16 Mayıs 2024 Perşembe
İstanbul 12°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

İki yerden, iki zamandan...

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

Benim İstanbul Çağım: (1)

Seni usandıran ne, bunu sordun ilkten. Zaman eskisi bir mekândasın. Büyüme çağlarını hatırlatan ne varsa şimdi silinmiş. Zorluyorsun belleğini; belki bir iz, renk bulabilirim diye. Bazı mekanlar tanıdık geliyor. Ve sen insanla olmalı her şey... İnsanla dokunmalı zamana, mekânlara, yerlere... Bunların derdindesin.
İçinin esintilerini iyileştiren de bu. Ki, örselenen zamanların ürküntüsünden çıkıp gelmiştin kente.
Yapayalnızlık gömleğini giymek böyle oluyormuş, diyecektin ileriki günlerde.
Önce bir boşluk duygusu karşılamıştı seni.
Bu yer, bu semt, şu mekânlar burada bekliyorlardı seni.
İlk ne zaman uğramıştın, yolun düşmüştü buraya hatırlamaya çalışıyordun.
İki yer, iki zamandaydın.
“Surdışı” demeyi sonraları öğrenmiştik çoğumuz. Taşradan gelenler için yabancıydı her şey gibi bu da.
Çetin Altan’ın anlattığı İstanbul geliyordu aklına bazı zamanlar. Sonra Orhan Kemal’in, Sait Faik’in İstanbul’u...
Bir yaşama çeşnisi olarak çıkıyordu karşına her birinin anlattığı kent. Öyle ki, iz süre süre varıyordun bir semtten diğerine.
Anlamaya, tanımaya çalışıyordun yalnızca. Açıklamak yoktu henüz hayatında.
Gidip gözlediğin yerlerde, mekânlarda ortak bir dil arayışı, yakın duruş yoktu. Herkes kendi ırmağında akıyor gibiydi günü yaşarken. Yarattıkları zaman kendi zamanlarıydı. Taşıyıp getirdikleri iklimin renklerine bürünerek var olmaya çalışıyorlardı. Her bir semt biraz da bunu anlatıyordu sana.
Beykoz, Sarıyer, Ortaköy, Çengelköy, Üsküdar. Kadıköy, Fatih... Sonra yeni yeni oluşan semtler... iç ve dış göç dalgalarıyla kente gelenlerin var ettikleri yerler...
İçe, daha içe dönünce bunu anlıyordun. Herkes kendi zamanını kurmaya çalışmıştı kentin farklı semtlerinde.
Adım adım bir göç kentine dönüşüyordu İstanbul.
Rumeli, Balkan göçlerine baskın çıkan Anadolu göçleri kentin adeta kimliğini değiştirmişti.
İşte tam da bu dönemeçte, 1970’lerin başında gelip yerleştiğin Ortaköy bir zaman köprüsü yaratmıştı sende.
1950’lerin göç dalgasıyla İstanbul’a gelen ailen, birkaç yıl sonra yeniden geldikleri yere dönmüşlerdi.
Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” romanında yaşanan olaylar dizisi gibi bir öykü geçmese de başınızdan, daha ötelere gitmek isteyen babanın düşlerini gölgeleyen annen; “öyleyse geri dönüyoruz,” diyerek, en zor kararı aldırmıştı babana. İşte o günlerin tanığı çocuk aklınla, üç ile beş yaş arası zamanını “benim İstanbul çağım” ın ilk adımı diye adlandırıyorsun.
Sağmalcılar, henüz Bayrampaşa olmamıştır. Açık hava sinemasına bakan balkonlu evinizde sinemanın büyüsünü keşfediyorsun ilkten. Sonra sokağı... Ailenin “Macar gelin”i “Zehra Yenge” giriyor hayatınıza o renkli kişiliğiyle... Annenin kadın terziliği, halanın hasetliği... Sonra anlıyorsun ki, hayatta kıskançlık diye bir şey olduğu gibi iyilikle kötülük de var.
Sonra, halanın güzel gözlü kızıyla cam kırıkları topluyor, oyunlar kuruyorsunuz Zehra yengelerin bahçede...
Hafta sonlarını iple çekiyorsun; sergüzeşt baban kentin keşfine çıkaracak sizleri diye. Topkapı surlarının hemen ötesindeki dutluklara gidiyorsunuz bir gün. “Piknik” denen şeyle tanışıyorsun. Ama daha çok da siyah dut toplama şenliğini unutamıyorsun.
Sonra vapurla ilk ada yolculuğu... Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesi... Parkı uçsuz bucaksız bir orman gibi hayal ediyorsun... Ayasofya ile Sultanahmet arasındaki yolun uzunluğu seni şaşkına çeviriyor o günlerde.
Kentin zamanlarına bölündüğün o günleri sana taşıyan ikinci İstanbul çağına adımın ise 15-16 yaşlarına denk geliyor. Bu kez kaybolmayı, hatta vapur kaçırmayı deniyorsun... Beyoğlu’nu keşfetmeyi... Boğaziçi’nin en uç yerini, iki yakasını merak ediyorsun... Ama beklemen gerektiğini düşünmeden gözeriminin yettiği yerlere girip çıkıyorsun.
Ta ki, yirmili yaşından gün aldığında, artık dönüşsüz bir yolcu olarak sen de o büyük göç dalgasına kapılarak bu kentte yaşamaya adım atana dek.
Kenti keşfetmenin başlama noktası senin için Ortaköy artık. Dünyanın bütün sesleri, renkleri, sözleri orada buluşuyor bilincinde...

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları