Son Yazıları

Güzelliğin öyküsü

Güzellik ve estetik kavramları insanlık tarihi kadar eskidir. İnsan yeryüzünde var olduğu sürece güzel olmak istemiş ve kendisinden sonraya güzel eserler bırakmaya çalışmıştır. Herkes güzelliğe önem verir. Tabii bu görüşe düşünsel bazda hemen katılmayanlar da olabilir. Ancak genel ve objektif bir perspektiften bakıldığında gerçeğin böyle olduğu görülecektir.

İnsanlığın tarihi kadar eski olan güzelliğin neden önemli olduğu sorusunun cevabı kesin olarak verilememiş, hep gizemli meçhul bir belirsizlikte kalmıştır. Cevap herkese göre farklı olmakla birlikte temelde aynıdır da. Belki de bu soruya en net ve kısa cevabı Aristo (MÖ 384-322) daha Antik dönemde vermişti. Aristo kendisine insanların güzellik kavramına neden böylesine önem verdikleri sorulduğunda, "Kör olmayan hiçkimse bu soruyu sormamalıdır bile" diye deyip atmıştı. Hocası Plato’ya (MÖ 427-347) göre de her insanın üç ortak dileği vardı: Sağlıklı, refah ve güzel olmak.Güzellik insanın içindeki en temel duygulara, içgüdülere hareket kazandıran temel bir haz duyusudur. Nitekim ünlü yazar Thomas Mann’a (1875-1955) göre de, "Güzellik, ruhsal formasyonların duyuyla algılanabilen tek şeklidir."Yazar Camille Anna Paglia’nın dediği gibi: "Güzelliği algılama ve ona yönelme içgüdüsü ve yeteneği, insanlar yeryüzünde erkek ve kadın olarak var olduğu sürece onlarla birlikte var olmuştur." Peki, güzelliği algılama ve ona yönelme içgüdüsü insanların içine nasıl kazınmıştır? Sayısız olasılıklı algılar içinde güzelliğe eğilim nasıl olmuş da içimize böylesine işlenmiştir? Neden insanlar, aynayı ve kozmetikleri yazma ve okumadan iki bin yıl kadar önce MÖ 5000 yıllarında icat etme ihtiyacı duymuşlardır? Konuya canlıların varoluş süreci içinde bakacak olursak, kurallar aslında ortadadır, ortaktır ve nettir. Tüm canlıların evrendeki içgüdüsel ilk temel amacı nesillerini devam ettirebilmektir. Çünkü yaşamın sürekliliği, türlerin üremesi sayesinde mümkündür. Bırakın üremeyi, neden tarihteki hemen her güçlü kişi, kendisini sonraki nesillere hatırlatacak ve hatta ölümsüzleştirecek bir eser bırakmak istemiştir ve onu her pahasına yapmıştır? Bugün üreme dursa, yaklaşık 100 yıl sonra yeryüzünde tek insan kalmayacaktır.İnsanlar bir yandan nesillerini devam ettirirken, bir yandan da kendilerine mümkün olan en beğendikleri uygun karşı cinsi tercih ederler. Burada evrimsel diyalekt açısından amaç kendimizi devam ettirirken neslimizi sağlıklı bir şekilde devam ettirmektir. İnsan içgüdüsel olarak güzel olana yönelir, onu tercih etmek ister. Çünkü güzellik sağlık duyusunu çağrıştırır. Kimisi başarır, kimisi başarmaz, o ayrı mesele. Ama sonuçta insanlar sağlıklı ve güzel nesillerle var olmak isterler ve bu çok da doğaldır.

Yazının Devamı

Klasik Türk sanatının ilk abidesi

Özbekistan’da Tim Köyü’nde 977 yılında inşa edilmiş olan Arap Ata Türbesi Klasik Türk Mimarisi için bir ilk niteliğinde. Zerefşan Vadisi yakınında ve Semerkand’ın 140 km batısında yer alıyor. Ortaçağ’ın ünlü İpek Yolu merkezleri Semerkand ile Buhara’nın tam orta noktasında bulunan bu köyde yer alan Arap Ata Türbesi Karahanlılar dönemine ait ve o dönemden kalan en eski mimari eser. Diğer adı Hüseyin Yemeni Türbesi. Türklerin Asya kıtasında İslam dinini kabul ettikleri ilk dönemlerden günümüze ulaşmış. Hüseyin Yemeni de bölgede yaşamış bir alim kişi. Kızılkum Çölü içinde ve yolu çok bozuk olan köye 4 saatte gidebildim. Arap Ata Türbesi Mimari yapısıyla kendisinden sonraki mimari tarz için belirleyici bir örnek oluşturmuş. Kare tarzında 6×6 m boyutlarında ve merkezi tek kubbeye sahip. Yapı malzemesi olarak tamamen tuğladan inşa edilmiş. Mimari tarzına cephenin vurgulanması düşüncesinin ortaya çıktığı bir anlayış hakim. İç mekânındaki yonca biçiminde yükseltilmiş trompları ve onların üstüne oturtulmuş büyük kubbesini dışarıdan arkasında gizleyen portali, yapıya olduğundan çok daha büyük ve yüksek bir görünüş kazandırmış. Türbenin portali yani giriş kısmı büyük sivri kemerli ve üst kısmına yanyana sıralanmış ve tuğladan yapılmış üç nişli geometrik süslemeler ve büyük kısmı silinmiş kitabe kuşağı yerleştirilmiş. Arap Ata Türbesi, olgun mimarisi ile Karahanlıların daha sonraki türbelerinde de izlenen parlak gelişimin öncüsü olmuş.

TÜRKLERİN BİRLİĞİ Kızılkum Çölü, Özbekistan ve Kazakistan topraklarında yer alan dünyanın en büyük 11. çölü. Yüzölçümü 300 bin kilometrekare. Burası Maveraünnehir adı verilen bölgenin içinde uzanıyor. Maveraünehir Amu Derya (Ceyhun) Siri Derya (Seyhun) Nehirleri arasında yer alan bölge. MÖ 7. yüzyılda yani günümüzden 2 bin 700 yıl kadar önce İskitlerin yaşadığı bölge. MÖ 2. yüzyılda da Mete (Oğuz) zamanında Hun Türkleri buralarda yerleşmiş ve bölge tarih boyunca Türklerin anayurdunun bir parçası olmuş. Bugün on milyona yakın Türk bu bölgede yaşar. Tarihi süreç içinde MÖ 7. yüzyıldan itibaren İskit, Hun, Göktürk, Batu Uygur, Karluk, Batı Karahanlı ve Selçuklu Türkleri bu bölgede yaşamış. Yine bir Türk olan Timur da bu topraklardan çıkmış, mezarı başkenti Semerkand’da.Bölge Türklerin Şamanizm’den Tek Tanrılı dine, Müslümanlığa geçtiği bölge aynı zamanda. Bu geçiş Karahanlılar zamanında olmuş. Karahanlılar aynı dönemde doğu ve güney sınırlarında hüküm süren Gaznelilerle birlikte Türk ve İslam kültürlerini ilk birleştiren iki devlettirler. Kara kelimesi eski Türkçe’de kuvvetli, büyük, yüksek anlamına geliyor. KARAHANLI HÜKÜMDARI

