27 Nisan 2024 Cumartesi
İstanbul 18°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Canavarın sıcak yuvasından manzaralar

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Yahudileri soykırıma uğrattığı toplama-ölüm kamplarının çevresindeki “normal” yaşam alanlarına ilişkin aklıma ilk gelen film, Zoltan Fabri’nin 1978’de çektiği “Macarlar”dır. 1943’te kadınlı erkekli bir grup Macar köylünün çalışıp biraz para biriktirmek için Almanya’daki bir çiftliğe gelmelerinden sonra yaşananları anlatan filmde, yanı başlarında binlerce insan öldürülen köylülerin Hitler’in kim olduğundan bile haberleri yoktur.

Bir başka örnek olarak, daha yakın bir tarihten, Mark Herman’ın yönettiği “Çizgili Pijamalı Çocuk”u (2008) verebilirim. Polonya’daki toplama kampı Auschwitz’in Alman komutanı ailesiyle birlikte kampın hemen yanındaki malikânede yaşam sürerken, korkunç bir son onların da yakasını bırakmayacaktır.

GÖRÜNTÜ YOK, SES VAR

Jonathan Glazer’in sinemalarımızda bugün gösterime giren filmi “İlgi Alanı” (The Zone of the Interest), bizi yine Auschwitz’in hemen bitişiğine, kendilerine mutlu ve lüks bir yaşam alanı kurmak isteyen kamp komutanı Rudolf Höss ve “Auscwitz Kraliçesi” olarak anılan eşi Hedwig’in evine götürüyor. Perdeyi uzun süre kapkaranlık bir görüntünün kaplamasıyla açılan filmde, burunlarının dibinde binlerce insan can verirken mutlu mesut günler geçirme telaşındaki dört çocuklu Höss ailesinin, yüzerek, balık tutarak, bahçe işleri ve hizmetçilerle ilgilenerek geçirdiği günler var karşımızda. Kamerasını kampın içine hiç sokmayan, tek bir tutsak göstermeyen, ölümleri somutlaştırmayan Glazer, ara sıra duyulan silah sesleri, bacadan tüten duman, çığlıklar ve tren gürültüsüyle yansıtıyor olan biteni. Kampta yeni bir krematoryum inşa edilmesi için onay veren Rudolf Höss, misafirliğe gelen ama çevreden hissettikleri karşısında bir günden fazla kalamayıp evi terk eden kayınvalidesinin tersine, işlerin yolunda gitmesine, yani ölümlerin çoğalmasına odaklanır. Yeni bir tayin emri, ailenin yaşamında kırılmaya neden olur. Karısı Hedwig evi terk etmek istememektedir, çünkü burada mutludur.

CENNET VE CEHENNEM YAN YANA

Steven Spielberg’in 1993 yapımı kendi filmini kast ederek, “Schindler’in Listesi’nden bu yana gördüğüm en iyi holokost filmi” dediği “İlgi Alanı”, Martin Amis’in romanından hareketle çekilmiş, bugüne dek gördüğümüz en sıra dışı ve deneysel soykırım filmi. Ölüm kampını, Höss ailesinin yaşadığı rahat evin bir tür arka bahçesi olarak duyumsatan Jonathan Glazer, Nazilerin ve öldürülen Yahudilerin gerçeklerine hiç girmeden, olan bitenden habersizce sürdürülen yaşamlara eğiliyor. Cennet ve cehennem yan yana. Bu noktada ortaya çıkan tablo, en az kampta olanlar kadar korkunç aslında. Tıpkı şu günlerde, İsrail ordusu Gazze’de bir soykırıma imza atıp binlerce masum insanı katlederken, kamp sandalyelerini alıp sınıra yakın bölgede olan biteni alkışlayan İsrail vatandaşları kadar korkunç bir görüntüye tanıklık ediyoruz 105 dakika boyunca.

Canavarlığı resmeden filmlerden değil “İlgi Alanı”; seyirciyi canavarın sıcak yuvasına sokan bir film. Hep düşünülür ya, “Bu adamlar akşam eve gittiklerinde eşleriyle çocuklarıyla ne yapıyorlar?” diye, Jonathan Glazer işte o “kötülüğün sıradanlığını” anlatmış filminde. Fakat bu sıradanlığın akışına paralel biçimde rahatsızlık duygusu da seyircinin yakasını bırakmıyor. Filmde içine girdiğimiz atmosfer, duyduğumuz sesler, Mica Levy’nin tedirgin edici müzik çalışması, Christian Friedel ve Sandra Hüller’in rollerinin hakkını çok iyi vermeleriyle yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor ve karşımıza iyi cinsinden bir başka “sıradan faşizm” öyküsü çıkıyor.