Soğuk rüzgarlar başlamadan...
Günler kısaldı. Sabahın alaca karanlığında işe gitmenin, akşam karanlığında eve dönmenin tekdüzeliği içinde sıkışıp kalmak, farkında olmadan insanlardan, doğadan ve okunmayı bekleyen kitaplardan büsbütün kopartıyor insanı. İç sıkıntılarımızı azaltmak, mutsuzluklarımızı birazcık dindirmek, bizi kuşatan o bıkkınlık sarmalından birkaç gün uzaklaşmak için bazen Almanya içinde küçük huzur adaları arıyoruz sığınacak.
Soğuk rüzgarlar başlamadan, sararmış güz yaprakları ağaçlarını terk etmeden, bütçemize uygun bir pansiyon bulup ormanlara gizlenmiş bir Bavyera kasabasına doğru yola çıktık.
Gürültüsüyle, patırtısıyla ve olanca kirliliğiyle üstümüze çöken kent yaşamının, insani yanlarımızı nasıl körelttiğini uzak kırlara açıldıkça daha iyi duyumsuyor insan.
Grimm Kardeşler’in doğup büyüdükleri, dünya çocuklarına masallar devşirdikleri güzelim Spessart’ın kasaba yollarından geçene kadar neşemiz yerindeydi. İçimize dolan çocuksu iyimserliğin biraz ötedeki Rhön vadilerinde uçup gideceği hiç aklımıza gelmemişti.

ÇIPLAK GÖZLE GÖRÜLEN KÖHNELEŞME
Yıllar önce her köşesinden varsıllık fışkıran güzelim Rhön kasabaları, ilk bakışta görülen bir köhneliğe terk edilmişti. Ana yolların az uzağında gün boyu bacası tüten fabrikaların çoğu kapanmış, bütün dünyaya endüstriyel ürün yetiştiren dev işletmelerin makineleri susmuştu.
Aşağı Franken’a uzanan vadilerde sıralanan, kaynak sularıyla, şifalı kaplıcalarıyla, devasa sağaltım klinikleriyle ünlü dinlence merkezlerinde durum belki daha iyidir düşüncemiz de çok geçmeden boşa çıktı. Güzelim parkların yürüyüş patikalarında, büyük otellerin ulu ağaçlarla bezeli bahçelerinde, insandan çok sincaplara rast geldik.
Bir zamanlar, ağır ameliyatlarından sonra fizik tedavisi görmeleri, moral depolamaları için bütün eyaletlerden bu bölgelere gönderilen ve masrafları sağlık sigortalarınca karşılanan hastalar bile görünmüyordu ıssız sokaklarda. Yine yakın zamana kadar uzak ülkelerden, Arap ülkelerinden ve özellikle Rusya’dan gelip bu otellerde kalan, konser salonlarını, tarihi kumarhaneleri dolduran, kasabaları şenlendirenler varsıl turistlerden de eser yoktu.
Romantik restoranların, zarif pastanelerin çoğu kapanmış, merdivenlerini yosun kaplamıştı.
“Kurstadt” diye anılan bu masalsı dinlence merkezlerinin bir zamanlar insan kaynayan ışıklı sokaklarında birçok mağazası kapısına ya ‘satılıktır’ ya da ‘kiralıktır’ levhası asmıştı.
Bu canlı bölgelerin eski günlerine tanıklık etmiş her insanın şimdi birkaç saniyede görebileceği bu şaşırtan köhneleşme hüzün vericiydi. Turistik bölgelerde eskiden kendini hemen gösteren titizlik, temizlik ve düzenlilik, dakiklikle birlikte yok olma yoluna çoktan girmişti...
Toplumbilimci, ekonomist ya da siyasetbilimci olmadan da çıplak gözle gözlemlenebilen yalın gerçek şu: Almanya’nın ekonomik, kültürel ve ahlaki çöküşünden payını almayan köşesi hemen hemen kalmamış gibi. “Eski Almanya yok artık” gibi sıradanlaşmış saptamalar yerine “Geçen ayki Almanya bile yok artık” denilebilir artık rahatlıkla. Hangi tarafına giderseniz gidin, hangi eyaletine uğrarsanız uğrayın, eskisi gibi huzur verecek, gülümsetecek bir ‘mutluluk adacığı’ bulamayacaksınız Almanya’da.

PANSİYONCU KADININ ANLATTIKLARI
Eski ama bakımlı ahşap yapının kapıcığında bizi sımsıcak sözlerle karşılayan ak saçlı pansiyoncu kadın, daha kalacağımız odamızı göstermeden sohbete başladı bizimle.
Yol boyu bizi şaşkına çeviren gözlemlerimizi ona da aktardık. Abartıyor muyuz, yanılıyor muyuz, diye sorduk ona da. Üzgün üzgün gözlerimizi süzüp başıyla doğruladı bizi:
“Sevgili anneciğimin vasiyeti olmasa, inanın yarın kapatırım pansiyonumuzu! Onun ruhuna saygısızlık etmemek için direniyorum yıllardır! Kocamın küçük emeklilik maaşı olmasa perişan olurduk. Çocuklarım, köyümüzü çok sevmelerine rağmen geçim darlığı yüzünden büyük kentlere taşınmak zorunda kaldılar.” dedi üzülerek. Eskiden hiç boş kalmazdı, dediği on odalık pansiyonunun yarısı dolduğunda seviniyormuş. Gerçekten de ağır vergilerin, artan enerji fiyatının ve diğer işletme giderlerinin ağır yüklerini omuzlayacak denli bir kazancı olmadığı belliydi. Alman devletinin pandemi döneminde iflasları önlemek için verdiği işletme yardımını, -dört hafta içinde- son kuruşuna kadar ödenmesini isteyişine de çok kızgındı: “Pandemi döneminde devletin emriyle aylarca kilit vurduk pansiyonumuzun kapısına. Zararımızı, giderlerimizi o verilen yardımla bir nebze olsun dengeleyip işletmemizi kapatmadık. Şimdi ‘yardım’ olarak verdiği ve vergisini bile aldığı parayı, sanki bize ‘borç’ vermiş gibi kuruşu kuruşuna geri istiyor devlet! Hem de beş yıl sonra; anlaşılır şey değil bu!”
Birden bizim dinlence ereğiyle gelen müşterileri olduğumuzu anımsamasa, yakınacağı konular daha bitecek gibi değildi pansiyoncu kadıncağızın.
YANLIŞ CEPHEDE KONUMLANMANIN AĞIR MALİYETİ
En üst perdeden Rusya düşmanlığı yapmanın ağır maliyetini göğüsleyemeyince, bunu emekçi halkın sırtına yüklüyor Almanya. Ucuz Rus gazından yoksun kalınca, yükselen enerji maliyetleri yüzünden sadece ihracat şampiyonluğunu değil, refahını, rahatını, en önemlisi dünyadaki siyasi ağırlığını günden güne hızla yitiriyor.
Savaş sonrası yıllarda insanüstü çabalarla yaratılan ekonomik gücü, güvenilirliği ve saygınlığı, son yıllarda yetkin olmayan siyasetçilerin elinde mum gibi eriyor. Öngörüsüzlüklerini, mali sıkışmışlıklarını gizlemek için, savaş çığırtkanlığı ve ‘hızla silahlanma gerekliliği’ çağrıları ile halkını bir düşmanlık denizine doğru yürütmeye çalışan bir siyasi anlayış hakim bu aralar ne yazık ki. Oysa, Stalingrad Cephesi’nin acı savaş hikayelerini düne kadar gözyaşlarıyla anlatan yaşlı savaş kuşağının sesleri hepimizin kulaklarında taptaze hâlâ.
Almanya’nın artık refah toplumu olmaktan uzaklaştığı, Prusya erdemini yitirdiği, fakirliğin, evsizliğin hızla arttığı, en yetkili kuruluşlar tarafından da seslice dile getiriliyor.
Epeydir, reform adı altında emeklilik yaşının altmış yediden yetmişe nasıl çıkartılabileceği konusu tartışılıyor. Pahalılık ve geçim sıkıntısı yetmezmiş gibi, Rusya’nın yakın gelecekte Almanya’ya saldıracağı ve Alman topraklarında büyük bir savaşın yaşanacağı korkusu medya organları tarafından süreğen şekilde pompalanıyor halka.
Ömür boyu çalışıp küçük birikimler edinmiş orta hâlli insanlar, gereksiz bir paniğe, belirsizliğe ve umutsuzluğa sürükleniyor.