Yazının Devamı

Kaçınılmaz çöküşün iç nedenleri

Geçen pazar günkü yazımızda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne neden olan coğrafi buluşlar dönemini yazmıştım. Bugün ise koca İmparatorluğun kaçınılmaz çöküşüne sebep olan iç nedenleri yazıyorum. Bu gerçeklerin iyi bilinmesi gerekir ki aynı hatalar önlensin. Devletleri yıkan, iç çürümelerdir çünkü. Bütün imparatorluklar böyle çökmüştir tarihte.15-16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan rönesans, reform ve coğrafi keşifler ortamını Osmanlı bir türlü benimseyememişti. Gelişen bilim ve teknolojilere kendi topraklarında sahip olamamıştı. Değişime toplumsal yapının egemenleri direnmiş ve direnmeye sonraki yüzyıllarda da devam etmişti. Matbaa bile ülkeye ancak 1727 yılında girebilmişti.17. yüzyıldan itibaren yüksek ekonomik sistemler geliştiren Avrupa devletleri, yüksek teknolojili silahlar da geliştirmişlerdi. Osmanlı’nın 1683 yılındaki Viyana Seferi başarısızlığından sonra, düzenli ordularıyla savaş meydanlarında birkaç istisna hariç sürekli galip gelmeye başladılar. O döneme kadar ekonomisi savaş gelirleriyle dönmüş olan Osmanlı ise, her geçen gün daha da zayıfladı. Aradaki fark daha da açıldı. Böyle bir durumda toprağını kaybetmek artık kaçınılmazdı. Kısır döngü içinde gitti koskoca İmparatorluk.

YENİLEŞME GERÇEKLEŞEMEDİ18. yüzyıldan itibaren Batı’yla açılan farkı kapatmak için, hamleler yapıldıysa da sonuçsuz kaldı. Bu hamleleri yapan yenilikçi yurtsever padişahlar tahttan indirildiler. Sonuçta Batı’nın üretim ve düşünce sistemine uyum sağlaması, hassas dini değerleri kullanılarak engellenen halk kaybetti. Zayıflayan ekonomiyle birlikte halk da, devletin merkez idaresi de, sonuçta herkes zayıfladı. Düzen içindeki gücünü kaybetmemek için yenileşmeye karşı çıkan tutucu toplum kesimlerinin tekelinde zaman içinde parçalandı koskoca İmparatorluk. Bu sürecin birbirine bağlı ana hatları şöyle gerçekleşti.

Yazının Devamı

Çöküşün kaçınılmaz coğrafi nedenleri

15-16. yüzyıllarda Osmanlıların çok geniş bir coğrafyaya yayılması ve Avrupa'ya Uzak Doğu'dan gelen değerli ipek ve baharat ticaret yollarına egemen olması dengeyi fazlasıyla kendisi leyhine değiştirmişti. Osmanlı'nın bu zirve noktasında Avrupa'da ise Rönesans yani yeniden doğuş gerçekleşiyordu. Bu yeni durumun getirdiği bireyi ön plana çıkaran ortamın, Avrupa'da dinin egemen olduğu katı Ortaçağ ortamını da değiştirmesi kaçınılmazdı. Nitekim düşünce ve bilim alanındaki gelişmeler kısa bir zaman içinde Avrupa'yı ileri teknolojiyle de kavuşturacaktı.

Osmanlı ise bu dönüşümü bir türlü benimseyemedi. İki yüzyıldır yendiği rakiplerinin gerisine düştü. Avrupa'da zincirinden kurtulan özgür düşüncenin getirdiği bilim alanındaki gelişmeler ortamında, dünyanın da artık yuvarlak olduğuna inanılmaya başlanacaktı. Avrupalılar bir zamanlar müslümanlardan almış oldukları pusulayı daha da geliştirerek ve bireyselliğin getirdiği özgüven ile birbiri ardına denizlere açıldılar. Sonuçta gerçekleşen coğrafi keşifler de Osmanlı için sonun başlangıcı oldu. Bu coğrafi keşifler çağında Osmanlı tahtında dindar bir kişiliğe sahip olan Sultan II. Bayezid bulunuyordu.

