’la yıkılan ilişkiler yüzünden Doğu ve Güneydoğu’da ekonomik yaşamın tamamen durduğunu, sanayinin çöktüğünü, ithalat-ihracat yapılamadığını ve bu yüzden fabrikalarla AVM’lerin de kapılarına kilit vurduğunu unutmayalım...İstanbul’da, son 9 ayda kepenk indiren işletmelerin sayısı ise onbinlerle ifade ediliyor... AVM’lerde yiyecek-içecek alanlarının dışında mağazalarda müşteri yok, satılık-kiralık tabaleları artıyor, konut ve otomotiv sektörü de uçuruma giderken, herkes isyanda çaresizce bekliyor...Çünkü Türkiye’nin her tarafında esnaf kiralarını ödeyemiyor ve hergün onlarca AVM’de yüzlerce işyeri kapanmak zorunda kalıyor... Bu durum işsizliği daha da büyütürken, Türkiye’nin her köşesinde “asayiş” olaylarında da ne yazık ki patlama yaşanıyor...TOPLUMSAL GERÇEĞİN TAKİYESİ!..Bu ülkede sosyo ekonomik sıkıntılar, terör kaosu, geçim sıkıntısı ve işsizlik insanların belini iyice bükerken gasp, soygun, hırsızlık, haraç ve cinayet olayları tarihte görülmemiş biçimde artıyor...Diğer yandan, siyasetten de destek alan mafya çeteleri sokaklarda adam vuruyor, işkence yapıyor ve toplumun adalete güveni de sarsıldıkça sarsılıyor...Devlete en az 10 milyar dolara mal olan Şam politikasındaki gaflet ekonomiyi zaten sarsmışken, Türkiye diğer yandan Kuzey Irak’ta yaşanan kaostan da olumsuz etkileniyor...İş dünyası için önemli bir pazar olan Irak’ın Kürt bölgesine uçak seferlerinin durdurulması sınır kapılarındaki belirsizliği de artırırken, etrafı ateş çemberi olan ülkemizde toplumsal kaygı giderek büyüyor... Çünkü artık huzurun esamesi bile okunmuyor!..Ve de tabi ki, bir türlü bitirilemeyen terörün yarattığı kaos da güvenlik güçlerinin tüm çabalarına rağmen ne yazık ki toplumun yüreğini yakmaya devam ediyor...Bir yandan 200 bini aşkın müridin sorgudan geçirildiği FETÖ, diğer yandan pusudaki IŞİD ve en önemlisi de her gün yeni şehit haberlerine yolaçan PKK saldırıları toplumu germeye devam ediyor...Söyler misiniz; dünyanın hangi ülkesinde bir yıl içinde terör örgütlerine karşı tam “68 bin 464 operasyon” yapılmıştır acaba?..Ne yazık ki Türkiye burası... Çünkü İçişleri Bakanının açıklamasına göre, bu operasyonların 40 bini PKK, 25 bini FETÖ, 2 bin 109’u da IŞİD'e yönelik yapılmış...Bırakın sosyo-ekonomik sorunları, büyüyen diplomasi rezaletlerini, derinleşen Suriye çıkmazını, Irak kargaşasını ve 3 milyonu aşkın sığınmacının ülkenin sorunlarını büyütmesini de, teröre yönelik 68 binden fazla operasyonun yapıldığı bir ülkede huzurdan söz edilebilir mi?..Evet; AKP’nin artık iktidarda olmaması gerektiğini kanıtlayacak daha onlarca sosyo-ekonomik- diplomatik gerekçeyi bu köşeye yansıtmak mümkün... Örneğin laikliği her gün daha fazla vuran gerici yasalar ve uygulamalar bile başlı başına iktidarı eritecek boyutta değil mi?..Peki; tüm bu çıkmazlara rağmen AKP’nin halen “yüzde 50” bandında olduğunu köşesinde yazabilen Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi ve benzerleri, sosyolog ve psikologlara bu sonuçların gerekçelerini de sorup köşelerine aktarabilirler mi acaba?..Birileri, toplumun reflekslerini kemiren derin sosyolojik paradoksun gerekçelerini yazarsa; yoksulluk, işsizlik, zam yağmuru, gelecek kaygısı, terör kaosu ve kitlesel huzursuzluk daha da büyürken, bu milletin neredeyse yarısının hangi kafayla hareket ettiğini de anlamış oluruz!..

Yazının Devamı

Türkiye ‘hangi ara’ bu hale geldi?..

Adına vahşet mi dersiniz yoksa barbarlık mı, artık hiç ama hiç fark etmiyor...

Türkiye’de, son yıllarda insanın kanını donduran öylesine ürkütücü olaylar yaşanıyor ki, her facianın ve katliamın ardından akıllara tek soru geliyor; “hangi ara barbarlaştı aramızda yaşayan kimi insanlar?..”

Yazının Devamı