ŞİİRİ KAÇAN SANAT DÜNYASI
Almanya için “ şairler ve düşünürler” ülkesi de denilemez artık. Sanatta ve edebiyatta hissedilir bir gerileyiş var. Ne şairi kalmış ne de düşünürü. Ufukta yeni bir “Fırtına ve Coşku” akımı görünmüyor. Eski dönem edebiyatçılarının ve aydınlanmacılarının doldurduğu yüksek sanat küplerinden içiyorlar hâlâ. Küpleri yeniden dolduracak gerçek sanat insanları, yüksek edebiyat yaratıcıları yok. Şiiri kaçmış, masalı bitmiş, kısır bir yüzyılı yaşıyor Almanya.
Goetheler, Schillerler, Almanya’nın bu sanatsal çoraklık içindeki halini görselerdi, Weimer’deki mezarlarında ters dönerlerdi. Ne dünya ölçeğinde romanlar yazan, öyküler kuran yazarı kaldı ne de şiirleri dillerde dolaşan şairleri. Son yıllarda şiir ya da dram alanında ödül alanların çoğu teolog. Demek ki insanlarla aralarındaki palamarı hâlâ koparmayan, bencilliğe, yabancılaşmaya teslim olmayan bir onlar, yani papazlar, teologlar kalmış.
GÖÇMENLER DE HUZURSUZ
Aşağı Franken’ın turistik bölgelerinde sayıları az da olsa göçmen yurttaşlarımız da yaşıyor. Türkçe konuşanları duyunca kısa da olsa hal hatır sormadan geçemiyor insan. Buralarda da yıllardır en ağır işlerde çalışmış, çocuklarını meslek sahibi yapmış, büyük özverileriyle ev bark sahibi olup bir parça rahata kavuşmuş, kendilerini bu ülkenin bir parçası gören yurttaşlarımız da pek huzur içinde değiller. Nasıl olsunlar? Her çöküş döneminin ağır faturaları, Alman ekonomisine büyük katkılar veren göçmen yurttaşlarımıza kesiliyor. Sahtecilik yapan, suç işleyen göçmenler, hemen gazetelerin manşetlerine çekilip medya eliyle kasıtlı olarak günlerce haftalarca aynı haberler taze tutularak bütün göçmenler suçluymuş gibi bir algı yaratılıyor. Alman parlamentosu, çözüm bekleyen onca derdi, tasayı bırakmış, Türklere verilen çifte vatandaşlık hakkının iptal edilmesiyle uğraşıyor... Devlet dairelerinden, özellikle oturum uzatmak, resmi işlemler yaptırmak için buluşum almak bu küçük beldelerde dahi güçleşmiş.
Yaşlı göçmenler, -güzel, sorunu az, rahat olduklarını düşündüğümüz bölgelerde bile- çocuklarını, torunlarını iyi bir geleceğin beklemediğini düşünüyorlar haklı olarak.
UMUT YİNE İNSANDA
Ne kadar bir süreliğine kaçsak da gelip ensemizden yakalıyor bizi. Çünkü, siyaset yaşamın her alanında. Dinlence yerlerinde, dolaşılan parklarda, uğranılan kafelerde bile bırakmıyor insanın peşini. Savaş kışkırtıcılığı yapan siyasete karşı durmaktan başka yol yok. Umutsuzlukla, kötümserlikle yaşamak, bizim gibi güneşi bol topraklarda boy vermişlerin doğasına aykırı.
Soğuk rüzgarlar başlamadan, kış bastırmadan uğurlamaya geldiğimiz Bavyeralı güz yapraklarına biraz hüzünle daha çok da umutla bakıyoruz dönüş yoluna düşerken.
İlkyazda yeniden patlayacak tomurcukları, yeniden yeşerecek ağaçları düşlüyoruz daha şimdiden. Yakın geçmişin bu topraklarda hâlâ yankılanan acı çığlıklarından ders çıkartmış, savaşın, düşmanlığın çıkmaz yol olduğunu bilen sessiz bir çoğunluğun olduğuna inanıyoruz. Onlara güveniyoruz. Tıpkı bizi sabahleyin pansiyonundan sevgi sözleriyle, kucaklayarak uğurlayan ak saçlı emekçi kadın gibi.
Ne diyordu Koca Nâzım Usta: “ Umut umut umut... Umut insanda...”