Yazının Devamı

Kandırmak üzerine

“Boşuna kendinizi kandırmayın. Sürekli yaptığınız şey neyse siz o kişisiniz.” (Aristo, MÖ. 384-322)“Siz, sırrı çözmek değil, kandırılmak istiyorsunuz.” (Christopher Priest, 1943-)“İnsanı kendisi kadar kimse kandıramaz.” (Fulke Greville, 1536-1606)“İnsan bazen gerçeği bildiği halde kandırılmak ister.” (Sebastian Petrycy, 1554-1626)“İnsanlar kandırılmak istiyor. Gerçeklikten, yaşamaktan korkuyorlar çünkü. Bu yüzden hep televizyon izleyip fal baktırıyorlar. Onlara yalan söylerseniz sizi severler, en çok sizi severler. Gerçekleri hatırlatırsanız sizden uzaklaşırlar, bazen nefret bile ederler.” (Charles Bukowski)“En kolay aldatabileceğiniz insanlar her şeyi bilenlerdir.” (Thomas Brown, 1778-1820)“Namuslu birisini aldatmak kadar kolay bir şey yoktur.” (La Fontaine, 1621-1695)“Biz kandırılmadık, sadece inanmak istediğimizdendi.” (Charles Bukowski, 1920-1994)“Biri sizi bir defa aldatırsa suç onundur, ikinci defa aldatırsa bilin ki suç sizindir.” (Sarah Bernhardt, 1844-1923)“Bir defa aldatan kişiyi affedersen, seni yine kullanır; Çünkü ihanet bir ruh hali değil, karakterin dökülüş biçimidir.” (Paul Auster, 1947-)“Herkesi bazen kandırabilirsin, bazılarını her zaman kandırabilirsin ama herkesi her zaman kandıramazsın.” (Winston Churchill, 1874-1965)“Yanlış yolda yürüyeceğine doğru yolda bekle. Belki de kendini kandırırsın, ama başkalarını kandırıp hayallerini yıkmazsın.” (Gore Vidal, 1925-2012)★★★İnsan hafızası öyle bir şey ki, herşeyi zaman içinde unutuyor. Babamız ölüyor, annemiz ölüyor, çok üzülüyoruz, sonra alışıyoruz.. Siyasi hayatımız da böyle. Kanıksıyoruz yani alışıyoruz en azından. Söylem ve görsel sürekli tekrarlanarak, bilinçaltına yerleştirilen imaj bombardımanı içinde kanıksatılıyor, etkisizleştiriliyor zaman içinde her şey. Her şeyin üstünden bir süre geçince simsiyah bir şey önce gri oluyor, sonra siliniyor. Ama hep tekrar ediyor aynı şekilde. Ve reaksiyon da hep aynı. Sırasıyla tepki, kanıksama, unutma...24 Haziran 2018 Genel Seçimi’nde de böyle oldu, öncekiler gibi. Sandık görevlilerine “Görev yerinizi terk etmeyin, ıslak imzalı tutanakları partiye teslim edin” ve halka “Adım adım takip ediyoruz, Cumhurbaşkanının oyu hiçbir zaman yüzde 48’i geçmedi, seçimi kazanacağız, bundan hiç bir şüphe duymuyoruz, tablo seçimin ikinci tura kalma ihtimalini çok net ortaya koyuyor, o yüzden sandıklara herkes sahip çıksın, vatandaş da il ve ilçe seçim kurullarına gitsin” dendi. OYLARA SAHİP ÇIKMAK Bu sözlerden hemen biraz sonra da yani toplam dört beş saat içinde söylem değişti. Kaybettik, seçim bitti, herkes evine, dendi. Seçim gecesi oyların sayımı sürecinde verilerin tutulması için beş muhalefet partisi ve on beş sivil toplum kuruluşununun bir araya gelerek oluşturduğu Adil Seçim Platformu’nun veri akışında kesintiler yaşandı, dendi. Entegrasyonda sorunlar yaşandığını belirtilerek, aksaklıklardan dolayı özür dilendi. Birçok sandığa gözlemci bile gönderilmemişti halbuki. Bu kadar yani. Hepsi bu kadar. Zamanla bu da unutulur, dendi. Artık Türkiye’de gerçek temsil zamanıdır, başka çare de kalmamıştır. Korku gereksizdir. Oyunun adı budur. Yine bir seçim öncesi yaratılan gerilim ortamı, aman her oy önemlidir algısı. Düzen aynen devam aslında. Charles Bukowski’nin yukarıda dediği gibi “İnsanlar inanmak istemişlerdi” sadece. Ama yine olmadı. Sonuç ortada.

Yazının Devamı

Osmanlı’yı Yıkan Petrol

Avrupa 1914 yılı yaklaşırken karışıyor ve ülkeler iki kutuba ayrılmış olarak büyük bir savaşa doğru gidiyordu. Almanya ve İtalya kendi iç birliklerini İngiltere ve Fransa gibi kıtanın diğer güçlü devletlerinden çok daha sonra, 1871 yıllarında tamamlayabilmişler ve onlar gibi genişleyip sömürgeler elde edememişlerdi. İlerlemiş sanayileri için ucuz hammadde elde edecek ve ürettiklerini satacak sömürgeler ve pazarlar bulmaları gerekiyordu. Nitekim 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’ı ele geçirmeleri de bu nedenle olmuştu. Almanya’nın gözü de Orta Doğu’daydı.18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ilk önce İngiltere’de başlamış olan sanayi devrimi çağında enerji kaynağı olarak artık kömür yerine buhar kullanılıyordu. Boulton ve Watt Şirketi’nin 1786 yılında piyasaya sürdüğü elli beygir gücündeki buharlı makina ilk olarak bir un fabrikasına satılmış, onu da hemen iplik, dokuma ve demir fabrikaları ile maden ocakları izlemişti. Sanayi demek enerji demekti. PETROL BULUNUYOR

19. yüzyılın ikinci yarısında ise enerji kaynağı olarak petrol kullanılmaya başlandı. Kömür ve buhara göre çok daha güçlüydü. Lambalarda ışık kaynağı olarak yüzyıllardır bilinen yer üstüne sızan petrol, yerin altından ilk olarak 1859 yılında ABD’nin Pennsylvania eyaletinde çıkarıldı. Aslında emekli bir demiryolu kondüktörü olan Edwin Drake dünyanın ilk petrol kuyusunu, emekliliğinde Seneca Oil Şirketi adına çalışırken Titusville’de, bir demirci ustası olan William Smith’e inşa ettirdi. Üstü ahşap yapılı bu ilk kuyunun içinden yerin 21 metre altına girmeyi başarmıştı. Edwin Drake, buluşunun patentini almayı aklına getirmediği için kendisine bir ev verilerek ödüllendirildi.1871 yılında yapılan araştırmalar ise Ortadoğu’da Fırat-Dicle Vadisi’nde Kerkük ve Musul bölgesinde zengin petrol yatakları bulunduğunu ortaya çıkardı. Rockefeller’in 1879’da kurduğu Amerikan sermayeli Standard Oil Şirketi ile Sir Henry Deterding’in kurduğu İngiliz sermayeli Royal Dutch-Shell Şirketi petrol arama konusunda kıran kıran bir mücadeleye girdiler. İngilizler Osmanlı devletine başvurarak tüm masraflarını kendileri karşılamak üzere arkeolojik kazılar amacıyla izin istediler. Amaç bölgedeki petrol yataklarını araştırmaktı. ARKEOLOJİK KAZILAR Dönemin padişahı II. Abdülhamid, İngiltere ile yakın ilişki kurmak düşüncesiyle arkeolojik kazılara izin verdi. Bir yandan da kazı alanlarında görevlendirdiği yerli işçiler aracılığıyla kazıların amacını takibe aldı. II. Abdülhamid bunun aslında petrol arama faaliyeti olduğunu anlayınca açılan kuyuları kapattırdı. Petrolü bir koz olarak kullanarak sondaj ve üretme imtiyazı vermeksizin Almanlara yanaştı. Alman mühendis Paul Groskopf’a yaptırdığı incelemeyle petrol yataklarının bulunduğu bölgeleri tesbit ettirdi. 1888 ve 1898 yıllarında yayınladığı iki fermanla da Musul ve Bağdat illerindeki petrol alanlarını Hazine-i Hassa’ya yani kendi özel padişah hazinesine devretti, petrol bölgelerini ‘Emlak-ı Şahane’ yani padişah mülkü ilan etti. Artık petrol işletme hakkı tamamen kendisinin hukuki ipoteği altına alınmıştı, II. Abdülhamid Bağdat ve Hicaz Demiryollarını da petrol bölgelerinden geçiriyordu. 1901 yılında bir Alman teknik görevlinin bölge için “Gerçek bir petrol gölü” tanımını kullanması ve Musul bölgesini gezen bir Alman gazetecinin de “Bölgenin tamamının petrole bulanmış olduğu” yönündeki tanımlaması, Batılı devletlerin Ortadoğu iştahlarını daha da açtı. Churchill’in de daha sonra söyleyeceği gibi “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerli” duruma gelmişti. Yine ABD Başkanlarından Harding’in belirteceği gibi “Dünya ekonomisinin anahtarı ve geleceğin en kuvvetli teminatı petroldü” artık. 1908 yılında ABD’nin, Amiral Chester’i temaslar için İstanbul’a göndermesiyle Osmanlı-ABD ilişkileri de resmen başladı. Ancak dünyada güç henüz Avrupa’daydı.Padişah II. Abdülhamid, toplumda Meşrutiyet yani meclis sistemi taleplerinin arttığı bir dönemde, din taraftarlarının çıkardığı 31 Mart Ayaklanması’nı bastıran askerler tarafından 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi. Yönetimi devralan İttihat ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’in özel mal varlığını yani Hazine-i Hassa’yı 1909 yılında Ticaret ve Nafia (Bayındırlık) Nezareti’ne devrettiler. Büyük savaş yaklaşırken Osmanlı Devleti’nin elinde kalan petrolden zengin geniş topraklarını bir ittifaka dahil olmadan tek başına koruması mümkün görünmüyordu. İttihatçıların Osmanlı hükümetleri, daha güçlü gördükleri için İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yanında yer almayı tercih ediyorlardı. Daha 1911 yılının sonlarında Ticaret Nazırı Cavit Bey, İngiltere’ye bir mektup yazarak müttefik olmayı teklif etti ancak İngiliz Dışişleri Bakanlığı bu teklifi kabul etmedi. PAYLAŞMA SAVAŞI

Yazının Devamı

22 Haziran 1919, Amasya Tamimi

Bİrİncİ Dünya Savaşı’nın ilk yarısında Avrupa cephesinde ve Çanakkale’deki başarısızlıklar sonucu istifa eden Herbert H. Asquith hükümetinin düşmesiyle, 1916 yılının sonlarında İngiltere başbakanı olan David Lloyd George, Türklere karşı takındığı sert ve tavizsiz tutumuna ve Osmanlı devletini bir an önce ortadan kaldırma plânını uygulamaya devam ediyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın Osmnalı cephesini bitiren Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan iki hafta sonra da İstanbul geçerli hiçbir neden olmadan 13 Kasım 1918 günü işgal edildi. İşgalin geçerli hiçbir nedeni yoktu ve anltaşmanın İngiliz tarafı olan Amiral Calhrope tarafından verilen söze aykırı olarak gerçekleşmişti. Sonuçta İstanbul 22’si İngiliz, 17’si İtalyan, 12’si Fransız ve 4’ü Yunan donanmasından olmak üzere 55 gemi ve 3 bin 500 asker tarafından işgal edilmişi. Türk ordusu da zaten antlaşma gereği terhis edilmiş, komutanları ve paşaları başkent İstanbul’a dönmüştü.Bir süre sonra da Lloyd George, Anadolu’yu işgal konusunda daha önce anlaşmış olduğu İtalyanlar yerine onlardan daha güçsüz ve kontrol edebileceği bir devlet olan Yunanlıların Anadolu’ya çıkmasını istedi, destekledi ve İzmir de 15 Mayıs 1919 günü işgal edildi. İzmir’in işgalinin ertesi günü ise Mustafa Kemal Paşa, köhne Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığında artık yeniden Anadolu topraklarındaydı. Kendisine savaş sonrasında Samsun ve havalisinde isyan eden Türklerle baş edebilmesi ve hükümetinin gücünü gösterebilmesi için mutlak yetkiler verilmişti. GENİŞ YETKİLER Mustafa Kemal Paşa’nın hangi neden ve şekilde olursa olsun kimsenin karşı çıkmadığı bu hassas görevlendirme ve şartlarını içeren ferman bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın istediği şekilde yazılmıştı. Kendisine 9. Ordu Müfettişliği verildi. Görevi bölgede düzenin kurulması, olayların araştırılması, silah ve cephanelerin toplanarak Osmanlı depolarına yerleştirilmesi ve Türk direniş topluluklarının dağıtılmasıydı. Fermanda Mustafa Kemal’in 3. ve 4. Kolordular ile Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu illerinin Kolordu Komutanlarına doğrudan emir verebileceği yetkisi de yazıyordu. Bu ferman ile 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, Anadolu coğrafyasının tüm doğu kısmına emir verebilecek yetkilere sahipti. Mustafa Kemal Paşa’ya 38 yaşındayken verilen yetkiler, imparatorluğun diğer bir zor döneminde, 80 yaşındaki Köprülü Mehmed Paşa’ya sadrazamlığı kabul etmesi için Sultan IV. Mehmed tarafından 1656’da verilen çok geniş yetkilerle aynı düzeydeydi.Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Bandırma Vapuru’nda 18 kişi vardı. Miralay-Albay 3. Kolordu Komutanı Refet Bey, Miralay Manastırlı Kâzım Bey, Miralay Doktor İbrahim Tali Bey; Kaymakam-Binbaşı Mehmet Arif, Hüsrev, Kemal, Doktor Refik Beyler; Yüzbaşı Cevat, Mümtaz, İsmail Hakkı, Ali Şevket ve Mustafa Beyler ve Yaver Hayati, Abdullah, Hikmet, Muzaffer, Faik ve Memduh Beyler onun yanındaydılar. Eski Bahriye-Denizcilik Nazırı ve Hamidiye Kahramanı Hüseyin Rauf Bey, İzmit Eski Sancak Beyi İbrahim Süreyya Bey, Yüzbaşı Osman Nuri Bey ile Mülazım-Teğmen Recep Zühtü ve Abdurrahman Beyler de kendisine karayoluyla gelerek katıldılar. İZMİR’İN İŞGALİ

