18 Mayıs 2024 Cumartesi
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

'The Matrix...': Gerçeğin çölü ve gölü

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Temel içerik ve estetik özellikleriyle “siber-uzay kungfu serüveni” olarak tanımlanabilecek “Matrix” filmlerinin, ilk yapımdan bu yana geçen 22 yılda bu denli etkili olup geniş hayran kitlesi yaratması kolayca açıklanabilecek bir şey değil.

Alabildiğine karamsar bir gelecek tablosu çizen, “Matrix ve Felsefe” (William Irvin) gibi kitaplar doğuran, yaşamın düşünceden kaynaklandığı önermesiyle nihayetinde idealist felsefeye bağlanan bu zincirin seyirciye “gerçeğin çölüne” doğru çıkılacak yolculuk için davetiye uzattığı biliniyor. Karşımızda sıradan bir aksiyon ve popüler kültür ürünü değil, özetlemenin pek de kolay olmadığı bir “soyut gerçek” karmaşası var. “Gerçeğin çölünde” ilerledikten sonra “gerçeğin gölüne” geçiş yapmak ise özel çaba gerektiriyor. Dolayısıyla, Matrix evreninde olan biteni bir çırpıda kavrayan, beyazperdeye yansıyan çifte gerçeklik içinde tökezlemeden yol alabilen sinemaseverlere ve sinema yazarlarına imrendiğimi baştan itiraf edeyim. Kendi adıma, olayları takip etmekte zorlandığım, boyutları karıştırdığım, bir yerden sonra da mecburen ipin ucunu bıraktığım filmlerin başında geliyor “Matrix” halkaları.

MİNERVA’NIN BAYKUŞU HEP UÇMAZ

Dördüncü film “The Matrix Resurrections”ta da böyle oldu; iki buçuk saatlik filmin yarısını biraz geçtikten sonra “koptum” ve giderek harcıâlem biçime bürünen aksiyon sahneleriyle ilgilenmekle yetinerek kafamı fazla yormamaya çalıştım. 7 Eylül 1999 tarihli Radikal gazetesinde ilk “Matrix” filmi hakkında kaleme aldığım yazıyı şöyle bitirmiştim: “Günlerdir (bizim de aralarında olduğumuz) sinema sayfaları ve sinema yazarları biraz da piyasadaki durgunluk nedeniyle ‘Matrix’ hapını yutturmaya çalışıyor. Hapı yuttuysanız yapacak bir şey yok, iyi seyirler. Henüz yutmadıysanız bari kırmızı olanı tercih edin. Belki Minerva’nın Baykuşu da size eşlik eder.”

Roma mitolojisinde Minerva’nın, Yunan mitolojisinde Athena’nın baykuşu… Yani ancak karanlık bastıktan sonra uçan, düşüncenin yaşamın yansıması olduğunu sembolize eden ve düşüncenin şafakla birlikte felsefe haline gelebileceğini vurgulayan, Athena’nın ya da Hegel’in baykuşu… Tarihi olaylar gibi filmleri de bittikten ancak belli bir süre sonra doğru değerlendirebiliyorsak, “Matrix” bu iş için biçilmiş kaftan ama dediğim gibi baykuş benim zihnimde bir türlü kanatlarını çırpmıyor.

GERÇEĞE GİRİŞ YA DA ÇIKIŞ

İlk film çok tartışmalı da olsa geniş bir felsefi alan açmış, sinema sanatına katkıda bulunmuş, kısa sürede kült mertebesine yükseltilmişti. 2003’te gösterilen iki devam filmi bu alanı daraltmış, sıkı fanatikler tarafından bile zayıf bulunmuştu. Bugün gösterime giren ve ilk üç filmin yönetmenleri “trans” Wachowski Kardeşler’den Lana Wachowski’nin imza attığı bu dördüncü film, yarattığı bilgisayar yazılımıyla yaşadığı gerçekliği kıran ve Seçilmiş Kişi olduğunu anlayan Neo’nun bölünmüşlüğüne geri dönüyor. Kahramanımızın Matrix’e girip girmeyeceği (ya da çıkıp çıkmayacağı), gerçekliğinin fiziksel mi kurmaca mı olduğu, yani mavi ve kırmızı haplardan hangisini yutacağı konusundaki tercihleri hakkında romantizmle sarılıp sarmalanmış bir öykü var karşımızda. Anderson’u hedef seçen ajanlar ve ona yardımcı olan asiler grubu da yerli yerinde elbette. Neo ise kendi kafasındaki gerçeğe ve gerçek olduğunu bildiği kadına doğru kanat çırpıyor. Aksiyon faslı, yenilik içermiyor, kurşunların yüzde 90’ı boşa sıkılıyor.

Özellikle ilk 45 dakikasındaki bazı diyalogları şimdiye dek hiç olmadığı kadar espri içeren ve “kendine bakan” bir film “The Matrix Resurrections”. Neo (Keanu Reeves) ve Trinity (Carrie Anne Moss) kimyası sizde belli bir tepkime yaratıyorsa ve kavrayış gücünüze güveniyorsanız, maviymiş kırmızıymış çok da umursamadan hapı yutabilirsiniz.