Polis...
Hafta sonu Türkiye'yi hep birlikte yaşadık. Ankara'daki manzara şöyleydi: Her yaştan binlerce, on binlerce insan sokaklarda... Organize eden yok, her şey kendiliğinden gelişiyor, kalabalıklar katlanarak artıyor. Bir köşeden 10.Yıl Marşı yükseliyor, başka bir sokaktan "Tayyip istifa! Hükümet istifa!" sloganları... "Öfke" yüzlerden okunuyor. Polisin şiddeti, o öfkeyi iyice körüklüyor. Silahlarından peş peşe gelen patlama sesleri sloganlara karışıyor. Ortalık dumana boğuluyor, nefes almak imkansız hâle geliyor. Kalabalık dalgalanıyor ama dağılmıyor, azalması beklenirken artıyor.
Gözlerim, burnum cayır cayır yanarken aklıma 27 Mayıs'a giden günler ve "555K" parolasıyla toplanılan yerde olduğumuz geldi. Hıncal Uluç, 6 yıl önce "Ben gene, hâlâ, hep 27 Mayısçıyım" başlıklı yazısında şöyle diyordu: "Demokrat Parti iktidarı, Meclis'teki çoğunluğu ile, tüm özgürlükleri vare insan haklarını ayaklar altına almış, Abdülhamit'i bile demokrat yapan bir istibdat içinde ülkeyi inim inim inletmeye başlamıştı." DP yerine AKP yazsa hiç yadırgamazdık, değil mi? Zaten, Taksim Gezi Parkı'nın yıkımını önlemek için başlayan eylemlerin, tüm Türkiye'ye ve milyonlarca insana ulaşması da bunun kanıtı.
Aldığı talimatların gereğini yerine getiriyor olsa da, polisin "görev aşkı" parmak ısırtıyor. Amirlerinin televizyonlarda anlattığı gibi havaya doğru değil, doğrudan insanları hedefleyerek atıyorlar gaz bombalarını. Bir metre mesafeden, karşısında pasif durumdaki kadının yüzüne haşare ilacı misali gaz sıkıyorlar. Can havliyle kaçışan insanları şevkle, zevkle copluyor, iştahla tekmeliyorlar. Küfür ve hakaret ediyorlar. Taksim'de nöbet tutan askerleri bile tehdit edecek kadar hadlerini aşabiliyorlar. "Gel, gel bir şey yapmayacağız" diye pusuya düşürdükleri panikteki insanların, kafasına nişan alıp ateşliyorlar silahlarını. Bunların hepsi resmi üniforma taşıyanlar. Bir de kimliği bizce belirsiz "beyaz gömlekli" dayakçılar, kalabalığa dalıp insanları ezen 61 ES 459'u kullananlar gibi "siviller" var ki, bu cüretkârların kim olduğu da yetkililerce ortaya çıkarılacaktır herhalde.
Elinde bayrağıyla Kızılay'a gelen 60 yaşındaki bir kadın tanıdığım, polis tarafından kovalanırken köprüden düştü. Kafatasında kırık var ve beli kırılmış! Hacettepe'de yatıyor. Yaşatabilrlerse muhtemelen engelli olarak yaşamını sürdüreceği bilgisini aldım. Siyasi iktidarı protesto etmenin bedeli, kim vurduya gitmek bu ülkede. "İleri demokrasi"nin mimarı başbakan duysa, "Oh olsun!" mu der acaba?.. Ya da derse, kim şaşırır?
İnsan merak ediyor; bunları yapabilecek olanları mı seçip alıyorlar böylesi hassas bir kamu görevine, yoksa hizmet içi eğitimlerle falan mı bu hâle getiriyorlar polisimizi? "Vur deyince öldürecek" insan kıvamına gelmek biraz da vicdanla ilgili zira. Aslında bugün, oluşturulmaya çalışılan "spor polisi"ne dair bir yazı tasarlamıştım, ancak gündem elvermedi. Yeni yasal düzenlemenin asıl hedefinin, spor alanlarına değil, "üniversite"ye polisi yerleştirmek olduğu savı hiç de sırıtmıyor. Sportif alanda görevlendirilecek polis ithal edilmeyeceğine göre, yukarıda anlatmaya çalıştığım "yerleşik standartlar" kullanılacak demektir ki, tribünler şimdiki özel güvenlikçileri mumla arar.
Spor yazısına benzemedi, farkındayım ama bazen böylesi de iyidir. Ülkenin kolluk kurumunu, siyasi ve mesleki açıdan elden geçirmenin, demokrasi, insan hakları ve hukuk normlarına uygun hâle getirmenin çok ivedi bir zorunluluk olduğu ortada. Onlar, iktidarın değil, devletin hatta milletin polisi olmalı!..