Mustafa Kemal bir hafta boyunca Samsun’da Mantıka Palas’ta kaldı. Bölgedeki çatışmaları araştırdı. Ancak fermanda yazılı Türk direniş topluluklarının dağıtılması görevinin aksine bizzat kendi eliyle milli direniş örgütleri kurulmasını teşfik etti. İngilizlerin denetiminden uzaklaşmak için de 25 Mayıs günü Samsun’dan Havza’ya gitti. Orada on yedi gün kaldı. Havza’da Anadolu’nun ve halkın genel durumunu bizzat yerinde görerek milli istiklal hareketin fikirsel alt yapısını oluşturdu. Erzurum ve Ankara’da bulunan kolordular ile telgraf yoluyla iletişim kurdu. Mondros Mütarekesi sonrasında yurdun dört bir yanında kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetleri’ne 28 Mayıs 1919 günü bir genelge gönderdi ve İzmir’in işgalinin protesto edilmesini istedi. İnfial ve umutla bekleyiş içindeki Anadolu halkı ona çoktan hazırdı. Anadolu’nun heryerinde 96 miting gerçekleşti. Havza’dan da 12 Haziran günü Amasya’ya geçti. Anadolu’nun kalbindeki mücadelesi başlamıştı.Amasya’da 21 Haziran günü Saraydüzü Mevkii’ndeki 5. Kafkas Fırkası’nın karargâhı olan Saraydüzü Kışla Binası’nda ilk milli toplantısını düzenledi. Toplantıya Mustafa Kemal Paşa’nın yanında 3. Kolordu Komutanı Refet Bey, 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, Yıldırım Kıtası Müfettişi Mersinli Cemal Paşa, Hüseyin Rauf Bey, Arif Bey, İbrahim Süreyya Bey, Osman Nuri Bey, Tufan Bey, Recep Zühtü Bey, Abdurrahman Bey ve Arif Bey katıldılar. Erzurum 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ile Edirne 1. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa da telgraf aracılığıyla toplantıya katıldılar.

Yazının Devamı

1913, Batı Trakya Türk Hükümeti

1912-1913 Balkan Savaşları sona ermiş, bir milyon Türk hayatını kaybetmiş, 400 bini de her şeylerini geride bırakarak Anadolu’ya göç etmişti. Osmanlı devleti Balkanlardaki 176 bin kilometrekare toprağının 167 bin kilometrekaresini, 7.8 milyon nüfusunun da 6.6 milyonunu kaybetmişti. Ordunun asker kaybı da ayrıca 100 bindi. Sonunda Bükreş’te on gün süren görüşmeler sonrasında 10 Ağustos 1913 günü Balkan Savaşlarını sona erdiren Bükreş Barış Antlaşması imzalandı. 1913 yılındaki İkinci Balkan Savaşı sırasında Edirne 22 Temmuz 1913 günü Bulgarlardan geri alındıktan sonra öncü birlikler Meriç Nehri’ni geçerek Batı Trakya’ya da girmişler ve Edirne’nin otuz kilometre kadar batısındaki Dimetoka’yı da aynı gün geri almışlardı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın gönüllü çeteleri de Batı Trakya’yı Bulgarlardan geri alma işine koyulmuşlardı. Dış güçlerin dur demesine rağmen ilerleyerek Edirne’yi alan Yarbay Enver Bey, Batı Trakya’ya da çete savaşı yapacak subaylar gönderiyordu.Birinci Balkan Savaşı dört Balkan ülkesi tarafından Osmanlı’ya karşı yapılmış, ancak kazanımlarını yeterli bulmayan Bulgarlar, İkinci Balkan Savaşı’nı çıkarmışlardı. Bilakis işler umdukları gibi gitmemiş, “Büyük Bulgaristan” hayali gerçekleşemediği gibi, ciddi kayıplara uğramışlardı. Bulgaristan’a artık Makedonya’dan sadece bölgenin güneydoğu kısmında küçük bir alan ile Kuzey Ege kıyılarında İskeçe, Gümülcine ve Dedeağaç kalmıştı. Bulgarlar üç cephede Sırp, Yunan ve Romen orduları ile savaştıklarından, Trakya’yı ancak çete savaşlarıyla savunabiliyorlardı. İttihat ve Terakki’nin Teşkilat-ı Mahsusa güçleri ile Bulgar çeteleri arasındaki çarpışmalar kıran kırana geçiyor ve Bulgarlar adım adım geri çekiliyordu. Bükreş’te Balkan Savaşlarını sona erdiren görüşmelere Osmanlılar, dahil bile edilmemiş, kendilerine konularını daha sonra Bulgarlarla görüşmeleri tavsiye edilmişti. Gelinen bu noktada Türklerin de boş duracak hali yoktu. Zaten ordu içinde Batı Trakya Türklerini korumak ve kaybedilen toprakları geri almak için epeydir planlar yapılmaktaydı.BATI TRAKYA TÜRK HÜKÜMETİ KURULUYOR 15 Ağustos’ta Yarbay Enver Bey tarafından gönderilen Teşkilat-ı Mahsusa gönüllüler müfrezesi, Kuşçubaşı Eşref komutasında onbeş gün içinde Koşukavak (Krumovgrad), Mestanlı (Momçilgrad), Kırcali (Kardzhali), Gümülcine (Komotini), İskeçe’yi (Xanthi) Bulgarlardan geri aldı. Türkler yaklaşık altı yüzyıllık vatanları Batı Trakya’ya on aylık bir ayrılıktan sonra yeniden sahip olmuşlardı. Yunanlarla tekrar komşu olmuşlar ve Bulgarların da Ege Denizi ile bağlantısını kesmişlerdi. Aslında her şey yolunda gidiyordu. Çünkü Yunanlar da zaten Bulgarlar yerine kendilerine Türkleri komşu olarak tercih ediyorlardı. Burada yeni bir Türk devleti kurulmasını memnuniyetle karşılamışlar, hatta askeri yardım sözü vermişlerdi. Bununla da yetinmeyip Bulgarlardan yeni almış oldukları Dedeağaç’ı da 29 Eylül’de Batı Trakya’daki yeni Türk hükümetine devredeceklerdi. Bölge halkının çoğunluğu hâlâ Türk’tü ve önemli sayıda Yunanlı da vardı. Yunanlar, eğer bölgeye Bulgarlar hakim olursa, onları yok edeceğinden veya büyük baskı altında tutacağından çekiniyorlardı. Türk Osmanlı sisteminde ise böyle bir baskı yoktu. Batı Trakya topraklarında 1 Eylül 1913 tarihinde “Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi” (Batı Trakya Geçici Türk Hükümeti) adlı yeni bir Türk Hükümeti kuruldu. Merkezi Gümülcine olan bu yeni hükümetin coğrafyası doğuda Dedeağaç ile batıda Kavala arasında kalan toprakları, içinde İskeçe ve Gümülcine de dahil olacak şekilde kapsıyordu. Batı Trakya Geçici Hükümeti’nin Başkanı ve aynı zamanda Genelkurmay Başkanı Kıdemli Yüzbaşı Süleyman Askeri Bey, Kuvvayi Milliye Genel Müfettişi de Eşref Kuşçubaşı Bey oldu. İSTANBUL HÜKÜMETİ DURUMU KABUL ETMİYOR Ancak Batı Trakya’da bir hükümet kurulması İstanbul Hükümeti’nde büyük bir tedirginliğe neden oldu. Mücadeleyi verenlere yurda dönmeleri için çağrı yapıldı. Batı Trakya Geçici Hükümeti’nin yöneticileri bu çağrıya 25 Eylül tarihinde bağımsızlık ilan ederek karşılık verdiler ve hükümetin adını da “Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi” (Batı Trakya Bağımsız Hükümeti) olarak değiştirdiler. Geri dönmek demek, bu toprakları tekrar Bulgarlara bırakmak olacaktı.Birkaç gün sonra ise 29 Eylül’de Osmanlılar ile Bulgarlar arasında İstanbul Antlaşması imzalandı. Buna göre Edirne ve Dimetoka Osmanlılarda kalırken, Batı Trakya ve Rodop bölgeleri Bulgaristan’a bırakıldı. Zaten 10 Ağustos Bükreş Antlaşması ile de Batı Trakya’daki Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe şehirleri ile hemen kuzeyindeki Rodop bölgesi Bulgaristan’ın olmuştu. Dolayısıyla Batı Trakya’daki yeni bağımsız hükümetin varlığı hem Bükreş Antlaşması’na hem de İstanbul Anlaşmasına ters bir durum teşkil ediyordu. Batı Trakya Bağımsız Türk Hükümeti, Bulgarlarla 29 Eylül 1913’de yapılan İstanbul Anlaşması’nı tanımadığını bildirdi. Batı Trakya’da sınırları ve hatta bayrağı bile belli olan bu yeni Türk hükümeti, bölgede teşkilatını kurmuş ve ayrıca 30 bin kişilik bir savunma gücü de oluşturmuştu. Gelinen bu noktada Bulgarlar Ekim ayı başlarından itibaren Batı Trakya’da sınıra asker yığmaya başladılar. Durum giderek gerginleşiyordu ve yeni bir savaş her an patlak verebilirdi. Yunanistan, İstanbul’daki Osmanlı hükümetinden Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bırakmamasını istiyordu. Harbiye Nazırı Ahmed İzzet Paşa da böyle düşünüyordu. Ona göre de Batı Trakya’nın boşaltılıp Bulgaristan’a verilmesi için zorlayıcı bir sebep yoktu. Batı Trakya zaten hâlâ Türk askerlerinin kontrolü altındaydı ve halkın büyük kısmı da Türk’tü. Sınırın Meriç Nehri ve Dimetoka’dan değil de İskeçe’deki Karasu-Mesta Nehri’nden çizilmesi için Ahmed İzzet Paşa çok direndi. Fakat Sadrazam Said Halim Paşa ve kabinesinin sivil bakanları böyle düşünmüyordu. Kendileri de İttihatçi olmalarına rağmen ve Batı Trakya’daki hükümeti Yarbay Enver Bey’in gönderdiği Teşkilat-ı Mahsusacılar kurmuş olmasına rağmen. İstanbul hükümetine göre Osmanlı ordusunun başka büyük bir savaşı çıkaracak hali kalmamıştı. Ayrıca ordu, Balkan Savaşlarını ve dolayısıyla Adriyatik’ten İstanbul önlerine kadar bütün Balkanları iki aydan kısa bir sürede kaybetmişti ve güçsüzdü. Hâlâ çok sayıda askeri olan Bulgaristan ile yeni bir savaş göze alınamazdı. Sonunda Bahriye Nazırı Cemal Bey, 29 Eylül İstanbul Anlaşması’nın şartlarının uygulanabilmesi için Ekim ayında acilen Batı Trakya’ya geldi ve hükümetin yöneticileriyle görüşmelere başladı. Ancak Eşref Kuşçuoğlu Bey, Batı Trakya’daki yeni devleti Bulgarlara teslim etmeyi kabul edemiyordu. Sonunda Dahiliye Nazırı Talat Paşa da İskeçe’ye geldi. Konum olarak Cemal ve Enver Beylerin de üstündeydi. Eşref Kuşçuoğlu Bey, Talat Paşa’ya devletini Bulgarlara kendi elleriyle teslim edemeyeceğini söyledi. Eğer istiyorsa teslimi Cemal Bey’in yapmasını teklif etti. Cemal Bey de Batı Trakya kuvvet komutanlarıyla son bir kez görüştükten sonra bölgenin teslim koşullarını Bulgar generaline iletti. Sonunda Batı Trakya Bağımsız Hükümeti 25 Ekim 1913 günü kendisini feshetti. Batı Trakya toprakları da Bahriye Nazırı Cemal Bey tarafından Bulgarlara teslim edildi. Bütün bunlar olurken, daha üç ay önce Edirne’yi geri almış olan Yarbay Enver Bey İstanbul’da bir hastanedeydi, apandisit ameliyatı geçirmişti. Bu acil ameliyat durumu, gelişen komplikasyon nedeniyle sonrasında oldukça uzun sürdü. Yarbay Enver Bey, öncülüğünü yaptığı hareketin sonunu getiremedi. Ama sonuçta Doğu Trakya ve Edirne onun şahsi gayretleri ve “ilerlemeyi durdurun” diyen Batılı güçleri dinlemeyen öncülüğü ile kurtulmuştu. Belki de Yarbay Enver Bey’in geçirdiği acil ameliyat ve uzayan iyileşme dönemi Batı Trakya’nın kaybedilmesiyle sonuçlanmıştı, bilinmez. Yazının Devamı

1923 İzmir İktisat Kongresi

Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulacak olan yeni Türk devletinin ilk ekonomi ve sosyal kongresi olan İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de toplandı. Yurdun dört bir yanından gelen ve toplumun tüm kesimlerini oluşturan bin 135 delegenin katıldığı kongre 4 Mart gününe kadar, onbeş gün sürdü. Kabul edilen Misak-ı İktisadi yani İktisat Andı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik ve toplumsal düzeninin temelleri atıldı. Osmanlı İmparatorluğu 17. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş gerileyerek 24 milyon kilometrekare olan topraklarının çok önemli bir kısmını yitirmişti. 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun toplam nüfusu 38 milyondu. Avrupa kıtasındaki yüzölçümü Ege Adaları hariç 186 bin kilometrekareye, nüfusu 7.8 milyona inmişti. Balkan Savaşları sonrasında bu topraklarının da 167 bin kilometrekaresini ve nüfusunun 6.6 milyonunu yitirdi. Hemen sonrasında 1914-1918 yılları arasında yaşanan felaket nitelikli Birinci Dünya Savaşı sırasında nüfusunun 3 milyondan fazlasını, yani geri kalan nüfusun tam yüzde 15’ini yitirdi. Kaybettiği 1 milyona yakın askeri, ordusunun yüzde 34’ünü oluşturuyordu. 1927 yılında yapılacak olan ilk nüfus sayımına göre Türkiye’nin nüfusu 13.6 milyondu. HALKIN İRADESİ İstiklal Savaşı sonrasında 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile artık Osmanlı’nın bütün ordusu terhis edilmiş, donanması teslim edilmiş, Anadolu istila edilmiş ve Türkleri Anadolu’nun orta kısımlarına sınırlamışlardı. Hatta buradan da tamamen çıkaralım diyenler vardı. Müslümanlığın da tehlikeye girdiği bu çöküş yıllarında kimi yerli işbirlikçiler de düşmana yardım ediyorlardı. İstiklal Savaşı bu yitik ve bedbaht şartlar altında yapılmış, vatan mucizevi bir şekilde kurtarılmış ve Türk ulusu yeniden dirilmişti. İlk iktisat kongresi de İstiklal Savaşı’nın 9 Eylül 1922’de fiilen sona erdiği İzmir’de, savaşın tüm yıkımının yaşandığı, kurtuluşun simgesi olan bu şehirde hemen 5 ay sonra toplandı. Henüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmamıştı bile. Ancak halkın iradesiyle 23 Nisan 1920’de kurulmuş bir halkın meclisi, bir ulu Türkiye Büyük Millet Meclisi vardı. Tam o günlerde, yeni devletin ve sınırlarının tanınacağı Lozan görüşmelerine, çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle ara verilmişti. Halkın meclisi iradeli ve azimliydi, vakit geçirmedi. İlk milli halk kongresini toplayarak yönünü çizmeye kararlıydı.Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasından bir ay kadar sonra 22 Haziran 1919’da yayımlanan Amasya Tamimi nasıl “Milletin istiklalini yine milletin azim ve iradesi kurtaracaktır” saptamasıyla İstiklal Savaşı’nı başlatan millet iradesinin ve savaş boyunca izlenen amaç ve esasların zemini olmuşsa, İzmir İktisat Kongresi de kurulmakta olan cumhuriyetin niteliğini oluşturacak devrimlerin temel metni olacaktı. Milletin iradesi Amasya Tamimi’nden sonra birer ay arayla toplanan Erzurum ve Sivas Kongreleri ile son şeklini alacak ve sonunda 23 Nsan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulup halkın istiklalinin savaşını başlatacaktı.

EKONOMİK ZAFER Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’ni açarken, konuşmasında bin 135 delegeye şöyle hitap etti: “Nasıl ki Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak hususunda Misak-ı Milli’nin ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk temel taşlarını tedarik hususunda amil olmuş, müessir olmuş, müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarih-i millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı ihraz etmiş ise, kongreniz dahi milletin ve memleketin hayat ve halas-ı hakikisini temine medar olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihraz edip ortaya koymak suretiyle tarihte büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı ihraz edecektir.”Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasındaki tesbiti şuydu: “Yeni Türkiye’mizi layık olduğumuz düzeye eriştirebilmemiz için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü; zamanımız tamamen bir ekonomi devresinden başka bir şey değildir. Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmamışlarsa, meydana gelen zaferler devamlı olamaz. Ekonomi demek, her şey demektir, yaşamak için, mutlu olmak için, insan varlığı için ne lazımsa onların hepsi demektir. Ziraat demektir, ticaret demektir, çalışma demektir, her şey demektir.”İzmir İktisat Kongesi ile kararlaştırılan Misak-ı İktisadi yani İktisadi And’ın (sözleşmenin) 1. maddesi “Türkiye milli hudutları dahilinde lekesiz bir istiklal ile dünyanın sulh ve terakki unsurlarından biridir” ve 2. maddesi de “Türkiye halkı milli hakimiyetini kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiçbir şeye feda edemez ve milli hakimiyete müstenit olan meclis ve hükümetine daima zahirdir” esaslarını temel aldı. İkinci madde kurulacak sistemin, milletin meclis yoluyla kendisini yöneteceği Cumhuriyet olacağının ve devletin bir milli-ulus devleti olacağının ifadesi oluyordu. Nitekim bir yıl sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasası) ile 1. maddesinde “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” hükmüne yer verilecekti ve Türk kavramı da 88. maddede “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk itlak olunur” şeklinde tanımını bulacaktı.

Yazının Devamı

Osman Gazi ve Kemal Atatürk

İlhanlı Devleti Moğolların güney kolu olarak Cengiz Han’ın torunu Hulagu tarafından 1256 yılında kurulmuştu. Merkezi Tebriz’di. Orta Asya’nın şaman inançlarına sahip olan Hulagu’nun annesi Sorgaktani Hatun ve hanımı Dokuz Hatun Nasturi Hıristiyanıydı. Komutanı ve yakın arkadaşı Ketboğa da öyle. Dedesinin yayılmacı politikasını sürdüren Hulagu İran coğrafyasına girerek önce Haşhaşi kalelerini birer birer yıkarak ele geçirdi. 1258 yılının başlarında da Abbasi Halifesi Mustasım’dan kendisine teslim olmasını istedi. Ancak Halife onun bu talebini reddetti. Bunun üzerine Hulagu Bağdat’ı ele geçirdi, şehirde bir hafta boyunca büyük katliamlar yapıldı, 90 bin kişi öldürüldü. Hulagu, dönemin Fransa kralına gönderdiği mektubunda, ordusunun yaklaşık 200 bin kişiyi öldürdüğünü yazmıştı.Halife Mustasım yakalandıktan sonra halkının katledilmesi ve başkentinin yağmalanması kendisine izlettirildi. Daha sonra da, Moğol ve bozkır geleneklerine göre asil kanın yere düşmesi uğursuzluk sayıldığından, halife bir keçeye sarılarak atların ayakları altında çiğnetilerek öldürüldü.

İSLÂM RÖNESANSI Katı Emevileri 750 yılında yıkarak İslam dünyasının lideri olan Abbasiler döneminde dört yüzyıl boyunca kültürel aydınlanma dönemi yaşandı. Antik Yunan dünyasının eserleri tercüme edildi, daha sonra Batı dünyası tarafından sahiplenilecek bilimsel buluşlar gerçekleştirildi. İslâm Rönesansı olarak bilinen bu dört yüzyıllık Abbasilerin başkenti Bağdat’ta bulunan kütüphaneler ve eserler 1258 yılındaki Moğol istilası sırasında yıkıldı, yakıldı, yağmalandı ve İslam Rönesansı olarak bilinen dönem sona erdi.Aynı 1258 yılı içinde Anadolu’da Söğüt kasabasında bir çocuk dünyaya geldi. Oğuz Türklerinin Kayı Boyu’nun lideri Ertuğrul Gazi ve annesi Hayme Hatun oğullarının adını Osman koydular. Kayı Boyu, 1218 yılında Cengiz Han’ın Batı Türkistan’da hüküm süren Harezm Türk Devleti hükümdarı Alaeddin Harezmşah’a saldırmasıyla başlayan Moğol istilasıyla batıya doğru göç etmişler ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin toprağı Anadolu’ya gelerek Van Gölü’nün kuzeybatısında bulunan Pasinler ve Ahlat civarına 1223 yıllarında yerleşmişlerdi. Dört yüz kırk çadırdan oluşan Kayılar burada dört yıl kadar yaşadıktan sonra, Anadolu Selçuklularının halkı tarafından “Uluğ” lakabıyla anılan sultanı I. Alaeddin Keykubad’a katılmışlardı. Liderleri Ertuğrul Bey’in yönetiminde Ankara’nın Karacadağ bölgesinde ve en sonunda da 1231 yılında Alaeddin Keykubad’ın kendilerine yurt olarak verdiği Söğüt-Domaniç batı uç bölgesinde yaşamaya başlamışlardı. 1243 yılında II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Sivas-Erzincan arasındaki Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilmesiyle Anadolu Selçuklu Devleti artık yıkılmaya başlamıştı. 1258 yılında dünyaya gelen Osman, 1277 yılında Karamanoğlu Mehmed Bey’in isyanının kanlı bir şekilde bastırıldığını ve Anadolu’nun istila edildiğini yaşadı, 19 yaşında. Bu umutsuzluk ortamında babası Ertuğrul Gazi’nin vefat etmesiyle 1281 yılında Kayı boyunun başına geçen Osman Gazi esmer tenli, çatık kaşlı, lider tabiatlı, cesur, doğuştan asker tabiatlı, sade yaşamayı seven, gözü malda mülkte olmayan, kişisel menfaat düşünmeyen bir insandı. Arkadaşları arasındaki lakabı Kara Osman’dı, Osmancık da derlerdi ona. Geçimini kendi koyunlarından elde ettiği süt, peynir ve yün gibi ürünlerle sağlardı. BİRLEŞTİRİCİ VİZYONU Osman Gazi, Anadolu’nun Moğol istilasından uzak bu batı kısmında Moğol istilasından uzak bir uç beyi olmanın da avantajıyla Bizanslılar ile savaşıyordu. Onları her yenişinde bir o kadar güçlendi. Bizans’a komşu konumunu liderliği, mücadeleci kişiliği ve birleştirici vizyonuyla bir avantaja dönüştürmeyi başardı. Artık istila altındaki Anadolu’dan gelen kendisi gibi diğer Türkmenler de onun kuvvetlerine katılmaya başlamışlardı.Osman Gazi’nin savaşçıları kızıl börk giyiyorlardı. Başarılar yeni başarılar ve yeni katılımlar getiriyordu. Osman Gazi risk almasını bilen, sezgisi ve vizyonu kuvvetli, karizmatik, güçlü ve doğuştan lider tabiatıyla adeta zor bir tepenin üzerine tan vakti ilk çıkan ve güneşi herkesten önce gören kişi olmuştu. Osman Gazi’nin başarısının ardındaki toplumsal formül askeri başarılarını büyük bir toplumsal mutabakat ile Anadolu’nun zulüm altındaki tüm Türk unsurlarını birleştirerek güçlendirmesiydi. Selçukluların artık son yıllarını yaşadığı bu dönemde kaçınılmaz olarak Bilecik’i fethettikten sonra 28 Eylül 1299 günü Osmanlı Devleti’ni kurdu. Hatta sona ermekte Selçuklu Devleti’nin sultanları da kendisine hilat, tokmak, kılıç ve bayrak gibi hükümdarlık alametleri gönderek onun bu kurtuluş, var olma ve süreklilik hareketi yönünde önünü açmışlardı.DURAKLAMA VE ÇÖKÜŞ Osman Gazi’nin devleti bir dünya imparatorluğu oldu. Ancak üç yüzyıl kadar sonra kendisinin öncü vizyonerliğini koruyamadı. Coğrafi keşiflerin yarattığı zenginlikle ileri giden, Rönesansı Doğudan geri alan Batı’nın kültürel aydınlanmasını, bireyi ön plana çıkaran sosyal yapısını yakalayamadı, kuruluş ve büyüme aşamasında gücünü aldığı kendi Türk yöneticilerini tasfiye etti, üretim ilişkilerini değiştirip bir endüstri devleti olamadı. Önce durakladı, sonra geriledi, en sonunda çöküşe geçti. 1854-1875 arasındaki 21 yılda toplam 15 dış borç antlaşması yaptı. 237 milyon lira borçlandı. 1875 Osmanlı bütçesinde 25 milyon Osmanlı lirası gelir gösterilmesine karşın gerçek gelir 17 milyon liraydı. Bunun 13 milyon lirasını ise dış borç ödemeleri için ayırması, geriye kalan 4 milyon lirayla da devleti yönetmesi gerekiyordu. İflas kaçınılmazdı. Nitekim 1875’te yarıya indirdiği borç ödemelerini yapamadı, Mart 1876’da bütün dış borç taksitlerinin ödemelerini durdurdu. 1876 yılında Osmanlı ekonomik olarak batmıştı. 1881 yılında resmen iflas ederek maliyesini yabancıların yönetimine yani Düyun-u Umumiye’ye teslim etti. ALİ RIZA BEY’İN OĞLU

Yazının Devamı

Laikliğin tarihi ve biz

Laiklik tam olarak nedir? Yaşadığımız kavramlar karmaşası çağında farklı yorumlanan laikliğin anlamı bir o kadar da nettir aslında. Türk Dil Kurumu sözlüğümüzde laiklik "devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olmasıdır". Diğer adı laisizm, batı dillerindeki adı da seküleritedir.

Bugün ülkemizde yaşayan insanların büyük çoğunluğu kendilerini bu şekilde tanımlarlar ya da en azından bilinç altlarında böyle olmasını isterler, böyle olmasını arzularlar. Özetle insanlar din ve ibadet özgürlüğü olan ve muasır düzeye ulaşmış bir ülkede yaşamak isterler. Kim ne derse desin, nasıl konuşursa konuşsun hemen herkes böyle yaşamak ister. Kimse din ve vicdan hürriyeti olmayan ve çağı yakalayamamış bir ülkede yaşamak istemez.

Yazının Devamı